ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
Türkçenin Yazı Dili Oluşum Sürecinde Karşılaştığı Bazı Tutumlar
Suat UNGAN1
DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
SAYI: 20
YIL: NİSAN 2008
Özet: Milletlerin tarih sahnesinde var olma unsurlarının başında dili iyi kullanmaları
gelmektedir. Tarih şunu göstermiştir ki milletler dillerini ne kadar korurlarsa, dilleri de
onların kimliklerini daha fazlasıyla korumakta, diğer milletler arasında kaybolup gitmelerine
mani olmaktadır. Bireylerde dil bilincinin oluşması için, o dilin tarihî serüveninin iyi
bilinmesi ve genç nesillere bunun aktarılması gerekmektedir. Dile ön yargı ile yaklaşmak, işin
kolayına kaçarak kullanılmış dilden eser vermek, uzun vadede, şairler için fazla bir değer
katmamıştır. Tarih içinde milletler kendi iç dinamiklerine döndükleri zaman, kendi dilleri ile
üç beş beyit yazan şair ve yazarlara daha fazla itibar etmiş ve onları daha büyük bir saygı ile
anmışlardır.
Anahtar Kelimeler: Dil, millet, tarih, kültür, bilinç
The Some Attitudes Turkish Language Faced in the Formation Process
of the Written Language
Abstract: The leading factor for the contınuatıon of the natıons is their using the language
well. It is seen in the history that the better the nations keep their languages, the better their
languages keep teheir national identities and prevent them from being assimilated. For the
individuals to acquire language consciousness, the historical evolution of that language should
be known and taught to the next generations. Having biases for any language, writing literary
works in the of her languages used previausly did not contribute much to the poets.when the
nations turned back to their own internal dynamics throughout the history, they respected the
potes who wrote in tehir own language more, and commemorated them with more respect.
Keywords: Language, nation, history, culture, conscıousness
lar
Türkçenin yazı dili olarak ne zamandan beri kullanıldığı tam olarak tespit
edilmemesine rağmen VI. Yüzyılda elde edilen metinlerden hareketle Türk
yazı dilinin milattan önceki yüzyıllara kadar uzandığı görülmektedir, 552
yılında Türk adı ile sahneye çıkan Göktürkler döneminde kullanılan Türk
yazı dilinin işlenmiş edebî bir dil olduğu görülmektedir. VIII. Yüzyılda
yazılan Orhun ve Yenisey yazıtları Türkçenin en eski metinlerindendir.
Ergin (1994) bu metinlerin Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk
asırlarına kadar götürdüğünü dile getirir.
Karahanlılarla birlikte Türkçenin İslamiyet’ten önceki dönemi kapanmıştır.
XI. Yüzyıldan itibaren İslam kültür ve medeniyeti altında gelişim gösteren
yeni bir dönem ile birlikte Karahanlı veya Hakaniye Türkçesi diye
adlandırılan yazı dili (Özkan, 2004) yıllarca etkinliğini sürdürecek İslami
Türk Edebiyatının temellerini oluşturmaya başlamıştır.
Karahanlı Devleti kurulduktan sonra Türklerin Arapça ve İslam kültürü ile
ciddi manada yüzleşmelerinin, kendi dilleri ile Arapça arasında ilk
çatışmaların başladığı görülmektedir. Türk tarihinde Arap alfabesini ilk
olarak kullanmaya başlayan Karahanlılar, doğu komşuları olan, aynı dili
konuşan fakat ayrı dini kabul etmiş olan Uygurlarla savaşmaya
başlamışlardır. Böylece Türk dilinin ve kültürünün kendi içinde çatışmaya
dönüşmesi din farklığından olmuştur.
Din, dillerin ve kültürlerin gelişmesinde ve çatışmasında her dönemde ana
unsur olmuştur. Duaları tam ve doğru söylemek, yanlış değerlendirmemek
için dil ve dile ilişkin hususlara her dönemde azami dikkat gösterilmiştir.
M.Ö. X.yüzyıla ait Hint edebî dilinin önemli eseri olan Veda’ların
düzenlenmesinde dil konusunda büyük dikkatler sarf edildiği bilinmektedir
(Sağır, 1992). Uygur metinleri arasında Budizm ve Manihaizm oldukça fazla
yer tutmaktadır. Buda’nın vaazlarını içeren sutralar, halk için hazırlanmış
tövbe duaları, ilahiler dil gelişimi için olumlu katkılar yapmıştır. Aynı
şekilde Kuran ve hadis metinlerinin temelini oluşturan Arapçanın da zaman
içinde değişmesi nedeniyle doğan sıkıntılar Arapların ilk dil çalışmalarını
başlatmalarına neden olmuştur (Bayraktar, 2006). Dilin kurallarının
belirlenmesi, sanatlı ifadelerin daha iyi anlaşılması edebiyatın ve dinin bir
arada bulunmasına zemin hazırlamıştır. Belagat ilminin kuralları, metodu
belirlenmiş hali İslam’dan, hatta bir çok ilim dalının terimleri ve kuralları ile
ortaya konmasından sonradır. Bu ilmin bir çok konusu ilk önce Kuran-ı
Kerim’i anlama gayesiyle tefsir alimlerince, Kuran-ı Kerim’in dil ve nazım
bakımından üstünlüğünü vurgulamak için de kelam alimlerince ele alınmış
ve incelenmiştir (Saraç, 2007).
Müslüman Arapların Emeviler devrinde İslamiyet’i yaymak için Orta
Asya’yı fethetmeleri (705-712), sosyal ve siyasal neticeler yanında kültürel
bakımdan da oldukça önemli sonuçlar doğurmuştur. Türklerin Abbasilere
askerî açıdan yardım etmek amacı ile göç etmeleri, göç edenlerin savaşçı
yönlerinin gelişmiş olması, onların kalem tutan değil kılıç tutan bireyler
olmaları, Türkçeyi yazı dili olarak geliştirmelerinin önünü tıkamıştır. Türkler
Arap bölgelerine ilk göçlerini bilim, ticaret ve kültür merkezi olan, Şam,
Basra ve Küfe gibi şehirlere yapmışlardır. Bu dönemde Türkler köle olarak
kullanılmaya başlanmıştı. Kölelerin başlıca pazarları Semerkant’tı. En
yakışıklıları ve en güzelleri, tümünün en iyileri olan Türk köleler
(Memluklar), Horasan’dan Bağdat’a her yerde en çok arananlardı. Yüz elli
bin ile iki yüz bin dirhem arasında alınıp satılıyordu.(Paul Roux, 2007)
Türklerin askerî dehaları, zekâları ve imparatorluk kurma becerileri onları
kölelikten alarak ülkenin yönetiminde söz sahibi yapmış, El-Mütevekkil
zamanında kâtip, yardımcı, mabeyinci, gibi görevlere gelmişler daha sonra
Mısır’da Tolunoğulları devleti ile Memluk devletini kurmuşlardır. Türkler,
komutan, asker, normal vatandaş ve köle olarak geldikleri bu bölgeleri ele
geçirmişler, devletin işleyiş sistemine fazla dokunmamışlar, bu yüzden de
kendi dillerini ülkenin edebî ya da resmî dili hâline getirmemişlerdir.
Türklerin askerî yönlerinin ağır basması ve göç ettikleri şehirlerin kültürel
yönden zengin olması onların kendi ana dillerinde eser vermelerine engel
olmuştur. Zaten yeni bir din ile tanışan ve o dinin kurallarını en iyi şekilde
öğrenmek için Arapça bilmenin gerekliliğine inanan insanların, kendi
dillerinde eser vermeleri çok zor görülmekteydi. Artık İslamiyet’e hizmeti,
kendilerine en ulvi gaye ittihaz eden, İslam ilimlerinin tedvinine, neşrine
harikulade bir surette hizmet ve gayret gösteren Türk âlimleri, Türk
mütefekkirleri Arapça konuşuyor, eserlerini Arapça yazıyor, gerek dini
ilimleri ve gerek Arap lisanının inceliklerine vukuf itibarı ile adeta Araplar
ile müsabakaya çalışıyor ve pek parlak bir tarzda muvaffak da oluyorlardı
(Bilmen, 1955). Dinî kaygı ile hayatı yönlendiren ve İslam’ın gelişimi için
maddi manevi her türlü fedakârlıktan kaçınmayan Türkler, sadece dinî
konularda değil Arap dil ve edebiyatı başta olmak üzere, İslamî ilimlerin her
bir dalında yüzlerce, binlerce eser yazmış, hizmetlerini bunlarla da
sınırlamayarak, modern manada kütüphaneler kurmuşlardır. Abbasiler
devrinde bunun en büyük öncüsü Türk asıllı büyük devlet adamı Feth b.
Hakan (ö.861) olmuş, Bağdat’ta devrin en büyük, en modern kütüphanesini
kurmuştur. Daha sonra meşhur Türk ailesinden olan Ebu Bekr Muhammet b.
Yahya (ö.946) varını yoğunu sarf etmiş Bağdat’ta asrın en büyük
kütüphanesini kurmuştur (Kitapçı, 1994).
Arap dilinin Divanü’l-Edeb adlı ilk lugat kitabını yazan İshak İbrahim,
Farab’da yetişmiş bir Türk’tür. Tacü’l-Luğa ve Sıhahu’l-Arabiyye adında,
Arap dilinin beş ciltlik lügat kitabını yazan, Arap dili ve edebiyatının ilk
leksikografya alimi Fergâneli Türk alimi Hammad el-Cevheri’dir (Kitapçı,
1994). Yine Harzemli Türk olan Zemahşerî’nin hac için Mekke’ye gittiğinde
Ebu Kubeys tepesine çıkarak Araplara: “Ey Araplar geliniz, dilinizi bir
Türk’ten öğreniniz" dediği malumdur. Dünya üzerinde Yunan ve
Hintlilerden sonra dil bilgisi ile ilgili ekolü Araplar geliştirmişlerdir Kitapçı
(2004). Basra ekolü olarak bilinen bu ekolü kurup geliştirenin Ferganeli
Türk olan Halefü’l Ahmer (öl. 769) olduğunu söyler.
Türkler gerek Emevi ve gerek Abbasiler döneminde Arap hakimiyetinin
olduğu ortamlarda Arapçaya hizmet etmelerinin yanında, Karahanlılar (992¬
1211), Gazneliler (963-1186), Harzemşahlar (995-1220) Selçuklular (1038¬
1194) Osmanlılar (1281-1923) devrinde de Arap dili ve edebiyatının
gelişimine büyük katkılarda bulunmuşlardır (Kitapçı, 1994). Yüksek
zümrede Türkçe itibarını kaybederken, Farsçadan ve Arapçadan hiçbir şey
anlamayan yoksul halk, atalarından öğrendikleri dillerini edebî ortamlardan
uzak sadece sözel unsur olarak kullanmaya devam etmişlerdir.
Mısır’da Türkler ve Türkçe
Türkler Mısır’a Anadolu’dan önce varmış. orayı kendilerine yurt
edinmişlerdir. Abbasi Devleti’nin hizmetindeki Türk asıllı kumandanlardan
Ahmet b. Tolon’un Mısır’a tayin edilmesinden sonra Türk hâkimiyeti
kendisini Mısır’da daha fazla hissettirmeye başlamış, IX. Yüzyıldan sonra
Mısır’da Türk varlığı kendini göstermiş, XIV. Asırda Memluklar devrinde
ordu ve saray dili Türkçe olmuştur. Sultanların bir çoğu Türkçeden başka dil
bilmiyor, Türk âlim ve ediplerini himaye ediyorlardı. Memluk sultanlarının
bu tutumu Anadolu ve diğer Türk illerinden çok sayıda âlim ve edibin
Mısır’a gelmesini sağladı (Banarlı, 1987). Erzurum’dan Mısır’a göç eden
Kadı Darir, Mansur Ali b. Şa’ban b.Hüseyin’in isteği üzerine Arapça olan
Siretü’n Nebî’yi Türkçeye çevirmeye karar verir, Kadı Darir.(Karahan,1995)
bu durumu:
Söylemişdür Darir Türkî dilin
Sec’ini Şi’rine şi’ar itmiş
Tercüme kıldı ne ziyan itdi
Bir hüsn kal’ayıdı şâr itmiş.
Velîkin Mısr meliki vü şâh Berkuk
İmam-ı azam u sultan-ı mısr u Şâm u Yemen
Resulı sevdügi gayet sîretin anun
Buyurdı Gözsüz’e kim Türkî dilce söyle sen
Hemîşe mana dili câna tercüme olsun
Hemîşe Mısr şehinsâhı kâmrân olsun.
Beyitleri ile dile getirir.
Mısır’da Türk dilinin bilinçli bir savunucusu olan Kadı Darir, Siretü’n
Nebi’yi Türkçeye çevirerek seciyesini şiire rehber ettiğini söylemektedir. O
dönemde Mısır’da Türkçe rağbet görmesine, Mısır’ın, Tolunoğulları,
Eyyubiler, Memluklar, Osmanlılar ve Mehmet Ali Hanedanlığı gibi Türkçe
konuşan hakim güçler tarafından yönetilmesine, Türk tarihinde Türkçe süreli
ilk yayının Mısır’da 1828 yılında çıkmasına rağmen günümüzde Mısır’da
Türkçe konuşan bireylere rastlamak imkânsız olmuştur. Bu durumu
İhsanoğlu (2007) Türklerin İslam toplumlarında dillerini koruyamadığını,
ancak gayrimüslim toplumlarda -Balkanlar’da olduğu gibi- kitle hâlinde
yaşadıkları zaman dillerini koruduklarını, Almanya’daki Türklerin dillerini
koruduğunu, Suriye’deki, Mısır’daki Türklerin dillerini koruyamadığını dile
getirir. İnsanların kitle hâlinde yaşamaları dillerini korumaları için etkin
unsurdur, fakat Türk milletinin tarihin her döneminde Arapçayı ilahî bir dil
olarak görmesi Kuranıkerim’in Arapça inmiş olması, o dil için duyulan
saygıyı artırmış, Türklerin dillerini terk ederek o dili kullanmalarına neden
olmuştur. Bu durum da kendi dillerinin unutulmasına zemin hazırlamıştır.
Türkler hakkında oldukça hacimli bir eser hazırlayan Fransız Jean-Paul
Roux (2007) Türkçeyi sözel unsurlarla besleyen Türklerin lirik deyişlere,
şarkılara, destanlara çok meraklı olduklarını, bunu yazacak durumda
olmasalar bile bunları sürekli bestelediklerini, ince duygularını hece ile
yazılan mani’lerle ifade ettiklerini, bu sözlü geleneğin, XIII. yüzyılın ikinci
yarısından sonra, yazı dilini oturaklı kullanan, Yunus Emre’yi yetiştirerek,
okunamaz duruma gelen Türk klâsik şairlerinin yitirdiği okur kitlesinin
ilgisini çekmeye başardığını söyler. Özkan (2002) Yunus Emre’nin dili son
derece güzel kullanıp işlediği ve geliştirdiği için Türkçenin yazı dili olarak
teşekkül etmesinde en büyük role sahip olduğunu dile getirir.
Anadolu ’ya Geçişlerde Farsçanın Etkisi
Gaznelilerin tarihleri de Memluklara ve Tolunoğllarına benzemektedir.
Onlar da egemenliklerini tebaası Türk olmayan ülkeler üzerine kurmuşlardır.
Samanoğullarının da gulam denilen paralı Türk askerleri mevcuttu. Gulam
memluk kelimesinin Farsçadaki karşılığıydı. Samanoğulları hükümdarı I.
Mansur (961-976), kendinden önceki hükümdar Abdulmelik’in (954-961)
saltanat süresinin sonunda göreve getirdiği muhafız birliğinin Türk komutanı
Alp Tegin’i görevden almak istedi, buna karşı çıkan Alp Tegin isyan edip
Gazne’ye yerleşerek devletinin temellerini atmış oldu. (Poul Roux, 2007)
Samanoğulları Beyi Alp Tegin devlet idare sistemini de Samanoğulları’nın
sistemi gibi düzenledi, böylece devleti kuranlar Türk olsa bile Fars sistemini
devlet yapısına uygulamış oldular. Bu durum dil bakımından da kendini
göstermiş, devleti yönetenler Farsçanın gelişimi için ellerinden gelen her
şeyi yapmaya başlamışlardır. Karahanlılar dışında her yerde, İran ve Türkiye
Selçuklularında resmi dil ve kültür dili Farsça idi. Bu dilin itibarı o kadar
yüksekti ki sonunda Türk seçkinleri Türklükten uzaklaşmışlar ve
anadillerini, yüksek fikirleri ifade etmek için yetersiz bulmuşlardır. Farsça,
Samanoğullarından başlayarak, yeninden doğuşunu Gazneli Mahmut’un
sarayında yaşamış, Firdevsi bu dönemde şöhretini ve Farsçayı zirveye
taşımıştır. Büyük Selçuklular ve ardılları dönemindeki fikir özgürlüğü
ortamında Nasır-ı Hüsrev, Baba Tahir, Ebu Zayid, Attar, Nizamî Ömer
Hayyam (Poul Roux, 2007) Türklerin sağladıkları alt yapı ile dillerini
geliştirmişlerdir.
Selçuklular döneminde Türkçenin yazı dili olarak kendisini kabul ettirmesi
oldukça zor olmuş, Türkçe kaderine terk edilir hâle gelmişti. Çünkü
Selçuklular İran’a girdikten sonra Müslüman olmuşlardı. Yani İran kültürü
ile doğrudan doğruya, Arap kültürüyle de Fars kültürü aracılığı ile tanışmış
oldular. Böylece Selçuklular, İranlılar gibi, Arapçayı din ve ilim dili olarak
tanıdılar, Farsçayı da yazışma dili olarak tanıdılar. (Özkan, 2002) Anadolu
Selçukluları da Büyük Selçukluları örnek alarak Arapçayı din ve ilim dili,
Farsçayı da yazışma dili olarak kabul edince Türkçe yine kendi kaderini
kendisi çizme durumunda kalmıştı. Selçuklu hükümdarları kendilerini
İranlılar gibi Hüsrev, Şah olarak anıyorlar, Türkçeyi küçük görüyorlardı.
Sultanların bu tavrından cesaret alan din bilginleri de aynı yaklaşımları
sürdürüyorlardı. Karal (1978) Selçukluların bu şekilde hareket etmesinin
Farsça gibi işlenmiş bir edebiyat diline bağlanmaması gerektiğini, bunda
İranlıları hâkimiyet altında bulundurmak ve bu şekilde onları daha kolay
yönetmek gibi siyasî bir düşüncenin varlığının da kabul edilmesi gerektiğini
bildirir.
Beylikler Döneminde Türkçenin Dururumu
Göçlerle birlikte Türkçenin geniş bir coğrafyaya yayılması, dilin kendi
içinde dağılmasına, şivelerinin artmasına neden olmuştur. Yeni bir din ile
tanışmanın getirmiş olduğu yük ve Arapça gibi işlenmiş bir dil ile
karşılaşılması, Kur’an-ı Kerim’in Arapça olması, merkezî yerlerde
Türkçenin önünü tıkamış, Türkçe sadece kırsal kesimde yaşayan topluluklar
içinde kaderine terk edilmişti. Merkezde yaşayan, merkeze yakın olan ve
edebiyat ortamında bulunan Türkler ise dil ve kültür ikilemini yaşamışlardır.
Bir yanda yıllardır kullandıkları dillerinin, diğer yanda Selçuklulardan miras
kalmış Arapça ve Farsça gibi iki önemli lisanın ağırlığını hissetmekte, hangi
dilde yazacaklarına karar vermekte zorluk çekmekte idiler. Çağın getirmiş
olduğu şartlar ile sanatçı olma gayesi arasında Türkçe yazanlar, bazen
Türkçe gibi gelişmemiş bir dil ile eserlerini yazmaktan utanç duyuyor ve
eserlerini Türkçe yazdıkları için okurlarından özür diliyorlardı.
Bütün olumsuzluklara rağmen beylikler dönemi Türkçenin önünün açılması
için çok güzel bir zemin hazırlamıştır. Türklerin Anadolu’ya göçleri ile
Arabistan bölgesine göçleri arasında çok büyük farklılıklar vardı,.
Orta Asya 'dan göç eden insanlar hem kendi kültürlerini ve dillerini beraberinde getirmişler,
hem de göç ettikleri bölgelerde Arap kültürünün etkisi fazla olmamıştır. Türkçenin edebî dil
olarak kullanıldığı Kaş gar çok uzakta kalmıştı ve Anadolu 'ya Oğuzların Kaş gar ile hiç teması
olmamıştı. Dolayısı ile onlardan Türkçe eser vermelerini beklememiz haksızlıktır. Aslında
batıya gelen Oğuzların hiçbir zaman edebi dileri olmayabilirdi. Çünkü yazı dili ihtiyaçlarını
Farsça ve Arapça ile gideriyorlardı. Fakat böyle olmamış, iki asır sonra yeni bir edebî dil
yaratmışlardır.11. ve 12. yüzyılda niçin Türkçeyi kullanmamışlardır diyerek onları suçlamak
yerine, nasıl oldu da iki asır sonra kendi millî yazı dillerini yarattılar diyerek onları takdir
etmek daha doğrudur. İşte bu tarihî, coğrafî siyasî, lengüistik şartlar, Azerbaycan ve
Anadolu 'da yeni bir edebî dilin gelişmesine yol açmıştır. (Ercilasun, 1998)
Selçuklu topraklarında birlikte yaşayan Türkler kendi dillerini korumayı ve
onu ağızlarda yaşatmayı başarmışlardır. Bu dönemde, Germiyan Beylerinden
Süleyman Şah ve oğlu II. Yakup zamanında, Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa,
Marubânnâme ve Kâbusnâme’yi Farsçadan Türkçeye tercüme etmiş,
Aydınoğlu Mehmed Bey tarafından Tezkiretü’l Evliya ve Arâisü’l- Mecâlis
adlı eserler Türkçeye tercüme edilmiş, Candaroğlu Beyliğinden Kemaleddin
İsmail Bey zamanında pek çok eser bilimsel ve tercüme eserler meydana
getirilmiştir (Güzel, 2002).
Halkın çoğunluğunun Türk olması şairleri Türk dilinde yazmaya mecbur
etmişti. Hoca Mes’ud Süheyl ü Nevbahar (Dilçin, 1991) adlı eserinde:
Cihanda bugün resm eyle gider
Ki öküş kişi Türkî’ye meyl eder
Aynı şekilde Şeyhoğlu Mustafa Hurşid-nâme (Ayan, 1979 ) adlı eserinde:
Ve lîkin Rum ilinün kavmi yek-ser
Inıgup Türk dilini söyleşür
Dirüm ben söyleşem âkil bulunca
Sözi her kavm ile dillü dilince
diyerek Anadolu’nun Türkleştiğini ve onların dilinde söylemenin doğru
olacağını dile getirmiştir.
1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey’in yazışma dili olan Farsça yerine
Türkçenin kullanılması emri, bu devirde Türkçeye önemli katkı sağlamıştır.
Yavuz (1983) beylikler döneminde Türkçeye yer verilmesinin o dönem
beylerinin Arapça ve Farsça bilmemelerine bağlamakta buna örnek olarak
Ali’nin Künhü’l Ahbârında Germiyan Beyi için şiirden anlamadığını
gösteren, o dönem bir halk ozanın gelerek onun için okuduğu,
Benüm devletlü sultanım âkıbetün hayır olsun
Yidügün bal ile kaymak yürüdügün çayır olsun
Şiirine iltifatlarda bulunarak, bizim Şeyhî hiç bilmezin ne söyler, medhimüz
itmek ister amma güya bizi zemm eyler, dediği olayı örnek göstermektedir.
Sadece Beylikler dönemindeki beyler değil, Osmanlı Devletinde birçok kişi
Arapça bilmemenin sıkıntısı çekmiştir. Halep’te bir mahkemede, Arapça
yazılan bir delili okuyup anlayamayan Kadı’nın “Be hey nadan bu
memlekette Arapça hüccet yürümez Türkçesinden var ise görelim ” (Özkul,
2005) diye tepki göstermesi, Asım Tarihinde Asım, (1865) Osmanlı
Devletinde ulemanın kayırmacılık ile iş başına geldiğinin göstergesi olarak
yorumlanmış olsa bile, aslında bu olay Arapçanın hayatımızın her alanına
her dönemde hakim olduğunu, bu durumdan zaman zaman kadıların bile
rahatsızlık duyduklarını göstermektedir. Türklerin Arapçanın hâkimiyetine
karşı bazen olumsuz fikir taşımalarına rağmen, İslam dünyasının geri kalış
nedenlerini araştıran Arap bilginler de geri kalmışlıktan kurtulmak için
Kur’an’ın ve Arapça dil bilgisinin daha iyi anlaşılması gerektiğini
savunmuşlardır. Ummu’l Kur’a’yı yazan Abdurrahman El-Kevakibi
(Aktaran, Kılınçkaya, 2004). “Şu anda var olan dinin, bütün cihanda
atalarımızın sayesinde yükseldikleri din olmadığı konusunda hâlâ şüphesi
olan kimse var mıdır?” Müslümanların güçten düşmesinin sebebi dini
kusurlarıdır, .diyerek geri kalmışlıktan kurtulmak için Kuranıkerim’in açık
buyruklarının, sünnetin güvenilir kısımlarının, icmanın teyit edilmiş şartları
hakkındaki bilgilerinin hayata geçirilmesi gerektiğini, bunu yapabilmek için
de Kuran ve Sünnetin yalnızca Arap dil bilgisinin iyi anlaşılması ile
mümkün olabileceğini dile getirerek, Arapçanın Osmanlı ülkesinde
hâkimiyetini artırma gayreti güderek, halkı baskı altına almaya çalışmıştır.
Türkçeye Karşı Takınılan Olumsuz Tutumlar
Türklere ve Türkçeye karşı olumsuz tutum, Emevi ve Abbasi devletleri
zamanında başlamıştır. Bu dönemlerde Şuubiye hareketleri en üst seviyeye
çıkmıştı. El-Cahız Türklerin faziletlerini anlattığı ve onları övdüğü Fezailü’l
Etrak adlı eserini yazmıştır. Hatta Divanü Lugat’it Türk’ün yazılma zemini
Arap ve İranlıların Türklere karşı olumsuz tutumlarının oluşturduğunu,
Kaşgar’dan Bağdat’a gelen Kaşgarlı Mahmut’un bu durumdan etkilenerek
eserini yazmaya başladığını düşünebiliriz. Arapların Türklere karşı olumsuz
tutumunun Memluklar döneminde de devam ettiğini görmekteyiz. Arap asıllı
din bilginleri böyle bir halka mensup hanedanın iktidarının meşru
olmayacağı ideolojisini alttan alta yaymışlardır(Develi, 2002).
Selçuklu sultanları öz be öz Türk olmalarına rağmen, İslâm dinine sarsılmaz bir iman ile
bağlanmaları, halifelere Anadolu 'nun hızla Türkleştirilmesi için boylar hâlinde göç ederek
gelen Türkler kenar semtlere yerleştirilmiş, onlara toprak verilerek geçimlerini tarımla
sağlama imkânı sunulmuştu. Savaş zamanında Selçuklu sultanlarının yanında olan Türk
aşiretleri normal zamanlarda tarım ve hayvancılık ile uğraşmaktaydılar. Islama karşı sonsuz
itaatleri onların Arap kültürünün etkisine girmesine neden olmuştu. Bastırdıkları paralarda
halifelere duydukları itaati ifade ediyorlardı. Halkın dilinin, medrese eğitiminin Türkçe
olmasına rağmen, medresede ilk önce Arapça öğretilmekte ve daha ileri zamanlarda da
Farsça verilmekteydi. Böylece Türkçenin yanında medreselerde Arapça, Farsça okumuş, bu
dilleri bilen aydınlar topluluğu şehir halkını meydana getiriyordu. Bu entel zümrenin ana
dilleri Türkçeydi. Evde, aile arasında, çarşıda, pazarda Türkçe konuştukları, Türkçe anlaşıp
birleştikleri halde kendilerini Türk saymıyor, şehirli biliyordu, onlara göre Türk, şehrin
dışında köyde, obada, kışlak ve yaylak, yarı göçebe hayat süren, geçimini daha çok hayvan
besiciliği, çift-çubukla sürdüren Türkmenlerdi. Bunlar, şehirlinin nazarında okuyup
yazmasını bilmeyen, giyimi, kuşamı, konuşması ile kaba-saba insanlardı. (Önder, 1993)
Türklerin ve Türkçenin bu kadar horlandığı, küçük görüldüğü bir dönemde,
Karamanoğlu Mehmet Beyin 13 Mayıs 1277 tarihinde Türkçe ile yayınladığı
fermanı köylü Türklerin şehirli Türklere başkaldırısı olarak
yorumlanmaktadır (Önder, 1993).
Türkçenin yavaş yavaş itibar kazanması beylikler döneminde olmuştur. XII.
yüzyılın ortalarından itibaren, Moğol baskısı yüzüden sürekli olarak batıya
doğru akan Oğuz kitleleri, Anadolu’daki Türk nüfusunun artmasına ve
önceden burada var olan edebî geleneklerin yeni gelenlerle beslenerek daha
da zenginleşmesini sağladılar. Artan nüfusun karşısında Türkçe, Farsça
karşısında gittikçe kendini kabul ettirmeye ve Farsçanın hakimiyetine son
vererek bir yazı dili olarak yavaş yavaş filizlenmeye başladı (Özkan,2004).
Halkın sayısının fazla olması, dinî hayatın sosyal hayata hakim olması, dinî
hayatı öğretecek eserlerin yazılmasının kaçınılmaz olması Türkçenin
itibarını kazanmasına zemin hazırlamıştır. Beylikler döneminde Türkçenin
kendisini bulması için ortak zeminin yavaş yavaş oluştuğunu görmekteyiz.
Bir çok bey bizzat emir vererek şairlerden Türkçe eser meydana
getirmelerini ya da tercüme etmelerini istemiştir. Germiyan Beyi Süleyman
Şah başta olmak üzere Osmanlı Sultanı II. Murat Han ile Umur Bey bunların
başında gelmektedir. Türkçeye tercüme edilen eserlerin bile dilini
beğenmeyerek ikinci defa tercüme edilmesini isteyen, hatta Karamanoğlu
İbrahim Beye sevdegname olarak bilinen meşhur yemini Türkçe olarak
yaptıran II. Murat Hanın Türkçeye olan hizmeti pek fazladır (Yavuz, 1983).
Türkçe Anadolu’da itibar kazanmasına rağmen bu çok da kolay olmamıştır.
On dördüncü yüzyılda yaşayan ve Garipname adlı mesneviyi yazan Aşık
Paşa (Aktaran Yavuz,1983) bu eserinde:
Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi,
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri
(Kimse Türk diline değer vermez, Türklere asla muhabbet duymazdı,
Türklerin kendileri dahi, kendi dillerine değer vermez, ince ve uğraşılı bu
dili iyi kullanmazlardı)
Yine aynı yüzyılda Süheyl ü Nevbahar (Dilçin, 1991) adlı eseri yazan Hoca
Mes’ud Türkçe için;
Bu bir nice beyti düzünce benim
Haceletten eridi yarı tenim
Ki bir ehl kişi eger okuya
Rekîkini anlaya ve kakıya
Diye hiç terkip bilmez imiş
Söz içinde tertîp bilmez imiş
(Bu kadar beyti yazınca, anlayan bir kişi çıkar da bu eserde niye hiç
tamlama kullanılmamış, bu şair hiç yazıyı düzene sokmayı bilmiyor diyerek
bende kusur bulur korkusu ile utancımdan tenimin yarısı eridi.)
Hâlbuki gerek Âşık Paşa’nın yazmış olduğu Garipname adlı eser ve gerekse
Hoca Mesud’un eseri Türk Edebiyatı açısından bulunmaz bir hazine
seviyesindedir, bunlar Türkçenin kendini bulduğu, halkın anlayacağı dilde
ve seviyede yazılmış muhteşem eserlerdir. Bu eserler Türkçenin gelişimine
zemin hazırlamış, Türkçenin edebiyat alanında kullanılmasına ön ayak
olmuştur, fakat bu güzel eserleri meydana getiren şairler, bu işi kolaylıkla
yapmamış, herkesin Türkçe yazmaktan çekindiği bir zamanda bütün
eleştirileri de göze alarak kendi ana dillerinde eser meydana getirmiştir.
Yine on beşinci yüzyıl şairlerinden Sarıca Kemal (Aktaran Dilçin,
1991)Türkçe için:
Bu Türkî dil be-gâyet sert dildür
Söz ehli işbu dilden key hacîldür.
diyerek dilin sanat dili olarak gelişmediğini, bu yüzden de şair ve yazarların
bu dili kullanmakta hem zorluk çektiklerini hem de utandıklarını dile
getirmiştir.
On beşinci yüzyıla gelindiğinde iki farklı bölgede, iki farklı sesin aynı
yüreklilik ve duygu ile aynı şeyleri söylediklerini görmekteyiz. Türk dünyası
edebiyatının en büyük şairlerinden Ali Şir Nevai ile şairliği onun kadar
büyük olmasa bile kendi halinde fikirlerini dile getiren Kaygusuz Abdal
Türkçeye karşı aynı bilinçle sarılmış, Türkçenin yüceliğini dile
getirmişlerdir. Muhakemetü’l- Lugateyn adlı eseri meydana getiren Nevai
Türkçenin en büyük savunucuları durumuna gelmiş, Türkçenin Farsçadan
daha ince derinliklerin bulunduğu söyleyerek: Türk’ün bilgisiz ve zavallı
gençleri, güzel sanarak Farsça şiir söylemeye özeniyorlar. Türkçede bunca
zenginlik dururken bu dilde şiir söyleminin hüner göstermenin daha yerinde
ve daha kolay olacağını anlar, Türk dilinin zenginlik ve genişliği bunca
delillerle sabit olduktan sonra da lazımdır ki bu halk arasında yetişen sanat
adamlarını, öz dileri dururken özge dillerle şiir söylememelidir. (Banarlı,
1987)
Ali Şir Nevaî ile aynı fikri savunan Alanyalı Kaygusuz Abdal, Gülistan
(Güzel, 2002) adlı eserinde Türkçeye sahip çıkarak Türkçenin derinliğinin
Hz.Adem’e kadar dayandığını dile getirmektedir.
Hak buyırdı Cebrâil’e var didi
Âdem’i cennet içinden sür didi
Geldi Cebrail Âdem’e söyledi
Hak buyrugunu âyân eyledi
Cebrâil didi, çıkgil Uçmag’dan Âdem
Tanrı’nın buyrugu budur iş bu dem
Nice ki söyledi Âdem gitmedi
Cebrâil’in sözüni işitmedi
Türk dilin Tanrı buyurdu Cebrâil
Türk dilince söylegil dur git digil
Türk dilince Cebrail hey dur, didi
Duru-gel Uçmag’ın terkin ur didi,
Kaygusuz Abdal ilk insan olan Hz. Âdem’in Türkçeyi bildiğini ve
Türkçeden anladığını, bu dilden anladığı için cennetten çıktığını söylemek
istemektedir.
Yavuz (1983) XIII-XVI Asırda. Türkçe eser veren şairlerin Türkçe yazma
nedenlerini birkaç başlık altında toplamıştır:
■ Devlet adamlarının ve beylerinin doğrudan doğruya
Türkçeyi korumaları ve eserlerini Türkçe yazmaya
zorlanması ve öğrenme istekleri,
■ Tarikat büyüklerinin halkı irşat için Türkçe yazıp
söylemeleri
■ Türkçe eser vermekle mensubu bulundukları millete ilim
yönünden hizmet etme, hayır dua ile anılma ve unutulmama
düşüncesi,
■ Tercüme arzusu yanında Tatarca ve Kırım Türkçesini
beğenmeyerek bunları Anadolu Türkçesine çevirme
gayretleri,
■ Meslek gayreti,
■ Mevzuda yeni vadiler arama,
■ İbret için eser yazma,
■ Türkçecilik şuuru ile eser verenler,
Türkçeye karşı şüpheli yaklaşımın bazı şiirlerde yavaş yavaş bilinçli
başkaldırıya, isyana dönüştüğü görülmektedir. XVI. Yüzyıl mahallîleşme
hareketlerinin ön plana çıktığı, şairlerin halkın dilini, kültürünü daha iyi
anlayıp benimsedikleri devir olmuştur. Necati Bey ile başlayan halkın dilini
ve kültürünü divan şiirine yansıtma yaklaşımı, Türki-i basit akımı ile zirveye
çıkmıştır. Köprülü’nün (1986) millîleşme hareketi olarak gördüğü ve “acaba
bu cereyan ne gibi tarihî amillerin tesiriyle doğdu, Türki-i basit ile yazan
başka şairler de oldu mu?” sorusunu sorduğu bu hareketin alt yapısında, dili,
kültürü hırpalanmış, merkezin dışında kalan şairlerin edebiyat dünyasına
hızla girdiklerinin göstergesi olmuştur. Nihal Atsız (1934) bu dönemi dilde
milliyetperverliğin ön plâna çıktığı devir olarak nitelendirmiştir. Andrews
(2000) Türkî-i basit diye bilinen bu girişimden bugüne yalnızca Edirneli
Nazmî’nin 286 şiiri kaldığını söylemektedir. Bu girişim çoğu zaman Türk
millî ruhunun veya Türk millî dilinin yabancı bir edebiyat geleneğinin
tahakkümüne karşı başkaldırısı olarak nitelenir, diyerek dildeki
milliyetçiliğin bazı kesimlerce içselleştirildiğini göstermektedir. Mermer
(2006) ise Edirneli Nazmî’de görülen sade Türkçe ile yazılan şiirlerin divan
edebiyatında ilk defa ortaya çıkmış manzumeler olmadığını, az da olsa bazı
şairlerin divanlarında bu tür şiirlere rastlandığını, XV. yüzyılda Karamanlı
Ayni, XVI. yüzyılda Kütahyalı Rahimî’de bu tarz şiirlere rastlandığını
söylemekte, Türki-i basit hareketinin bir Türkçecilik akımı, Arapça ve
Farsçaya karşı bir tepki ve sanat hareketi olmadığını, bunun divan şiirinin
gelişme çizgisinde mahallileşmenin önemli bir yansıması olduğunu dile
getirmektedir.
Fakat XV ve XVI. yüzyıllarda yaşamış bazı şairlerin şiirlerine baktığımızda
şairlerin dile karşı tutumlarının yansımadan ziyade bilinçli bir karşı çıkışı,
fikir yürütmeyi, Arapçaya karşı körü körüne bağlanmanın anlamsız olduğu
düşüncelerini görmekteyiz, bu ortamın yavaş yavaş Türki-i basit hareketinde
bir tepki olarak dışa yansıdığını sezmekteyiz.
XV. Yüzyılda Âşık Paşanın Garipname’sinde lafzın değil mananın önemli
olduğunu gösteren beyitlere rastlamaktayız ki burada Arapça ve Türkçe
yazmanın bir farkı olmadığını, önemli olanın manasının zenginliği olduğu
dile getirilmiştir.
Kamu dilde var-durur ma’nî sözi
Görene gizli degil ma’nî yüzi
Ma’ni ehli ma’nanun kadrin bilür
Kanda kim bulsa ana ragbet kılur
Çok acâyip çok garâyip kimseler
Söylenür dilde neler vardur neler
Ma’ni bir dilde sanmam söz hemân
Cümle dille anı söyler bî-gümân
Cümle dilde söylenen ol söz-durur
Cümle gözlerden gören ol göz-durur
Şair yukarıdaki beyitlerde, her dilde mana sözünün bulunacağını, gören göz
için mananın gizli olmayacağını, mana ehlinin mananın kıymetini bildiğini,
manayı bulabileceği şeylere değer vereceğini, bazı garip kimselerin lafzı ön
plana çıkarak söylediklerini, mananın bir dilde değil bütün dillerde
olduğunu, herkeste göz olduğu gibi her dilde söz, mana olduğunu dile
getirmiştir.
Yine XV. asırda Devletoğlu Yusuf da Vikâye Şerhi(Aktaran, Yavuz, 1983)
adlı eserinde Aşık Paşa gibi düşünmektedir.
Bu kitâbun dahı lafzı Türkîdür
Kendünden alimleri ürküdür
Lîk çün ma’nî-durur maksûd heman
Türkî dilince n’ola olmaz ziyân
Türkîdür ders-i müderrisler ahı
Hem muhaddisler müfessirler dahı
Bu Hanîfe kim odur sahib-usûl
Ma’nîdür Kur’an didi bir kavlde ol
Pârisice Kur’ânı câyiz gördi pes
Kim namazda okısan kılsan heves
Öyle olsa her ne dilce olsa ger
Lafz âlet ma’nî olur mu’teber
Şair eserinin dilinin alimleri ürküten Türkî dilinde yazdığın, kastının manayı
dile getirmek olduğunu, bunu Türkçe yazma ile mananın kaybolmayacağını,
bu dönemde müderrislerin, müfessirlerin, muhaddislerin Türkçe ders
verdiğini, bir konuda hüküm verme yetkisine sahip Ebu Hanife’nin bir
sözünde mananın önemli olduğunu, Namazda bile olsa Farsça Kur’an
okunmasının caiz gördüğünü, bu durumda mananın lafızdan daha muteber
olduğunu dile getirmektedir.
On beşinci yüzyılda Kaygusuz Abdal Dilguşa (Güzel, 2002)adlı eserinde:
Ey derviş, mî-danî, mî danî dir durursun
Sen hiç Türkîce bilmez misin
diye isyan etmiş, yine aynı eserinde, biz dillerden Türk dilin biliriz, bu dil
dünya durdukça duracaktır ve bu dili herkes öğrenecektir, diyerek
Türkçenin her zeminde ve her yerde var olacağını, bunu bütün insanlığın
öğreneceğini dile getirmiştir.
Aynı şekilde on altıncı yüzyıl şairlerinden olan ve Türkçeyi Yunus Emre
tarzında kullanan Nakşi Ali Akkirmani, Gavriyye (Ulaş, 1997) adlı
mesnevisinde dil hakkında bilinçli bir yaklaşım dile getirmiştir. Akkirmanî,
diller arasında bir farkın olmadığını, sadece Kur’anıkerim’in Arap dili ile
indiği için Arapçanın diğer dillere üstünlüğünün olduğunu, bu yüzden onun
tercih edildiğini, insan isteklerini hangi dilden yaparsa Allah için bir fark
olmayacağını, çünkü onun bütün dillerden anlayacağını dile getirmekte ve
buna örnek vermektedir. Şair örneğinde, iki kişinin bir çok dilden anlayan
bir şahtan bir istekte bulunmak için birisi Arapça, birisi Türkçe olmak üzere
iki beraat yazıp padişaha sunmalarının padişah için bir fark olmayacağını ve
onların muradını yerine getireceğini söylemekte, ilahî olan dört kitabın da
dillerinin farklı olduğunu söyleyerek Arapçanın Kuran dili olması nedeni ile
muteber bir dil olduğunu fakat eserini Arapça yazmamasının da çok önemli
olmadığını dile getirmektedir.
Cümle dil kim var durur ey şahriyâr
Birbirinden var mıdur farkı ey yâr
Kim demişler cümleden efdal Arab
Bir degil mi Hak katında cümle hep
Gerçi birdür cümle diller ey aziz
Lâkin aslın ideyin eyle temîz
Lîk gelmekde Arabda şâh-ı dîn
Bir degildür cümle diller pes hemîn
Hem kelâm-ı Hakk’ı gör ki bî-gümân
İş bu dilden nâzil oldu ol hemân
Bu sebepden eyleriz tercîh anı
Kim kalanı ten durur ol dil cânı
Hem anundur cümle diller ey ahî
Ol durur kim misli yokdur bir dahı
Cümle dilde âlim-i dânâdur ol
Her ne dilden olsa varur ana yol
Sen hemân ilmîn oku ey şehriyâr
Kangı dilden arz idersen ol duyar
Aydalım imdi ana biz bir misâl
Lîk andan anlayup bir hisse al
İki kişi bir şehden itseler murâd
Yazsa âhir anlara bir beraat
Bilse ol şeh cümle dilden ey azîz
Okudukda eylese anı temîz
Birine yazsam Arapça bî-gümân
Birisine Türkçe yazsam pes ıyân
Virseler âhir ana ey şehriyar
İkisin de okuyup bilsem ne var
Anların virse murâdun cümle hep
Fark olur mu bunda pes ey bî-edep
Dört kitabın sen dilinden al haber
Kim olarla sened oldu bahr u ber
Yohsa bir dil mi vü yohsa gayrı o
Ben dediğim gibi değilse öte ko
Hall-i müşkillerin bunda i yâr
Ger idersin fehmin anun aşikâr
Kim zamana her ne dil kim söyledi
Emr-i Allah anun ile eyledi
Ger Resûl u ger ola Kur’ân i yâr
Ol dil ile nâzil oldu her ne var
Sonuç
Kavimleri millet yapan unsurların başında toprak gelmektedir. Orta Asya’nın
uçsuz bucaksız bozkır çölleri kabına sığmayan Türklere vatan olma
niteliklerine sahip değildi, toprağın olmadığı yerde milletin bir arada
durması zor olmuştur. Geniş coğrafyaya dağılan milletler kendi dillerini
koruyamaz olmuş ve şivelede hızlı bir artış meydana gelmiştir. Aynı
zamanda yeni bir din ile tanışma ve o dinin gereklerini yerine getirme çabası,
bireylerin kendi anadillerine karşı soğuk davranmalarına sebep olmuştur.
Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen halkın destanları, hikayeleri, mani ve
türküleri dillerini canlı tutmasını sağlamış ve yavaş yavaş gelişen bu dil
devlet kurma kabiliyeti olan kişilerin ortak bilincinde yer edinince dünya
üzerinde hak ettiği yeri almayı başarmıştır. Osmanlı Devleti’nde edebiyat ve
bilim dili Türkçe olmuştur. Osmanlı Devleti çok uluslu, çok dilli bir
tebaadan oluştuğu için bu ortamda dil milliyetçiliği yapmak pek mümkün
olmamıştır. Balkanlarda, Bosna’nın batı sınırlarından Karadeniz kıyısına
kadar uzanan kuşağın batısında Sırpça, Hırvatça, Boşnakça; doğusunda
Bulgarca-Makedonca olarak ayrılan ve sayıca baskın bir Slav dilleri
topluluğu, sayıca daha az olsa da kültürel olarak önemli bir yer tutan
Yunanca; daha dar, ama başka dillerle karışmadan yaşayan Arnavutça ve
Rumence; küçük ve dağınık kümeler hâlinde yaşayan Yahudi İspanyolcası,
Arumen dili ve Çingenece konuşulmakta idi. (Lory, 2002) Yine Arapça,
Çerkezce, Abazaca, Lazca, Gürcüce, Süryanice, Kürtçe, Ermenice
konuşulmuştur. Öte yandan merkezin bir dili vardır, bu dil merkezinin
kimliğini oluşturan unsurlardan biri olarak kendi doğal sürecinde
gelişmektedir. Osmanlı Devleti’nin merkezinin dili Türkçedir ve merkeze
doğru yaklaşan her birey bu dili edinmek zorundadır.(Develi, 2006) Çok
dilliliğin hâkim olduğu bir ortamda tek dil üzerine yoğunlaşmak imkânsız
olmuştur.
On birinci yüzyıldan sonra İslamiyet bütün Türkleri kapsayan bir din hâline
gelmişti. Bir milletin dinini değiştirmesi hayata bakış tarzını, kültürünü,
ufkunu farklı biçimlerde geliştirmiştir. Belki daha fazla dindar olmaları daha
fazla üreten, sağlıklı düşünen, devletler kuran topluluklar olmalarını
sağlamıştır. Fakat dillerini kaybetmemeleri, kimliklerini kaybetmelerini
engellemiştir. Arabistan’da, Mısır’da yaşayan ve dillerini kaybeden ve belki
de daha çok Müslüman kimliğine sahip bireylerden Türk diye bahsetmemize
imkân yoktur. Tüm olumsuz şartlara rağmen Türkçeyi koruyan, kollayan ve
onu masallarda, ninnilerde, türkülerde yaşatan Türk insanı bugün bütün
benliği ile Türkçeye sahip çıkmak zorundadır.
KAYNAKÇA
Andrews W. (2000). Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı, İletişim Yay., İstanbul
Asım Efendi, (H.1282, M. 1865) Tarih-i Asım,C. I-II, Matbaa-yı Amire,
Dersaadet
Atsız, N. (1934). Edirneli Nazmî’nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve
Kültürü Bakımından Ehemmiyeti, Orhun Mecmuası, s.9-16, İstanbul
Ayan, H. (1979) Şeyhoğlu Mustafa, Hurşidname, (Hürşîd ü Ferahşâd),
İnceleme-Metin-Sözlük—Konu Dizini, Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yay., Erzurum
Banarlı, N. S.(1987) Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Milli Eğitim Yay.,
İstanbul c1
Bayraktar, N. (2006) Dil Bilimi, Nobel Yay. Ankara
Bilmen, Ö.N. (1955) Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Reisliği Yay. İstanbul
Develi, H. (2002) Kitabu’l-İdrak Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul
Develi, H. (2006). OsmanlI'nın Dili,3F Yay., İstanbul
Dilçin, C. (1991) Süheyl ü Nev-Bahar, İnceleme-Metin-Sözlük, Atatürk
Kültür Merkezi Yay., Ankara
Ercilasun, A.B.(1996). Batı Türkçesinin Doğuşu, Uluslar arası Türk Dili
Kongresi 26 Eylül-3 Ekim, Ankara
Ergin, M. (1994) Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay., İstanbul
Güzel, A. (2002) Türkçeye Hizmet Eden Devlet Adamları e Mutasavvıf
Şairlerden Birkaç Örnek, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Yeni Türkiye
Yay.,, Ankara
İhsanoğlu, E.(2007) Mısır'da Türk Varlığı Anadolu'dan Eskidir. Türk
Edebiyatı Dergisi, Nisan, S.402
Karahan, L. (1995) Erzurumlu Darir, Milli Eğitim Yay. İstanbul
Karal, E. Z. (1978) Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu, Bilim, Kültür ve
Öğretim Dili Olarak Türkçe, Ankara
Kılınçkaya, M.D. (2004) Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap
Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara
Kitapçı, Z. (2004). Türklerin Arap Dili ve Edebiyatına Hizmetleri, Yedi
Kubbe Yay. Konya.
Köprülü, F. (1986). Edebiyat Araştırmaları, Ankara
Lory, B.( 2002) XIX. Yüzyılda Osmanlı Balkanlarında Türkçe
Konuş mak,Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşamak, ed. Franço is
Georgeon- Paul Dumont, çev. Maide Selen, İletişim Yay., İstanbul
Mermer, A. (2006) Türkî-i Basit ve Aydınlı Visâlî’nin Şiirleri, Akçağ Yay.,
Ankara
Sağır, M. (1992). Dilbilim ve Türk Dilbilgisi, Atatürk Üniversitesi Kâzım
Karabekir Eğitim Fak. Yay., Erzurum
Saraç, M.A.Y. (2007) Klâsik Edebiyat Bilgisi Belagat, 3F Yay., İstanbul.
Önder, M.(1993). Karamanoğulları’nın Türk Diline Fermanındaki Gerçekler.
Türk Kültürü Dergisi, S.361, Mayıs, Yıl XXXI
Özkul, O. (2005). Gelenek ve Modernite Arasında Ulema, Birharf Yay.,
İstanbul
Özkan M. (2002) Türkiye Selçukluları ve Beylikleri Döneminde Dil ve
Edebiyat ,Türkler Ansiklopedisi, C.7, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara
Özkan, M (2004). Tarih İçinde Türk Dili, Filiz Kitabevi, İstanbul
Paul Roux. J. (2007) Türklerin Tarihi, (Çev. Prof. Dr. Aykut Kazancıgil,
Lale Arslan-Özcan) Kabalcı Yay., İstanbul.
Ulaş, H. (1997) Gavriyye, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum
Yavuz, K. (1983). XIII-XVI. Asır Dil Yadigârlarının Anadolu Sahasında
Türkçe yazılış sebepleri ve Bu devir Müelliflerinin Türkçe Hakkındaki
Görüşleri, Türk Dünyası Araştırmaları, Aralık, İstanbul
Vural, Ü. (2000) Söz Varlığında Değişmeler, Türk Dili Dil ve Edebiyat
Dergisi, Kasım
316
Yard. Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü