ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
ORTA ASYA’DA GÜVENLİK SORUNLARI
Mehmet Seyfettin EROL
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ
ISSN 1305-5992
Türkiyat Araştırmaları Dergisi
Güz 2004
Sayı 1
Although terrorism, which tops the world agenda
following the Sept. 11 attacks, is considered mainly Middle
East-oriented, it is no secret that it is an issue on a global scale.
What is more, this issue is the first of a number of basic
problems in Central Asian Republics in the process of a 12-
year transition after the Soviet Union was dissolved. In the
current stage, it will be useful to take up under two main titles
the security issue in the Central Asia region: One of them is
related to the "domestic" threat perception and the other is
related to the "foreign" threat perception. One can include
common problems, shared on a regional-scale, into domestic
threat perceptions. According to this, a young and increasingly
growing population in almost all Central Asian countries and in
parallel with this unemployment, problematic political and
economic atmosphere, which is ready to create serious
conflicts, political strains, caused by authoritarian
administrations and violation of human rights, ethnic
nationalism, tribalism and regionalism issues directly constitute
the basic domestic problems of every country. Water issues,
border violations, which have turned into unsolved problems
and as a result, heroin, nuclear materials, weapon smuggling
and radical Islam constitute the domestic problems, commonly
shared in the region. In the meantime, the Caspian issue, border
violations, which continue to be experienced with Russia and
China these countries' imperial approach to the Central Asia
region are leading to foreign threat perceptions of Central
Asian Republics.
Key words: Central Asia, security issue, terrorism,
Russian, China
Giriş
11 Eylül sonrası Afganistan’a düzenlenen askeri müdahale ve ardından
ABD’nin Orta Asya cumhuriyetleriyle terörle mücadele kapsammda, askeri-
güvenlik alanında başlatmış olduğu ilişkiler ve ABD’nin bölgeye yerleşmeye
başlamış olması, bölge ülkelerinin tehdit algılayışlarının boyutunu ve güvenlik
yapılanmalarını da önemli ölçüde etkilemeye başlamıştır. Bugün için gelinen
aşamada, Orta Asya bölgesindeki güvenlik sorunlarını iki temel başlık altında ortaya
koymakta fayda vardır: Bunlardan birincisi “iç”, diğeri ise “dış” tehdit
algılamalarıyla ilgilidir. îç tehdit algılamalarının içerisine bölgesel çapta paylaşılan
ortak sorunlar da dahil edilebilir. Buna göre, Orta Asya ülkelerinin hemen hemen
hepsinde ortak olan genç ve hızla büyüyen bir nüfus yapısı ve beraberinde gelen
işsizlik sorunu; ciddi çatışmalar yaratmaya hazır siyasi ve ekonomik ortam; otoriter
yönetimlerin neden oldukları siyasi gerilimler ve insan hakları ihlalleri; etnik
milliyetçilik, kabilecilik ve bölgecilik sorunları doğrudan her ülkenin iç temel
sorunlarını oluşturmaktadır. Su sorunu, yılan hikayesine dönen sınır ihtilafları ve
bunun sonucunda ortaya çıkan uyuşturucu, nükleer malzemeler, silah kaçakçılığı ve
radikal İslam ise, bölgenin ortaklaşa paylaştığı iç sorunları oluşturmaktadır. Diğer
taraftan, Hazar sorunu, Rusya ve Çin ile kısmen de olsa yaşanmaya devam eden sınır
ihtilafları ve bu ülkelerin Orta Asya bölgesine yönelik emperyal yaklaşımları, Orta
Asya cumhuriyetlerinin önde gelen dış tehdit algılamalarının başında gelmektedir.
Biz bu çalışmamızda, Orta Asya devletlerinin karşı karşıya kaldığı iç güvenlik
sorunlarını teker teker analiz etmeye çalışacağız.
Sovyetler Birliği’nin dağılması beraberinde haliyle çeşitli parçalanmaları da
getirmiştir ki bunların en başında 15 bağımsız yeni devletin dünya siyaset
sahnesinde boy göstermesi olmuştur. Fakat diğer taraftan, 1991’in sonlarında
merkezi komünist otoritenin yıkılmasıyla birlikte dünya siyaset sahnesine çıkan bu
yeni cumhuriyetler için bağımsızlık, büyük sıkıntılar ve problemler anlamına da
gelmekteydi. Nitekim bu ülkeler arasında yer alan Orta Asya Cumhuriyetleri, daha
önce Afrika ülkelerinde yaşanan bağımsızlığın soğuk gerçekleriyle karşı karşıya
kalıvermişlerdir.
Her şeyden önce bu cumhuriyetler gerçek bir etnik devleti yansıtmaktan
ziyade, daha çok politik esaslara dayalı, böl ve yönet mekanizmasının bir sonucu
olarak tezahür etmişlerdir. Bir iddiaya göre ise bu suni etnik devletler, Orta Asya’da
ki Rusların kontrolünü tehdit edebilecek herhangi bir Türkistan Birliği fikrine karşı,
Moskova tarafından oluşturulmuş “vekil milliyetçilikler”di. ve bunun bir sonucu
olarak da, Orta Asya’nın bazı halkları milli bölgesel teşekküllerini elde edememiştir
(Koçiyev 2001:295-296). Nitekim, Sovyetler Birliği dönemi boyunca bu
cumhuriyetlerden birinde yaşayan bir kişinin kendini Türkistanlı, hatta “Türk” ya da
“Müslüman” kimliğiyle tanıtması politik olarak tehlikeli kabul edildiği için yasaktı.
Oysa, Glastnost ve Perestroika’nm belirişiyle diğer cumhuriyetlerde egemenlik ve
bağımsızlık hareketlerinin, yani diğer bir deyişle Rus olmayan milliyetçiliklerin
kendilerini göstermeleri süreci başlamıştı. Gorbaçov farkında olmadan, SSCB’nin
parçalanma ihtimalini ve etnik çatışmaları gündeme getirmişti. Özellikle bu etnik
çatışmalar ihtimali Orta Asya için de geçerliydi ve nitekim öyle de oldu; Orta
Asya’da Türkler önce kendi aralarında kavgalara başladı (Armaoğlu 1991:223).
Dolayısıyla, SSCB’nin çöküşü ile birlikte, Orta Asya’da bağımsızlıklarına kavuşan
yeni devletler dikkatlerini ilk etapta milliyetçilik konusuna çevirmek zorunda
kaldılar (Gellner 1992:7).
Bu çerçevede, SSCB dönemi politikalarının bir sonucu olarak, 1990’da
Kırgızistan’da çoğunluğu Özbek olan Oş’ta her iki milletten yüzlerce insan
inanılmaz bir acımasızlıkla katledilerek öldürülmüştür. 1990 yılında Kırgızistan’ın
Oş bölgesinde meydana gelen bu olayların görünürdeki nedeni, tarım topraklarının
tasarrufu konusundaki sürtüşme idi. Burada yaşayan Özbek kökenli insanlar çeşitli
şiddet hareketlerine maruz kaldıklarını ifade etmişlerdir. Olaylarda resmi verilere
göre 230 kişi ölmüş, 4 bin kişi yaralanmış ve 400 kişi ise kaybolmuştur. Özbekistan
“Birlik” hareketinin verilerine göre ise 5 bin ölü vardı ve bunun 4500’ü Özbek asıllı
idi. 1991 yılında bu kadar şiddetli olmamakla birlikte, Orta Asya cumhuriyetlerinde
36 çatışma daha meydana gelmişti (Devlet 1995:30-35).
Bugün, Fergana Vadisi Orta Asya’daki en büyük muhtemel çatışma
bölgelerinden birini oluşturmaktadır. Bu bölgedeki yedi yerleşim biriminden dördü
Özbeklere, ikisi Kırgızlara ve biri de Taciklere aittir. Ama, eğer Tacikler, Özbeklerin
yönetimindeki bu dört yerleşim biriminden ikisini oluşturan Buhara ve Semerkant’ı
gündeme getirirlerse, bölgedeki en tehlikeli çatışma Özbekler ve Tacikler arasında
patlak verecektir denilmektedir (Devlet 1995:30-35). Nitekim İslam Kerimov Orta
Asya’yı büyük ihtimalle parçalayabilecek tek şeyin, 1924 yılının başlangıcında keyfi
olarak çizilmiş bulunan sınırlar konusu olduğunu iddia etmekte ve şöyle demektedir:
“Eğer bir cumhuriyeti diğerine karşı boy ölçüştürmeye kalkacaksanız, sınırlar
hakkında konuşmanız yeterli olacaktır.” (Mirsky 1992:336).
İslam Kerimov hiçte haksız değildir. Çünkü, bugün Orta Asya’da ve
Kafkaslardaki ihtilâfların altında yatan diğer en önemli bir önemli sebep de 1924 ve
1936 yıllarında Sovyetler tarafmdan çizilen yapay sınırlardır. Bu sınırlar, adeta Orta
Asya devletlerinin arasında bir “Demir Perde” olarak durmaktadır (Rallon 2004:1).
Bugün, Oş bölgesindeki çatışmaların en önemli bir sebebi de, Sovyetlerin
Özbeklerin çoğunlukta olduğu bu bölgeyi Kırgız sınırlarında bırakmasından
kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırlarının yapay
olduğu da ifade edilmektedir (Ölçekçi 1995:7-8). Hatta, 1924-1926’daki sınır
tespitinde bazı Özbekler “Tacik” ve bazı Tacikler ise “Özbek” olarak kayıtlara
geçirilmiştir (Aslan 1996:111).
Bu çerçevede, coğrafya ve etnik gruplar dikkate alınmadan yapay bir şekilde
çizilen sınırların, Sovyet döneminde 1921’den 1980’e kadar yaklaşık 90 kere
değişmesi, bugün sadece Orta Asya’da 18 ciddi sınır uyuşmazlığının temel nedenini
teşkil etmektedir. Bunların en önemlileri ise Özbekistan-Türkmenistan, Kazakistan-
Rusya Federasyonu, Özbekistan-Kırgızistan arasındadır. Çünkü, yeni sınırları eski
monolit devletlerin ortasından geçmektedir. Daha açık bir ifadeyle “Buhara
Emirliği”, Özbekistan-Türkmenistan ve Tacikistan, “Hive Hanlığı” Özbekistan-
Karakalpak Cumhuriyeti-Türkmenistan ve Kazakistan, “Hokand Hanlığı” ise
Özbekistan-Tacikistan-Kırgızistan ve Kazakistan arasında bölünmüştür ve asırlardan
beri kendi toprakları üzerinde yaşayan Orta Asyalılar, kendilerini atalarının kültürel
geleneklerinin meşru mirasçısı saymaktadır. Bu durum ise haliyle, bölgeye sonradan
gelen veya gönderilen milletler ve topluluklar arasında anlaşmazlıklara sebebiyet
vermektedir. Orta Asya’daki ihtilaflı bölgeler şu şekilde özetlenebilir (Aslan
1996:111-113):
1. Karakalpak Muhtar Cumhuriyeti, Özbekistan’dan ayrılıp Kazakistan’la
birleşmek istiyor;
2. Türkmenistan, Kazakistan’ın Mangistauski rayonunu istiyor;
3. Özbekistan, Türkmenistan’ın Daşovuz bölgesinin bir bölümünü istiyor;
4. Karakalpak Muhtar Cumhuriyeti, Özbekistan’ın Buhara bölgesinin kuzey¬
batı kısmını istiyor;
5. Özbekistan’ın Harezm Bölgesi, Karakalpak Muhtar Cumhuriyeti’nin
güney-doğu bölgesini istiyor;
6. Özbekistan, Carcov bölgesinin Amu-Derya kısmını istiyor;
7. Türkmenistan, Buhara bölgesinin Amu-Derya kısmını istiyor;
8. Özbekistan, Kazakistan’ın Çimkent bölgesinin güney kısmını istiyor;
9. Tacikistan, Özbekistan’ın Surhan-Derya rayonunu istiyor;
10. Tacikistan, Özbekistan’ın Semerkant ve Buhara bölgelerinin bir kısmını,
Zeravşan Nehri vadisini istiyor;
11. Tacikistan, Kırgızistan’ın Oş bölgesindeki sıradağların güney bölümünü
istiyor;
12. Kırgızistan, Tacikistan’ın Gomo-Bedehşan muhtar bölgesinin bir kısmını
istiyor;
13. Özbekistan, Kırgızistan’ın Oş vilayetinin bir bölümünü istiyor;
14. Kazakistan, Kırgızistan’ın Issık-Göl bölgesinin kuzey bölümlerini istiyor;
15. Kırgızistan, Kazakistan’ın Alma-Ata ve Taldı Kurgan bölgelerinin güney
kısımlarını istiyor;
16. Kazakistan, kendisine sınır Rus topraklarının bir kısmını istiyor. Mesela,
Astrahan, Volgograd, Orenburg, Omsk, Kurgan, Altay toprakları ve diğerleri;
17. Kazakistan’ın kuzeyinde ve buna komşu Rus topraklarında bir Alman
idari biriminin kurulması düşünülüyor;
18. Rusya, Kuzey Kazakistan, Kökşetav, Akmolla (Tselinograd), Kustanay,
Doğu Kazakistan, Oral ve Aktöbe rayonlarının kuzey kısımlarıyla Semipalatinsk ve
Pavlodar’ın Irtış kısmını istiyor.
Ayrıca, tüm eski Sovyet cumhuriyetleri arasındaki mevcut sınırların
%85’inin tarihsel meşruiyetten yoksun olduğu, sadece, Letonya-Litvanya, Letonya-
Beyaz Rusya ve Beyaz Rusya-Rusya arasındaki sınırların tartışma götürmediği, Rus
Coğrafya Enstitüsü Bilim Akademisi’ne göre ise, eski SSCB topraklarında 160
potansiyel sınır çatışmasının bulunduğu ifade edilmektedir (Ayman 1994:9). Diğer
taraftan, sınırlar üzerindeki anlaşmazlıklar, gerek BDT çerçevesinde gerekse iki
taraflı antlaşmalarla çözülmeye çalışılmaktadır. Bu konuda en önemli anlaşmazlık
Dağlık Karabağ üzerindeki Ermeni-Azeri çatışmasıdır. BDT'nin kurulmasından
sonra sınır problemlerini de engellemek amacı ile Ermenistan, Beyaz Rusya,
Kazakistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu, Tacikistan ve Özbekistan arasında
Kiev’de 20 Mart 1992 tarihinde “BDT Üyesi Devletlerin Devlet Sınırlarının ve
Denizdeki Ekonomik Bölgelerinin Korunması Hakkındaki Antlaşma” imzalandı. Bu
antlaşma,'ile sınırların dol&fiulmazlığı prensibi hüküıty' altına alınmış oluyordu.
Özbekistan ve Türkmenistan arasındaki ihtilâf görüşmeler yoluyla çözümlenmiş,
sınırlar tespit edilmiştir. 21 Eylül 2000 tarihinde iki Devlet bu konuda nihai bir
antlaşma imzalamıştır. Yine Türkmenistan ve Kazakistan arasında önceki SSCB
sınırlarını teyit eden bir antlaşma imzalandı (Terzioğlu 2001:111-123).
Türkmenistan devlet başkanmm 2-6 Ocak 1994 tarihinde İran’a yapığı gezide sınır
hakkında da olmak üzere bazı antlaşmalar imzalandı (Garayev 1998:52).
1995 yılı Mart ayında Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve
Tacikistan devlet başkanları arasında Daşoğuz’da bir toplantı yapıldı. Toplantı
sonunda imzalanan ortak beyannamede sınırların dokunulmazlığı ve toprak
bütünlüğü teyit edildi (Ministry of Foreign Affairs of Türkmenistan 1997:27).
Kazakistan açısından da sınırların değişmezliği ilkesi değişik belgelerle
desteklenmiştir. Kazakistan ile Kore Halk Cumhuriyeti arasında Kazakistan'ın
sınırları yeniden işaretlenmek suretiyle onaylanmış, Rusya Federasyonu ve
Kırgızistan Cumhuriyeti ile de sınır delimitasyonu konusunda benzer belgeler
imzalanmıştır. Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasındaki sınır
sorunları “Şanghay Beşlisi” adı altında yapılan devlet başkanları zirvesi ile çözüme
kavuşturuldu. Özellikle Kazakistan ile Çin arasındaki sınır sorunu kesin bir şekilde
çözüldü (Cansever 2000:17).
Kırgızistan ve Kazakistan devlet başkanları Bişkek’te sınır da dahil olmak
üzere bir dizi antlaşma imzalamıştır. Bu çerçevede Nazarbeyev’in tespiti oldukça
dikkat çekicidir: “Halklarımızın saldırgan olmayan girişimlerinin son örneği
Kazakistan ile Özbekistan arasında imzalanan hudutların delimitasyonu
anlaşmasıdır. Üstelik çok kısa bir zaman öncesine kadar bölge ve dünya basını bu
“sorunun” yüksek çatışma olasılığı barındırdığını yazıyordu. Hatta bu sorunun
devletlerarası bir çatışmaya kadar tırmanacağından bahsediliyordu. Bu
gerçekleşmedi. İhtilaf tamamen barışçıl yoldan çözüldü. Hazar ve Orta Asya bölgesi
ülkeleri arasındaki bu “şimdilik nihai olmayan” mania yalnızca bu yolla aşıldı.”
(Nazarbayev 2003:15)
Tablo. 1: Türk Cumhuriyetleri'nde Nüfusun Etnik Durumu (1989/2003)
Cumhuriyetler |
Esas Unsur (%) |
Rus (%) |
Diğer (%) |
Azerbaycan |
82.63/90 |
5.58/2.5 |
11.79/7.5 |
Kazakistan |
39.67/53.4 |
37.82/30 |
22.51/16.6 |
Kırgızistan |
52.34/52.4 |
21.52/18 |
26.14/29.6 |
Özbekistan |
71.30/80 |
8.34/5.5 |
20.36/14.5 |
Türkmenistan |
71.86/77 |
9.52/6.7 |
18.62/16.3 |
Kaynak : (Nadir Devlet 1993:160-161 ve
http://www.odci.gov/cia/publications/factbook dan derlenmiştir.)
Diğer taraftan, Orta Asya için en tehlikeli problem, sınır problemleriyle bir
arada düşünüldüğünde, her cumhuriyet içinde büyük oranlardaki etnik azınlıkların
varlığıdır. Hiç kuşkusuz, eski SSCB’deki etnik çatışmaların önemli bir sebebini
zorunlu göçler oluşturmaktadır. Bu göçlerin başmda, Ruslaştırma politikası
çerçevesinde Çarlık Rusyası döneminden itibaren Rusların göçü gelir. Eski SSCB
ülkelerinin bağımsız olmalarıyla birlikte bu ülkelerde azınlık statüsüne düşen Ruslar,
ekonomik sorunlar ve milliyetçi akımlar ile bugün buralarda daha da bir sıkıntıya
düşmüşlerdir.
Nitekim, diğer ülkelerdeki azınlık Ruslar, Rusya Federasyonu’na dönüş
eğilimindedirler. “Rus Kamuoyu Araştırma Merkezi” (All-Russian Çenter for the
Study of Public Opinion)’nin 1991 araştırmasında 1996’ya kadar 3.5 milyon Rus ve
etnik azınlığın göç edeceği ileri sürülürken, Rus kaynakları, geçen birkaç yıl içinde
Rusya’ya 6-7 milyon göçmenin geldiğini bildirmiştir. Bugün eski SSCB’deki
göçlerin, ekonomik, toplumsal ve siyasal, etnik nedenler olmak üzere en az üç
nedenden kaynaklandığı da ifade edilmektedir (Tellal 1994:58-59). Bugün Orta
Asya’daki diğer bir etnik çatışma kaynağı da 9 milyon Rus’un kaderi ve varlığıdır.
Ruslar Orta Asya’da nesiller boyu yaşamıştır. Fakat çok azı yerel dilleri
konuşabilmektedir. Mesela, Kazakistan nüfusunun her ne kadar yüzde 38’i Rus ise
de, bunların sadece yüzde l’i Kazakça konuşabilmektedir. Ruslar arasındaki
yabancılaştırılma hissi, artan göçlere yansımaktadır. 1985’ten beri 800 bin Slav -
öncelikli olarak Ruslar - Özbekistan’ı, 1989’dan bu yana da 185 bin Rus
Kırgızistan’ı ve sadece 1992 yılı içinde de 90 bin Rus Tacikistan’ı terk etmişlerdir.
Şu anda kalmaya karar verenlerin içinde de geleceğe yönelik korku ve endişeler kök
sarmış durumdadır. Göç, henüz yiyecek, konut ve işsizlik problemi çeken ve içinde
bulunduğu ekonomik darboğazı aşamayan Rusya Federasyonu tarafından hiçte
istenmemektedir. Bu doğrultuda, göçmenlerin ülkeye yeniden gelmelerini önlemek
için oldukça katı kurallar getirilmekte ve gelenlerin ise kırsal bölgelere yerleşmeleri
istenmektedir. Bu nedenle Rus halkının büyük çoğunluğu yine Orta Asya’da
yaşamaya mahkum gibidir. Bu mecburiyetten dolayı Rus azınlığın haklarını ve
mallarını koruyan politik organizasyonlar bu ülkelerde oluşturulmaya başlanmıştır.
Bundan dolayı olsa gerek, Ruslar bu ülkelerde korkusuz, kendinden emin, kaliteli ve
belli bir deneyimi olan liderleri destekleme eğilimindedirler. Yalnız bu tutumları,
seçimleri, gelecekte zıtlaşma hareketleri oluştuğunda bir anti-Rus karaktere ve
harekete sebebiyet verebilir gözükmektedir. Yine Ruslar, ekonomik problemlerin
tırmanmasıyla beraber, kredi kaybeden statükoculuğun savunucuları olarak
algılanabilirler ve yerel liderler politik katılımcılığın alanını ve şeklini sınırlamanın
yollarına bakabilirler. Bilim, teknoloji ve hizmet sektörlerinde oldukça önemli bir
yere sahip olan ve ihtiyacı duyulan Rusları şu geçiş sürecinde kaybetmek istemeyen
Orta Asyalı liderler, Rusların korkularını, endişelerini her ne kadar gidermeye
çalışsalar da; bölgedeki ekonomik krizler, yerel milliyetçilik ve İslam’ın dönüşü
Ruslar ve Orta Asyalılar arasında ileride ciddi bir gerilim yaratacağa benzemektedir
(Menon, Barkey 1992-1993:71).
Her şeye rağmen, Orta Asya milliyetçiliği yükselmekte, eğitim ve yönetimde
yerel diller kullanımı istenmekte ve İslam artık günlük yaşamda açıkça ortaya
çıkmaktadır. Orta Asya’da milliyetçilik sorunu, Sovyetler Birliği’nin diğer
bölgelerinden çok daha fazla oynak bir konudur. Daha önce de belirtildiği üzere
Stalin, Sovyet Orta Asyası’nın haritasını çizerken, doğal bölgeleri göz önünde
bulundurmaktan çok bölgesel bir birlik oluşmasmı engelleme gibi siyasi kaygıları
göz önünde bulundurmuştu. Stalin’in ya da Bolşeviklerin suni ve bazı yerlerde
pervasızca haksız sınırlar ortaya koydukları bir gerçektir. Ama bunları şimdi tekrar
gündeme getirmek “Pandora’nın Kutusu”nu açmaya benzeyecektir. Burada
Afrika’yla bir paralellik kurmak hiçte yersiz olmaz, çünkü bağımsızlık sonrası
Afrika ülkeleri de bu tür sınır ve etnik problemlerle karşılaşmışlardı. Ama onlar
oyuna gelmediler ve beklenenin tam tersine aralarındaki sınır ihtilaflarını ve etnik
problemleri gündeme getirmeyerek aralarındaki kanlı ve bitmeyecek savaşların
önünü aldılar. En azından hazır ki sınırların bütün Orta Asyalı liderlerce fait
accompli olarak kabul edilmesi de büyük bir aşamadır. Fakat, şimdilik bu
problemlerin dondurulduğu, ve içerisinde bulundukları sıkıntılar geçtikten sonra
tekrar gündeme getirileceği iddiaları da her zaman için göz önünde
bulundurulmalıdır.
Su, Orta Asya’da az bulunan bir kaynak olarak, bölge devletleri açısından
büyük bir ehemmiyet taşımakta ve zaman zaman yaşanan gerginliklerle de
önümüzdeki süreçte bölgenin ciddi bir sorunu olduğunun sinyallerini vermektedir.
Artan nüfus ve tarım alanlarına paralel olarak artan su ihtiyaçları, ülkeler arasında
paylaşım ve kullanım sorununu sebebiyet verirken, diğer taraftan bölgesel çevre
sorununa da neden olmaktadır. Nitekim, 1996’da Aral havzasında 47 milyon olan
nüfusun 2020 yılında yaklaşık olarak 60 milyonu bulması beklenmektedir (Micklin
2000:68). Bu aynı zamanda Aral’ın felaketi anlamına da gelmektedir.
Orta Asya'nın temel su ihtiyaçlarını Amu Derya ve Siri Derya nehirleri
karşılamaktadır. Aral havzasının en önemli nehri olan, Tacikistan, Kırgızistan ve
Afganistan’ın Pamir Dağlarındaki buzullardan ve karlardan kaynağını alan Amu
Derya, Karakum Çölü’nü aşarak yaklaşık 2.400 km. geçtikten sonra sularını Aral
Gölü’ne boşaltmaktadır. Türkmenistan’a giriş yaptığı Kerki noktasındaki normal
debisi 1960İ1 yıllara kadar 2.197 m3 olan Amu Derya nehrinin bugünkü debisi, Aral
Gölü’ne aktığı nokta olan Karakalpakistan’daki Nukus şehrinde 1496 m3’e kadar
düşmektedir. Bölgedeki su kaynaklarının çıkış yolu bulamaması nedeniyle, Amu
Derya ve Siri Derya’da biriken sular Aral Gölü’nü oluşturmaktadır. Dünyadaki
dördüncü büyük içme suyu gölü olan Aral Gölü’nde 1960’lı yıllardan beri pamuk
ekimi ve hidroelektrik barajlarının inşaatı nedeniyle bir iç bozulma yaşanmaktadır.
Son zamanlarda Orta Asya’nın hemen hemen her ülkesinden geçen Amu
Derya ve Siri Derya nehirleri üzerinde Kırgızistan ve Tacikistan’ın barajlar ve
sarnıçlar inşa etmek suretiyle suyu kontrol altında tuttukları gözlemlenmektedir.
Oysa, bu iki nehir genel olarak bölgenin tarımsal, sulama, içme suyu ve
hidroelektrik enerji ihtiyacının elde edilmesinde önemli bir yere sahiptir. Kırgızistan
ve Tacikistan bölgede komşuları üzerinde siyasi ve ekonomik bir üstünlük elde
etmek için suyu ellerinde önemli bir kart olarak görmektedirler. Son iki yıldır her iki
ülkenin suyu geçici sürelerle kesmesi, Özbekistan ve Kazakistan’dan ucuz gaz,
petrol ve tarımsal ürünler almalarıyla kendileri açısından başarılı bir şekilde
neticelenmiştir. Kırgızistan ve Tacikistan ellerindeki bu kartın komşuları üzerinde
kullanıldığında etkin sonuçlar getirdiğinin farkındadırlar. Fakat, diğer taraftan,
madalyonun diğer yüzü göründüğü gibi değildir. Şayet, Kırgızistan ve Tacikistan bu
tavırlarında ısrar ederlerse kendilerini hiç de arzu edilmeyen bir tehlikenin içerisinde
bulabilirler. Su kaynaklarının uzun vadede bu şekilde kesintilere uğraması
durumunda, bölge ekonomilerine ve çevreye zarar vermesi kaçınılmaz olacaktır. Bu
durumda askeri operasyonlara kadar varacak tansiyon yükselmesi ve nihayetinde
çatışmalar bölgede zaten varolan istikrarsızlığı daha da içinden çıkılmaz bir hale
getirecektir. Nitekim, dünyanın 5. büyük pamuk üreticisi ve 2. büyük ihracatçısı olan
Özbekistan’ın son iki yıldır su miktarının azalmasından ve kuraklıktan dolayı pamuk
üretiminde bir düşüşle karşı karşıya olduğu bilinmektedir. Bu noktada,
Kırgızistan’ın gaz ihtiyacını karşılamak için Özbekistan’ı takas (barter) usulüne
zorlaması söz konusu olmuştur.
Eski Sovyet coğrafyasında sahip olduğu su kaynakları bakımından Rusya’dan
sonra ikinci, Orta Asya’da ise birinci konumda olan Tacikistan, kendi topraklarından
akan suyun tümünün esas sahibi olduğuna inanmakta ve Özbekistan’ın kullandığı su
için ücret istemektedir. Özbekler, Tacikistan’ı suya sanayi ve tarımsal kirlilik ve
zehirli atıkların (zirai ilaç ve gübre gibi) yanı sıra kanalizasyon karıştırarak
Özbekistan’da hastalığa sebep olmakla suçlamaktadırlar. Öte yandan bölgede su
bakımından sıkıntı yaşamakta olan Kazakistan ve Özbekistan, geçen yaz yaşanan
kuraklık nedeniyle Tacikistan’dan kendilerine su sağlanması talebinde
bulunmuşlardır. Önümüzdeki yaz aylarında Orta Asya’da kuraklık beklendiğinden
bu iki devletin tekrar su talebinde bulunabileceği düşünülmektedir. Türkmenistan ise
Karakum Çölü’nde Türkmenbaşı Yapay Gölünü oluşturmaya çalışmaktadır. Fakat
bu gölü dolduracak su ancak Tacikistan’dan doğan ve son iki yıldır kuraklık
yaşanmakta olan Afganistan üzerinden geçen Amu Derya nehrinden sağlanabileceği
için, bu mesele de ciddi sonuçlara gebe gözükmektedir.
Diğer önemli bir sorun kaynağı ise, çok hassas bir konumda bulunan Hazar
ve Aral ekosistemlerine daha fazla zarar verilmesi durumunda ortaya çıkacak ve geri
dönüşü ve belki de telafisi mümkün olmayacak çevre felaketlerine yol açılacaktır.
Hazar bölgesinin genel ekolojik durumu zaten güvenli sınırların çok altına düşmüş
durumdadır. Oysa Hazar Denizi, çevresel açıdan oldukça önemli bir değer
niteliğindedir.
1980’li yılların başına kadar Hazar Denizi zengin balık popülasyonu ile çok
ünlü idi. Özellikle mersin balığından elde edilen siyah havyar bir zamanlar
Rusya’nın batıya dış satımının yüzde 90’ım oluşturmakta idi: Önceleri yılda 650 bin
ton mersin balığı yakalanmakta iken, 1980’lerde 250 bin tona kadar düşmüştür.
Günümüzde ise bu, çok az bir düzeye kadar inmiştir (Ökmen 2001:239).
Yükselen su seviyesi ve kıyı şeridinin sular altında kalmasına ilaveten, kıyı
şeridinin yağmalanması ve tuzlanması da mevcut şartları zorlaştırmaktadır. Artan
kirlenme, kıyı tabanının hızla yoğun petrol işletimine alınması ve giderek sayıları
artan açık deniz petrol sahalarıyla birlikte, Hazar’daki çeşitli hayat formları da yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Ayrıca, hidrokarbür atıklarının yoğunluğu
nedeniyle Azerbaycan kıyıları şimdiden insanlar için tehlikeli bir hale gelmiştir
(Aydın 2004:169). Hazar enerji kaynaklarıyla bağlantılı olarak gündeme gelen bir
diğer tehlike de, Boğazların ve Karadeniz’in giderek daha yoğun bir şekilde petrol
taşımacılığında kullanılıyor olmasıdır. Şimdiden her yıl Boğazlardan geçen 50 bin
geminin %60 kadarının tankerlerden oluştuğu gözlemlenmektedir (Alirıza 2000).
Diğer taraftan, Orta Asya devletleri açısından hayati bir önem taşıyan bir diğer
çevresel sorun ise Aral Gölü ile ilgilidir. Aral Gölü’nde suyun azalması sadece göle
komşu bölgelerdeki su krizini tırmandırmakla kalmamış, aynı zamanda ağır ekolojik
ve çevresel sorunları da beraberinde getirmiştir. Dünyanın en büyük dördüncü gölü
olan Aral Gölü, 1960’lı yıllardan itibaren temel su kaynaklarının pamuk, buğday ve
pirinç tarlalarının sulanmasına yönlendirilmesi sonucunda, günümüzde sekizinci
sıraya inmiştir. Bu küçülme, beraberinde çevre felaketini de getirmiştir. Aral Gölü,
zengin balık kaynakları ve kuzey Aralsk limanından başlayarak Tacikistan’a kadar
balık ticareti ile yüz binlerce insanın geçim kaynağını oluşturuyordu. 1991’de
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bu büyük çevre felaketinden endişe
duyan uluslararası uzmanlar, değerlendirme ve çözüm bulma amacıyla Orta Asya
bölgesi üzerine çalışmaya başladılar. Sayısız çalışmalar ve raporlara rağmen,
uzmanlar gölün kurtarılmasının imkansız olduğu fikrine inanmış ve artık çabaların
sadece insani facianın önlenmesi yolunda sarf edilmesi gerektiği kanısına
varmışlardır.
Aral Gölü neredeyse bütün Orta Asya’nın merkezinde bulunduğu için
bölgesel bir sorun teşkil etmektedir. Yaklaşık 700 bin km2 yüzölçüme sahip Aral
havzası, Özbekistan, Tacikistan ve Kazakistan’ın güney-batı kısmını, Kırgızistan’ın
Oş ve Narin bölgelerini, Türkmenistan’ın Daşhovuz bölgesini içermektedir. Ayrıca,
kuzey Afganistan ve Kuzey-doğu İran da bu etkilenen bölgeye dahildir. Nitekim,
1996’da Aral havzasında 47 milyon olan nüfusun 2020 senesinde yaklaşık 60
milyonu bulacağı tahmin edilmektedir. Orta Aral Havzası çok gelişmiş barajlar,
sulama kanalları ve hidroenerji santrallerine sahiptir. En uzun kanal ise
Türkmenistan’da bulunan 1.100 km uzunluğa sahip olan Karakum Kanalı’dır (Kaya
2002:122). Aral Denizi sularının büyük kısmı tarımda kullanılmaktadır. Tarımsal
amaçlı sular toplam talebin yüzde 92’sine ulaşmaktadır. Diğer kullanımlar ise
hidroenerji üretimi, evsel/kullanım ve endüstriyel amaçlıdır. Aral Denizi Havzası
toplam 37,5 milyon nüfusa sahiptir. Bu nüfus Kazakistan (2,6 milyon), Kırgızistan
(2,5 milyon), Tacikistan (5,6 milyon), Türkmenistan (4,5 milyon), Özbekistan (22,2
milyon) arasında dağılmıştır. Yüksek nüfus artış oranının (%2.6) toplam nüfusu
2010 yılında 51,8 milyon’a ulaştıracağı tahmin edilmektedir. En çok Özbekistan ve
Türkmenistan, yaşamlarını sürdürebilmek için Havza sularına bağımlıdır. Buralarda
sular, sulama amaçlı olarak kullanılmaktadır. Özbekistan toplam dış satımının
%76’sım pamuk ve buna bağlı sanayiden elde etmektedir (Kaya 2002:122-123).
Kazakistan Siri Derya sularını evsel amaçlı kullanmaktadır. Tacikistan ve
Kırgızistan ise hidroelektrik üretimi için su kullanmaktadırlar. Diğer taraftan, Orta
Asya devletleri açısından hayati bir önem taşıyan su kaynaklarından Aral
Gölü’ndeki su seviyesi bugün kritik bir noktaya gelmiştir. Bu durum, beraberinde
getirdiği çevre felaketinin yanı sıra, bölge devletleri arasında siyasi bir sorun
oluşturması nedeniyle de potansiyel bir çatışma ihtimalini gündeme getirmektedir.
Zira, tüm bölge devletlerinin kendi su kanunu mevcut olup, bu kanunlara göre her
ülke kendi toprakları üzerinden akan su üzerinde mutlak egemenlik hakkı olduğunu
ileri sürmektedir. Özellikle, Aral çevresinde yukarı-kıyıdaş ülkeler olan Kırgızistan
ve Tacikistan ile aşağı-kıyıdaş ülkeler olan Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan
arasında bir su krizi yaşanmasından korkulmaktadır. Orta Asya ülkeleri arasında en
büyük nüfus, ekonomi ve orduya sahip olan Özbekistan’ın böyle bir çatışmadan
galip çıkması muhtemeldir. Ayrıca, Fergana Vadisi’nin büyük kısmına sahip olan
Özbekistan’ın, Kırgızistan’ın su kaynakları üzerindeki talebinin ilerde tekrar
gündeme gelmesi de muhtemel görünmektedir.
Netice itibarıyla ifade etmek gerekirse, 1990 sonrası eski Sovyetler
Birliği’nin yapılanmasında ve niteliğinde ortaya çıkan değişme ve Orta Asya
Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanma sürecinde görülmüştür ki çevre
sorunları yalnızca kapitalist sistemin değil bütün sistemlerin ve insanlığın
sorunudur. Özellikle Hazar ve Aral Gölü örneğinde Orta Asya’da ortaya çıkan
çevresel felaketin boyutları bunu bir kere daha de facto olarak insanlığın görmesini
sağlamıştır. Konunun çevresel boyutlarının ötesinde ekonomik ve siyasal içerikli
jeo-politik ve jeo-stratejik nitelikler de taşıyor olması, uluslararası ve uluslar üstü bir
yaklaşımı, çözüm arayışını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin de
bölgeyle olan tarihi ve coğrafi bağlarının yanında ekonomik sosyal, kültürel ve
siyasal içerikli ilişki potansiyeli açısından daha aktif bir rol alması gerekmektedir.
Bölge ile ilgili olarak Türkiye’nin jeo-politik ve jeo-stratejik pozisyonuna uygun
hareket etmesi, uluslararası ilişkiler sistemi ve küresel karar alma- uygulama
mekanizmaları içerisindeki ağırlığım arttıracaktır. Çünkü bugün çevre ve ona ilişkin
sorunlar, uluslararası ilişkiler boyutunun ötesinde hızla transnasyonel nitelikler
kazanmaktadır (Ökmen 2001:248-249).
Orta Asya ülkeleri, 1990’ların ortalarına kadar uyuşturucu problemini sadece
yabancı ülkeleri etkileyen bir sorun olarak görmekteydi. Potansiyel bir tehlike
olmasına rağmen, büyük miktarda afyon üretimi Orta Asya ülkelerinde
görülmemekle birlikte (World Drug Report 2000:39), Kazakistan, Kırgızistan ve
Tacikistan’da merkeze uzak bölgelerde küçük miktarlarda yasadışı haşhaş ekimi
yapıldığı Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu’na bildirilmiştir (INCB Report
2001:83). Fakat, INCB 2001 Raporu’na göre, şu an için, Orta Asya’daki hiçbir
ülkede afyon ya da morfin işlendiğine dair bir somut bir delil mevcut değildir. Orta
Asya da, büyük ölçüde, Afgan orijinli afyon ve eroin kaçakçılığından
etkilenmektedir. Orta Asya ülkeleri, Afgan eroin ticaretinin önemli bir öğesi haline
gelmiştir. Bu çerçevede, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve
Özbekistan’ın yer aldığı Orta Asya bölgesi, uyuşturucu üreticilerinden uyuşturucu
tüketicilerine uzanan güzergah üzerinde yer alan transit geçiş bölgesidir. Bölgemiz,
uyuşturucu imparatorluğunun merkezlerinden biri olan ve Afganistan, Pakistan ve
İran’ı kapsayan “Altın Hilal” ile komşudur. Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan
Afganistan ile ve yine Türkmenistan İran ile ortak sınırlara sahiptir (Nazarbayev
2003:83).
Bölgesel uyuşturucu ticaretine baktığımızda dört tip grup karşımıza
çıkmaktadır; uyuşturucu mafyası, sınır aşan suç örgütleri ve başkaldıran/terörist
gruplar. Bu gruplar kapsamlı kaçakçılık ağları oluşturmuşlardır. Kafkasya ile Orta
Asya’daki bu suç trafiğine, İslamcı grupların etkin biçimde katılması ile de, Dünya
uyuşturucu ticaretindeki terör payı daha da artmıştır (Ülkü 2002:123).
Bölgedeki yetkili otoriteler, uyuşturucu kaçakçılığına karşı, bu alanda
sağlanan uluslararası yardım ve işbirliğine de dayanarak kanun uygulayıcı tedbirlere
odaklanmıştır. 1995’ten sonra ise, Afgan eroininin geniş oranlarda Orta Asya
üzerinden sevk edilmeye başlanmasıyla uyuşturucu, lokal tüketim pazarına da
girmiştir. Bu durum, Orta Asya’da uyuşturucu probleminin ele alınmasında
değişikliğe sebep olmuş ve yerel otoritelerce problemin talep kısmının da dikkate
alınmasını zorunlu kılmıştır (UNODCCP 2002:23).
Orta Asya’daki uyuşturucu suiistimalinin boyutları hakkında kesin bilgiler
olmamakla birlikte, Orta Asya Cumhuriyetleri’ndeki uyuşturucu bağımlıların
sayısında artış olduğuna dair kuvvetli belirtiler bulunmaktadır. Madde bağımlılığın
artması ise, özellikle uyuşturucu maddenin enjektör kullanarak alındığı durumlarda,
HIV virüsünün ve Hepatit C’nin de yayılmasına yol açmaktadır. Uzmanlar Orta
Asya’da HIV virüsü taşıyan kişi sayısının 50.000’den fazla olduğunu tahmin
etmektedir. Orta Asya’da son yıllarda uyuşturucu kullanımındaki en büyük artış
Tacikistan’da görülmektedir. Tacikistan’da, kayıtlı uyuşturucu kullanıcısı sayısı
1992-2000 aralığında 7 kat artmıştır. İstatistiki verilere göre (2001 yılma kadar),
Kazakistan’da ise, 45.505 kişi uyuşturucu kullanmaktadır. Bunların içinden 1927
kişi on sekiz yaşın altında olup, 4.420 kişi ise kadındır. Bu grup içinden 28.913
kişiye “madde bağımlısı” teşhisi konmuştur. Kazakistan’da yıllık ortalama afyon
kökenli uyuşturucuların kullanımı, transit hariç, 29 ton kendir-kenevir kökenli
uyuşturucuların ise 500-750 ton arasıdır. Uyuşturucu kullanıcılarının sayısı sürekli
olarak artmaktadır (Nazarbayev 2003:84).
Narkotik madde kullanımının artışı doğal olarak, uyuşturucu maddelerle ilgili
suçların da artışına neden olmaktadır. Örneğin, 1991 yılından 2001 yılma kadar
Kazakistan’da işlenen suçlar içerisinde uyuşturucuyla bağlantılı suçların oranı dört
kat artarak, %2,8’den %11,6’ya yükselmiştir. 2001 yılında uyuşturucuya bağlı
17.700 suç işlenmiştir. Son birkaç yıl içerisinde Kazakistan’da yılda ortalama 10
tondan fazla uyuşturucu ve uyarıcı maddeye el konulmuştur (Nazarbayev 2003:85).
Uyuşturucunun kaçakçılık boyutu ise, Orta Asya hükümetlerinin artan oranda çaba
sarf ettikleri bir alandır. Bu alanda bölgesel işbirliği giderek artmaktadır.
Bu çerçevede, Tacikistan ve Özbekistan hariç Orta Asya’daki tüm ülkeler,
kapsamlı ulusal uyuşturucu kontrol planlan kabul etmiş, her ülke uyuşturucu kontrol
koordinasyonu için ulusal bir kurum kurmuştur. Bununla birlikte, bilginin
toplanması, analizi ve kullanılması için gerekli etkin sistemler henüz kurulmuş
değildir. Uyuşturucuyla ilgili olaylara bakan hakim, savcı ve diğer kanun uygulayıcı
birim personeline eğitim sağlama ihtiyacı halen devam etmektedir. Uyuşturucu
kontrolüyle ilgili değişik birimler arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi de
hissedilen ihtiyaçlardandır. Öte yandan, açıklanan hususların, Orta Asya’daki ülkeler
bakımından tek tek ele alınmasında, ülkeler arasındaki farklılık ve yakınlıkların
anlaşılması açısından fayda görülmektedir. Diğer taraftan, Orta Asya’da uyuşturucu
maddelere ve uyuşturucu madde trafiğine karşı savaşanlar, şu ana kadar
Afganistan’daki terörizm-karşıtı operasyonun sonuçlarının bölge ülkelerindeki afyon
ve eroin üretimini ve kaçakçılığını azaltmadığını söylemektedir (Moldaliev
2002:94).
4. Terörizm Ve “Radikal” İslamcı Gruplar
Orta Asya Müslümanları, genel itibarıyla Sünni ve Hanefi
mezhebindendirler. Azınlıkta ki Şii’lerde “Oniki İmamcılar” ve yedi imamı tanıyan
“Pamir İsmaillileri”nden oluşmaktadır. Bölgede hakim olan Sufılik’te göz önünde
bulundurulmalıdır. Orta Asya ülkelerinden Tacikistan Fars dilli olmasına rağmen,
ağırlıklı olarak, Sünni mezhebindendir. İslam yerel tarihin, kültürün ve günlük
yaşamın vazgeçilemez parçasıdır. SSCB döneminde bölge üzerinde uygulanan sıkı
ateizm propagandaları ve dini yasaklar dahi bölgenin İslam kültüründen
uzaklaşmasına neden olmamıştır. Belki daha geri planda ve gizli bir şekilde dinlerini
yaşamak zorunda kalmışlardır ama din bölgede var olmaya devam etmiştir.
Günümüzde ise bölgede din bağlamında gelenekselden radikale bir geçiş süreci
dikkatleri çekmektedir. Nazarbayev’in tespitiyle, “Küresel karşıtlığın bitişinden
sonra ortaya çıkan “ideolojik boşluk” koşullarında İslam’ın pek çok Müslüman
ülkede (ve eski SSCB devletlerinde) hızla politize olduğu gözlenmektedir.”
(Nazarbayev 2003:61) Diğer taraftan, Orta Asya devletlerindeki din adamları
arasındaki ikili bölünme de din alanındaki bütünlüğü ortadan kaldırmaktadır ve bu
ikili ve istikrarsız yapıdan radikal gruplar çok rahatlıkla faydalanabilmektedir (Roy
1997:216-217).
Ahmed Raşid’e göre Resmi İslam hiyerarşisinin bıraktığı liderlik boşluğu,
İslami kökten dinci grupların çoğalmasına izin vermektedir. Suudi Arabistan’dan
Vahabiler, İran’dan Devrim Muhafızları ve Pakistan’dan bazı Sünni köktenci
partiler bu emsalsiz fırsattan yararlanmışlardır (Raşid 1996:287). Toplumsal
marjinal gruplar, gerçek İslâmın onların problemlerini çözeceğine ve onlara adalet
getireceğine inanmaktadırlar; ve radikalizme gelişimin tek aygıtı olarak
bakmaktadırlar (Moldaliev 2002:93). Diğer taraftan Afganistan’da Taliban haraketi
de, Orta Asya cumhuriyetlerindeki İslamcı muhalefet hareketlerine sığmak ve eğitim
olanakları sağlayarak yardım etmiştir. Amacı bir İslam devleti kurmak olan
Özbekistan İslami Hareketine (ÖİH), Afganistan’da silah desteği ve eğitim hizmeti
verilmiştir. Bu bağlar, kökten dinciliği bölge için bir istikrarsızlık kaynağı
potansiyeli haline getirmiş ve getirmeye de devam etmektedir (Mann 2001:1029).
Bu çerçevede Nazarbayev, terörizmi yeni jeopolitik güç olarak adlandırmakta ve
şöyle demektedir: “Bugün Hazar Havzası’ndan ve Orta Asya’dan “İkinci Balkanlar”
olarak bahsetmek moda haline geldi. Üstelik bu “balkanlaşma” az daha
gerçekleşiyordu. Ancak, bence durumu dramatize etmeye veya ucuz sansasyona
yönelmeye gerek yok.” (Nazarbayev 2003:12-13)
Bölgede üç aktif radikal İslâmcı örgüt bulunmaktadır: ÖİH, Hizb-ul Tahrir
(HuT) ve Birleşik Tacik Muhalefeti. Bu üç organizasyonun bazı ortak yönleri vardır.
İlk olarak amaçları, İslâmi bir devlet kurarak baştaki yönetimleri devirmektir. İkinci
ortak yönleri ise hepsi Afganistan ve Taliban’dan silâh, eğitim ve sığınma desteği
almaktadır. Üçüncü olarak bölgede düzelen hava koşullarıyla birlikte bir ülkeden
diğerine geçip faaliyetlerini o ülkede sürdürebilmektedirler. Ayrıca, bu üç
organizasyon Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’ın politik liderlerini tehdit
etmekte yönetimi ele geçirmek istemektedirler. HuT ve ÖİH arasındaki temel fark,
HuT’un silahlı terörist eylemlerde bulunmaktan kaçındığım açıklamış olmasıdır.
Yasadışı HuT ve hilafet yanlıları bölgede dini propaganda yaparak zaman içinde
yönetime gelmek için İslami yaşam tarzını benimsetmeye ve destekçilerinin sayısını
arttırmaya çalışmaktadırlar. HuT, özellikle Kırgızistan’ın güneyinde (Oş ve Celâl
Abad bölgelerinde) Fergana Vadisi’nde oldukça etkilidir (Moldaliev 2002:94).
HuT, 1990’h yılların ortalarından itibaren Orta Asya’da yeni bağımsızlığına
kavuşmuş ülkeleri kendisine hedef olarak seçmiştir. Bunlar içinde en kuvvetli
olduğu ülke, hiç kuşkusuz Özbekistan’dır. Tahminlere göre Özbekistan’da yaklaşık
10 bin ve tüm Orta Asya genelinde 15 binin üzerinde HuT üyesi bulunmaktadır.
HuT, 1990’ların başından itibaren Orta Asya’da halka kurma çalışmalarına
başlamış, 1997 itibarı ile de Özbekistan ve Kırgızistan’da teşkilatlanmayı
başarmıştır. 1998’de Özbek halkası Tacikistan halkasının kurulması vazifesini de
başarı ile yerine getirmiştir. 2000 yılının bahar aylarından bu yana da Güney
Kazakistan bölgesinde de aktif bir halkanın bulunduğu bilinmektedir (Akçalı
2003:143).
Bu çerçevede Fergana, mevcut yapısı ve sorunları itibarıyla bir bakıma Orta
Asya’nın Bekaa Vadisi olarak da adlandırılabilir. Uyuşturucu ticareti, silah
kaçakçılığı, radikal İslamcı terör örgütleri ve diğer silahlı muhalif örgütlerin merkezi
konumunda olup, bu örgütlerin en büyük lojistik destek aldıkları bir yer
konumundadır. Coğrafi olarak, eski İpekyolu’nun geçtiği önemli bir güzergahta
olup, Özbek, Tacik ve Kırgız sınırlarının kesiştiği bir noktadadır. Vadi; Özbekistan,
Tacikistan ve Kırgızistan sınırlarının buluştuğu ve fikirlerin çabucak yayıldığı,
sınırları aştığı geniş bir alanı kapsamaktadır. 300 km. uzunluğunda ve 170 km.
genişliğindeki vadinin üç yanı yüksek dağ silsileleriyle sınırlanmıştır. Vadinin
büyük kısmı Özbek toprakları içinde bulunmakla beraber, kuzeydoğu Kırgızistan’ın
içlerine kadar uzanarak Oş şehrine; güneyde Tacikistan’ın Kanibadan şehrine
ulaşmaktadır. Vadi; Fergana, Namangan ve Andican yerleşim merkezleri baz
alınarak üç ayrı bölüme ayrılmıştır. En eski zamanlardan beri Orta Asya’nın en
zengin tarım bölgesidir. Vadinin stratejik konumu, Orta Asya’nın ilk hakimleri için
de, kuzeyde Kaşgar ve Doğu Türkistan’a; batıda Semerkant ve Buhara’ya, güneyde
Pamirlere ve Afganistan ile eski Hindistan’a giden karayollarına erişim sağlaması
açısından hayati önem taşımaktaydı (Raşid 1996:102). Dolayısıyla, Fergana, mevcut
konumu itibarıyla, bir bakıma Orta Asya’nın kalbi olarak kabul edilmekte, tarihte
olduğu gibi günümüzde de bölgeye hakim olmak isteyen güçlerin ilgisini çekmeye
devam etmektedir.
Diğer taraftan Fergana Vadisi, bugün Orta Asya’nın en istikrarsız
bölgelerinden birisidir. Genellikle İslâmî hareketlerin potansiyel bir yuvası; geçmişte
şiddetli ve kanlı olaylara fırsat veren ekonomik ve siyasi baskıların da yerleşim
sahasıdır (Rasizade 1999: ix). Bölgenin aşırı yoğun ve genç nüfusa sahip olması,
işsizlik ve ekonomik sorunlar tansiyonu yükseltmektedir. Bölge nüfusu çoğunlukla
işsiz ve fakir insanlardan oluşnfıaktadır. Bunun yanı sıra, Fergana, Orta Asya’da
İslâm’ın ve İslâm geleneklerinin de en yoğun yaşandığı bölge olma özelliğini
taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı radikal İslamcı hareketler kendileri için uygun
bir tabanı ve desteği bulmakta zorlanmamaktadırlar (Akçalı 2003:147-151).
Fergana Vadisi’nde önemli mevkiye sahip olan HuT’un Andican, Semerkant,
Taşkent ve Fergana’da şubeleri vardır. Bu durum, Fergana’nm ekonomik ve sosyal
bakımdan Özbekistan’ın en zayıf bölgelerinden birini teşkil etmesinden
kaynaklanmaktadır. Bölgede etnik kökenli ve demografik sorunlar yoğun olarak
yaşanmaktadır. Bir başka önemli neden de, yaklaşık olarak tüm büyük uyuşturucu
yollarının Fergana’dan geçmesi ve aşırı dinci örgütlerin finansmanında uyuşturucu
ticaretinin önemli bir kaynak oluşturmasıdır.
Özbekistan nüfusunun üçte birini oluşturan 7 milyon kişi Fergana Vadisi’nde
yaşamakta ve bölgeyi Orta Asya’nın en yoğun nüfuslu kesimi haline getirmiş
bulunmaktadır. Aşırı kalabalık ve büyük bir toprak kıtlığı yaşanan vadide çalışabilir
iş gücünün yüzde 35’i işsizdir. Dolayısıyla, vadideki ekonomik bunalım, kökten
dincilere etkili bir siyasal taban hazırlamıştır. Fergana Vadisi’nde çatışma
potansiyeli yaratan unsurlar kısaca şu şekilde sıralanabilir: 1. İşlenebilir topraklarını
genişletme potansiyelinden yoksun, fakat genç ve hızla büyüyen bir nüfusa sahip
küçük bir bölge olması; 2. Su sorunu; 3. Uyuşturucu, nükleer malzemeler ve silah
kaçakçılığının kaynağı ve geçiş yolu olması; 4. Ciddi çatışmalar yaratmaya hazır
siyasi ve ekonomik ortam; 5. Otoriter yönetimlerin neden oldukları siyasî gerilimler
ve İnsan haklan ihlalleri; 6. Etnik milliyetçilik, kabilecilik ve bölgecilik sorunu; 7.
Radikal İslam (Guliyeva 2001:43-48; Raşid 1996:61,257-258). Dolayısıyla Fergana,
özellikle 1998-2001 yılları arasında kontrol edilemeyen bir bölgeydi. Bazı Kırgız
yerleşim alanları zaman zaman bu gruplar tarafından işgal edilmekteydi. Aynı
zamanda Özbek lider İslam Kerimov’un da başını en çok ağrıtan bir yer
konumundaydı. Diğer taraftan Rus askeri varlığının meşruluk kazanması açısından
da bu bölge Rusya açısından önemli bir yere sahipti. Afganistan’dan bölgeye,
Tacikistan üzerinden bir atlama taşı vazifesi görmesi açısından da oldukça stratejik
bir öneme sahiptir. Kısacası Fergana 11 Eylül öncesi Orta Asya Cumhuriyetleri’nin
önemli ve zayıf bir karm boşluğunu oluşturuyordu ve bölgedeki bu radikal İslamcı
örgütler, bölge yönetimlerini ve bölgedeki istikrarı çok sert bir şekilde tehdit
etmekteydi (Kurganskaia 2002:110).
11 Eylül terörist eylemleri sonrasında tüm dünyada ve özellikle Amerika’da
terörist örgütlere karşı bir nefret ve tepki oluşmuştur. Başkan George W. Bush
Birleşmiş Milletler’in bütün teröristleri ezeceğini ve bunun 21. yüzyılın ilk savaşı
olacağını ilan etti. Birleşmiş Milletler ve diğer ülkeler birlikte el-Kaide ve Taliban’a
karşı bir savaş başlattılar. Afganistan destekli aşırı İslamcılarla zaten problem
yaşayan Orta Asya devletleri, Washington’a desteklerini bildirdiler ve Birleşmiş
Milletler’in bu terörist organizasyonlarla daha çok mücadele etmesini istediler.
Amerika için hem Afganistan’daki terörle mücadele de hem de yeni ve güvenli
alternatif enerji bölgeleri bulma da Orta Asya ülkelerinin desteğini almak çok
önemlidir. Onun için Amerika bu bölgede istikrarı sağlamak ve kendine Orta
Doğu’dan daha da istikrarlı enerji alanları bulmak konusunda çok yoğun
çalışmaktadır. Özbekistan İslami Hareketi’nin adı da Amerika’nın açıkladığı
teröristler listesinde geçti. Bu da Amerikanın ileri ki zamanlarda o bölgede daha da
etkili olacağının bir göstergesiydi.
Her şeyden önce Orta Asya ülkeleri mevcut geçiş dönemi sorunları ve
savunma alanındaki zayıflıkları dolayısıyla, radikal İslamcı terör örgütleri ve
ayrılıkçı güçlerle olan mücadelelerinde tek başlarına pek bir başarı
sağlayamamışlardır. Bunun sonucunda kolektif bir şekilde hareket etme gerekliliği
kararına varan bu devletler, terörle mücadele konusundaki deneyimsizlikleri, zayıf
askeri güçleri, teçhizat eksiklikleri, sınırların kontrolündeki zorluklar, uygulamadaki
yetersizlikler ve aralarmdaki koordinasyon eksikliği gibi sebeplerden dolayı,
bölgede terörle mücadele ve güvenlik sorununu birlikte çözme hususunda da
yetersiz kalmışlardır. Bundan dolayı da, 11 Eylül öncesine kadar bölgedeki terör
sorunuyla mücadelede esas aktör olarak Rusya Federasyonu’ndan ve kısmen de Çin
Halk Cumhuriyeti’nden destek arama yollarına gitmişlerdir. Bu çerçevede; Bağımsız
Devletler Topluluğu ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün güvenlik şemsiyeleri altında
oluşturulmaya çalışılan terörle mücadele merkezleriyle, bu tür ayrılıkçı gruplara ve
terör örgütlerine karşı savuma kapasitelerini artırmayı hedeflemişlerdir. Bu ise,
bölgede her iki ülkenin, özellikle de Rusya Federasyonu’nun nüfuzunun artmasına
zemin hazırlamıştır.
Diğer taraftan, Terörle mücadele kapsamında her iki ülkeyi de birbirine karşı
bir denge unsuru olarak kullanmaya çalışan Orta Asya cumhuriyetlerinin, ABD’nin
bölgeye güvenlik bağlamında girişi beklentisi ise, ancak 11 Eylül ile birlikte
gerçekleşmiştir. Bu bağlamda 11 Eylül saldırısı ve Afganistan operasyonu, Orta
Asya devletleri açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Başlangıçta, radikal
İslamcı terör örgütlerine ve ayrılıkçı hareketlere yönelik darbe, bölgede Orta Asya
devletlerinin güvenlik bağlamında Rusya’ya olan bağımlılıklarının azalması ve
Rusya tekelinin kırılması olarak algılanmış ve ABD, Rusya ve Çin’e karşı bir denge
unsuru olarak görülmüştür. Bu çerçevede Amerika da, bölgeye özellikle güvenlik
boyutundaki ilişkilerini artırmayı hedefleyen bir stratejiyle girmeye başlamış ve
Türkmenistan dışında, diğer tüm Orta Asya cumhuriyetleriyle bu ülkelerin savunma
gücünü artırmaya yönelik anlaşmalar imzalamıştır. Nitekim, ABD bölgedeki
varlığını sadece askeri boyutla sınırlandırmayıp, aynı zamanda diplomatik ilişkilere
de önem vererek bölge devletleri üzerinde siyasi ağırlığını arttırma girişimlerini
başlatmıştır.
Netice itibarıyla ifade etmek gerekirse, 11 Eylül Amerikan müdahalesi
bölgede yerel ve uluslar arası terör örgütlerini askeri eylem bazında sindirmiş gibi
gözükse de, aslında daha tehlikeli bir sürecin de önünü açmıştır. Bu kapsamda, bu
örgütlerin bir kısmının aktivitelerini siyasi eylemler şeklinde gerçekleştirmek
istediği görülmektedir. Bu çerçevede de bu tür örgütler içerisinde HuT, yandaşlan ve
yeni potansiyel adaylar açısından bölgesel anlamda bir cazibe ve çekim merkezi
olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer Ilımlı İslamcı gruplara karşı, özellikle 11 Eylül
süreci sonrası ortaya çıkan sert uygulamalar devam ettirilirse, bu gruplarında radikal
ve marjinal grupların saflarına doğru sürüklenme olasılığı söz konusudur. Bu
noktada, şu ana kadar Ilımlı İslamcı grupların radikal gruplar karşısında yer almamış
olması ve bu tür söylemlerden kaçınmış olmaları da göz önünde bulundurulmalıdır.
Nitekim, bu çerçevede, bu gidişatı gören HuT’un özellikle Tacikistan bağlamında
ılımlı gruplarla temasa geçmiş olması oldukça dikkat çekicidir. Diğer taraftan, bu
sürecin (daha radikal ve militan türü yeni üyelerin katılımıyla), bölgede HuT vb.
örgütleri, daha radikal ve marjinal bir konuma sürüklemesi de söz konusu olabilir.
Dolayısıyla, son gelişmeler, arayışlar ve yapılanmalar bugüne kadar ana
stratejisinden pek taviz vermeyen HuT’u Orta Asya’da daha farklı bir sürece doğru
zorlayabilir, ya da en azından HuT’u sulandırabilir. Başta ABD olmak üzere, diğer
ilgili güçlerin HuT ve geleceği açısından bir endişesi de budur. Bu çerçevede,
bölgedeki İslami oluşumların tekrardan bir değerlendirmeye tabi tutulup, yeni bir
sınıflandırmaya gidilmesi ve buna göre gereken tedbirlerin alınması gerekmektedir.
Aksi takdirde, bölgedeki “inanç” ve “muhalefet” boşluğunun bölge dışı oluşumlar
tarafından doldurulması ve yönlendirmesi kaçınılmaz olacaktır.
5. Hazar Ve Enerji Kaynaklarının Paylaşımı Ve Güzergahlar Sorunu
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan Hazar Denizi’nin hukuki statüsü
sorunu, denizin kıyı devletleri arasında nasıl bölüştürüleceği ve açık denize kıyısı
olmayan (land-locked) devletlerin (Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan) açık
denize nasıl çıkacakları konularındaki anlaşmazlıklar şeklinde kısaca ifade
edilmektedir (Uibopuu 1995:119). Kıyıdaş devletler arasındaki en büyük sorun,
denizin nasıl bölüştürüleceği ile ilgili olanıdır. Bunun yanı sıra, açık denizlere çıkma
bu sorunla doğrudan ilişkisi olmadığı için, Hazar Denizi’nin hukuki statüsü
sorunundan genellikle kastedilen bu deniz üzerindeki egemenlik konusu ve onun
paylaşımıdır (Kalkan 1998:76). Diğer taraftan, bölgenin enerji kaynaklı bir diğer
sorunu ise, güzergahlar ile ilgili olanıdır.
SSCB döneminde Hazar’a kıyıdaş iki devlet vardı: İran ve SSCB. Son 200
yıldır Hazarda mutlak bir Rus/Sovyet askeri egemenliği ve Rus Çarlığı/SSCB ile
İran arasında imzalanmış ulaşım ve ticaret serbestisiyle ilgili çeşitli anlaşmalar vardı.
Bu çerçevede konuyla özellikle ilgili olan 26 Şubat 1921 ve 25 Mart 1940 SSCB-
İran antlaşmaları Hazar’ı kapalı deniz olarak kabul ederek, 10 millik balıkçılık
alanının dışında tüm bölgeyi iki ülkenin ortak egemenliğine bırakmıştı. 1921
antlaşması, o güne kadarki tüm düzenlemeleri iptal ederek, Hazarı üçüncü devletlere
kapatırken bu iki devlete seyrü-sefer serbestisi tanıdı. 1940 yılında imzalanan ikinci
antlaşma ise iki ülkeye 10 deniz mili genişliğindeki bir şeritte münhasır balıkçılık
hakkı tanıdı. Ayrıca “Sovyet ve İran denizi” olarak tanımlanan kapalı bir deniz
(enclosed sea) olduğu ifade edilen Hazar’ın iki ülkenin ortak egemenliğinde (joint
sovereignty) olduğu da belirtildi. Öte yandan, 1970’de İran ile SSCB arasında
imzalanan yeni bir anlaşmayla iki ülke arasındaki sınır Türkmenistan’ın Hasankulu
şehri ile Azerbaycan’ın Astara şehri arasında çizilmiştir. Bu antlaşmalarda deniz
dibi kaynaklan konusunda herhangi bir düzenlenme olmadığı gibi, biyolojik
kaynakların ortak kullanımı da teorik olarak yüzde 50/50 paylaşımı gerekli
kılıyordu.
Fakat, Soğuk Savaş döneminde sadece SSCB Bakü kıta sahanlığında petrol
çıkarttı ve İran buna itiraz etmediği gibi, herhangi bir pay da istemedi. Bu dönemde
SSCB dışında hiçbir devletin Hazar’da askeri varlık bulundurmasına müsaade
edilmedi; İran’ın ise sınırlı sahil koruma faaliyetleri dışında bu konuda bir girişimi
olmadı. SSCB’nin dağılmasının ardından yeni bağımsız kıyıdaş devletlerin belirmesi
bu durumu hızla değiştirdi. Kıyıdaş devletlere Azerbaycan, Kazakistan ve
Türkmenistan’ın eklenmesi Hazar’ın statüsü tartışmalarını başlattı. Uluslararası
hukuka göre Hazar’ın statüsü ya tüm kıyıdaş devletlerin ortak egemenliği
prensibinden hareketle “ortak sahiplik” (condominium) ya da tarafların üzerinde
anlaşacakları bir formüle göre ulusal egemenlik sahalarına bölünmeyi gerektiren
“bireysel sahiplik” olacaktı. Fakat, özellikle Azerbaycan ve Kazakistan Hazar’ın
statüsünün belirlenmesini beklemeden tek taraflı olarak deniz alanlarında (off-shore)
petrol aramasına başladılar. Bunun üzerine alevlenen hukuki tartışmada, Rusya’nın
görüşü SSCB’den ayrılan devletlerin SSCB’nin imzaladığı antlaşmaların ardılı
olmaları nedeniyle 1921 ve 1940 antlaşmaları çerçevesinde Hazar’ın kıyıdaş
devletlerin eşit ortak kullanımında olması gerektiği yönündeydi. Rusya ayrıca, İran
ve Türkmenistan’ın da desteğiyle, açık denizlerle doğal bağlantısı olmadığı için
Deniz Hukuku’nun Hazar’a uygulanamayacağını; bir iç deniz (closed/enclosed sea)
veya göl olan Hazar’ın ortak egemenliğe tabi olması gerektiğini; 20 millik karasuları
ve takip eden 20 millik ulusal ekonomik bölgelerin dışında kalan alanın ortak
sahiplenilmesi gerektiğini ileri sürdü. Hazar’ın “göl statüsü” durumunda,
Azerbaycan kıyılarından çıkan petrol üzerinde diğer ülkelerin de eşit hakkı olacaktı
(Croissant 1996-1997:27-28). Bunun üzerine Azerbaycan, Hazar’ın statüsünün tek
taraflı olarak değiştirilemeyeceğini ve Rusya’nın bu tür girişimlere karşı her türlü
müdahale hakkını koruduğunu da bir notayla 5 Ekim 1994’de Birleşmiş Millletler
teşkilatına ve bölgede Azerbaycan’ın verdiği izinle arama yapan uluslararası
konsorsiyumda en fazla paya sahip olan British Petroleum şirketinin merkezinin
bulunduğu İngiltere’ye bildirdi (Soltan 2001:66-67).
Kasım 1996’da ise Rusya bir “ödün” olarak her ülke için 45 millik ekonomik
bölge ve halihazırda işletilmeye başlanmış ya da yakın zamanda başlanacak petrol
sahalarında kıyıdaş devletlerin sahipliğini tanımaya hazır olduğunu açıkladı. Bu
durumda dahi deniz ulaşımı, balıkçılık, çevresel güvenlik ve 45 milin ötesindeki
ortak alandaki petrol aramaları yine ortaklaşa gerçekleştirilecekti. Ayrıca, “ikili
ihale” (double-tender) sistemiyle petrol aramalarında kıyıdaş devletlere öncelik
verilmesi isteniyordu. Rus görüşleri, zaman içinde daha da değişti ve Temmuz
1998’de Rusya’yla Kazakistan arasında Hazar’ın kuzey kısmıyla ilgili olarak deniz
yatağı için ortay hat prensibini, su yüzeyi içinse ortak sahipliği içeren bir anlaşma
imzalandı (Soysal 1998:21). Bugün gelinen noktada, gelişmelerin kaçınılmaz olarak
bölgesel paylaşıma doğru gittiğini gören Rusya bölgede etkinliğini tamamen elden
kaçırmamak için diğer kıyıdaş devletlerle anlaşma zemini aramaktadır. Rus
görüşüne karşılık, temel olarak Azerbaycan tarafından ileri sürülen ve
Kazakistan’ında desteklediği görüşe göre Hazar bazen smır gölü (border lake),
bazen de açık deniz (open sea) olarak tanımlandı (Ersoy 2002:202-203).
Sınır gölü yaklaşımına göre Hazar uluslararası kara sınırlarının ortay hatta
kadar denize uzatılması yoluyla oluşturulacak ulusal sektörlere bölünmeli, kıyıdaş
devletler kendi sektörlerindeki su yüzeyi, deniz ulaşımı, biyolojik kaynakların
kullanımı ve deniz dibi üzerinde mutlak egemenliğe sahip olmalıydı. Açık deniz
yaklaşımına göreyse, 12 millik kara suları ve ortay hattı ihlal etmeyecek şekilde 200
mile kadar ekonomik bölgeler belirlenmeliydi. Türkmenistan başlangıçta Rus
görüşüne meyletmişse de, Şubat 1998’de Azerbaycan’la aralarındaki sınırın ortay
hat prensibine göre belirlenmesini kabul ettiğini açıkladı. Fakat bu hattın nereden
geçeceği konusunda iki ülke henüz anlaşma sağlayamadılar ve özellikle son bir yıl
içerisinde Kepez/Serdar, Çırag/Osman ve Azeri/Hazar yataklarının sahipliği
konusunda iki ülke arasında tartışmalar giderek sertleşti. İki ülke ayrıca Türkmen
gazını Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden Türkiye’ye taşıyacak Trans Hazar
doğalgaz boru hattının paylaşımı konusunda da anlaşamıyorlar. Azerbaycan’da da
doğal gaz bulunmasının ardından bu ülkenin önce Trans Hazar hattının bir kısmının
kendi gazına ayrılmasını istemesi, ardından da bu projenin sekteye uğraması üzerine
kendi gazını doğrudan Türkiye’ye satmak için girişimde bulunması üzerine iki ülke
ilişkileri daha da gerginleşmiştir. İran ise ısrarla Hazar’ın ulusal sektörlere
bölünmesine karşı çıkarak “ortak sahipliği” savunmaktaysa da, özellikle
Azerbaycan’ın Şah Deniz yataklarından pay aldıktan sonra yaklaşımını yumuşatmış
ve Nisan 1998’de “eşit paylara” bölünmesi şartıyla sektörel bölünmeyi kabul
edebileceğini açıklamıştır. Fakat, denize sadece %13-14’lük kıyısı bulunan İran’a
Hazar’ın yüzde 20’sinin denetimini veren bu yaklaşım, diğer kıyıdaş devletlerce
kabul görmedi (Mahnovski 2003:109-144).
Diğer taraftan İran, Hazar konusunda kıyıdaş devletler arasında kesin bir
anlaşma sağlanana tarafların (burada özellikle Azerbaycan ve Kazakistan
kastediliyor) tek taraflı arama faaliyetlerinden kaçınmaları ve ortak kullanımın
geçerli olmasını istemektedir. İran’ın bir başka amacı da, ABD ambargosu nedeniyle
uluslararası petrol piyasasındaki etkinliğini kaybettikten sonra bir de Hazar’daki
kaynakları vesilesiyle Azerbaycan ve Kazakistan’ın kendisine rakip olarak piyasaya
çıkmalarını geciktirmektir. Bu çerçevede İran, Hazar’dan kendisine pay çıkartamasa
bile, konuyu kriz aşamasında tutarak bölgeden petrol çıkartılmasını ve dolayısıyla
elde edilecek petrolün İran’ı dışlayan boru hatlarıyla bölge dışına çıkartılmasını
mümkün olduğunca önlemeye çalışmaktadır. Böylelikle orta-uzun vadede bir
taraftan ABD yaptırımlarının yumuşaması, diğer taraftan da İran’da enerji çıkarları
bulunan çokuluslu şirketlerin baskılarıyla Hazar’dan elde edilecek petrolün kendi
toprakları üzerinden uluslararası piyasalara ulaştırılmasını sağlamaya çalışmaktadır
(Aydın 2004:164-166).
Bilindiği üzere, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki dönemde daha
önce de bahsedildiği üzere doğal kaynaklar ve özellikle de yer altı zenginlikleri
açısından önemli bir potansiyele sahip olan Orta Asya ülkeleri bölgenin enerji
dengesi üzerinde de söz sahibi olmak isteyen Rusya açısından ön plana çıkmışlardır.
Bu bağlamda ilk olarak ele alınması gereken ve en zengin rezervlere sahip olan iki
ülke Kazakistan ve Türkmenistan’dır. Özbekistan da bu kaynaklar açısından
zengindir fakat içinde bulunduğumuz dönem itibariyle üretim miktarı kendi iç
talebini ancak karşılamaktadır; bu nedenle petrol ve doğalgaz ticareti sınırlı
kalmaktadır. Kazakistan ve Türkmenistan açısından Rusya dışındaki sınır
komşularından hiç birinin denize çıkışı bulunmaması sebebiyle bu ülkeler ürettikleri
doğal gaz ve petrolü ihraç etmek için bir bakıma “gönülsüzce” de olsa Rusya’ya
muhtaç durumdadırlar. Bu durumun bir göstergesi olarak; Kazakistan’daki
Rusya’nın etkinliği, Tengiz bölgesindeki boru hatlarını işletmesindeki
konsorsiyumda kendini göstermektedir. Konsorsiyum’la, Kazakistan arasında 1992
yapılan sonra Rusya’nın baskısıyla, 6 Aralık 1996 yeniden imzalanan antlaşmada,
Rusya’nın payı Kazakistan’ı da dahil edersek % 60’ları bulmuştur. Türkmen
doğalgazı üzerindeki Rus etkinliği ise son durumda Rusya ile Türkmenistan arasında
10 Nisan 2003 tarihinde imzalanan 25 yıl vadeli doğalgaz alanındaki işbirliği
anlaşması ile perçinlenmiştir. Bu anlaşmaya göre Gazprom 2004 yılında
Türkmenistan’dan 6 milyar mVyıl, 2006'da 10 milyar m3/yıl ve 2009’da ise artık 80
milyar m3/yıl doğalgaz almayı planlamaktadır. Mevcut durumda Kazakistan ve
Türkmenistan arasında bu konu hakkında işbirliği oluşturularak Rusya’nın aradan
çekilmesini sağlama amaçlı politikalar 11 Eylül öncesi dönemde başarılı olamamış;
11 Eylül sonrasında da aynı amaca hizmet edecek yeterli inisiyatif
geliştirilememiştir. İşbirliği özellikle Hazar Havzası’nda daha derindir. Her iki
ülkenin de çıkarları, Hazar bölgesindeki devletlerin bağımsızlığını ve egemenliğini
desteklemekte, Moskova’nın buradaki etkisini sınırlandırmakta ve bölgenin enerji
kaynaklarını geliştirmekte ortaktır (Larrabee 2001:49).
Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan için Hazar her şeyden önce ana
zenginlik kaynağı iken, İran Hazar’dan ziyade Körfezde petrol üretmektedir. İran’ın
Hazar’daki petrol varlığı Anzali petrol sahasıyla sınırlıdır. Bundan dolayı İran’ın
konumunu çeşitli faktörler belirlemektedir. İlk olarak İran’ın bölgede hayli aktif ve
Türk Cumhuriyetleri ile milyar dolarlık antlaşmalar imzalamış olan Batılı ülkeler
özellikle de ABD ile olan anlaşmazlığı gelmektedir. ABD’nin İran’ın petrol
anlaşmalarının dışında tutulması için baskı yapması ve İran üzerinden geçecek boru
hattı senaryolarına karşı çıkması İran’ın bölge dışı aktörlerin bölgeye
müdahalelerine olumsuz bakmasına yol açmaktadır. Bu olumsuz bakış İran’ı
Rusya’ya yakınlaştırmaktadır. Üstelik yeni bağımsız devletlerin kurduğu ortak
işletmelerde Rusya çok az bir pay, İran ise hiçbir şey alamadığından iki ülke de
daha çok pay almaya çalışmaktadır. Böylece Rusya ile İran arasında bir tür ittifak
oluşmuştur. İki ülkede Hazar’ın bir göl olduğunu ve beş kıyıdaş ülke tarafından
ortaklaşa kullanılması ve kıyıdaş olmayan ülkelerin dışarıda tutulması gerektiğini
ifade ederek Hazar’ın kaynaklarının tek taraflı olarak çıkartılmasını eleştirmektedir.
Nitekim, SSCB’nin dağılmasından sonra, sahip olduğu petrol-gaz potansiyeli
ile tüm dikkatleri üzerine toplayan Hazar Denizi ve 21. yüzyılın büyük eneıji
üreticileri arasında olacakları anlaşılan kıyıdaş devletleri (Azerbaycan, İran,
Kazakistan, Rusya Federasyonu ve Türkmenistan) 23 Temmuz 2001’deki kriz ile
gündeme geldiler. Bu gelişme, her ne kadar daha çok Hazar’ın paylaşımıyla ilgili
görünüyorsa da, arkasında özellikle İran açısından gelecek onyıllarda; (1) dünya
enerji üretiminde ağırlığa sahip olmak; (2) Kafkasya bölgesinde nüfuz elde etmek;
(3) bölgedeki ABD etkinliğine set çekmek; (4) Hazardan elde edeceği kaynaklarla
giderek güçlenecek olan Azerbaycan’ın İran’ın bütünlüğüne yönelebilecek
faaliyetlerine şimdiden set çekmek gibi uzun dönemli nedenler vardır. Azerbaycan
açısından ise, bir an önce mümkün olduğunca fazla petrolü elde edip uluslararası
piyasaya ulaştırmak ve bu yolla elde edilecek gelirle ülkenin ekonomik ve siyasi
bağımsızlığını güçlendirmek önemlidir.
Ayrıca bölgede Rus etkisinin kırılmasını ve İran etkisinin yayılmasını
önlemek de Hazar enerji kaynaklarının sahiplenilmesiyle yakından alakalıdır. Öte
yandan, Hazar havzasındaki petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyük kısmının henüz
geliştirilmediği, hatta bölgenin önemli bir kısmında rezerv tespiti dahi yapılmadığı
bir dönemde, SSCB’nin dağılmasının ardından çeşitli uluslararası şirketlerin
bölgedeki enerji kaynaklarım çıkararak işletmek için sözleşmeler yapmaları, komşu
bölge ülkelerin de bu kaynakları uluslararası pazarlara ulaştıracak boru hatlarının
kedi topraklarından geçirilmesi için kıyasıya mücadeleye girişmeleri bölgeyi bir
anda uluslararası barış ve güvenlik açısından önemli ve hassas bir bölge haline
getirmiştir. Bu çerçevede Hazar’a kıyıdaş Orta Asya ülkelerinin de silahlanma
sürecine girdikleri görülmektedir.
Enerji kaynakları açısından Hazar havzası yeni bir Orta Doğu değildir. Fakat,
stratejik açıdan Batı’nın elindeki en önemli petrol sahası olan ve yakın gelecekte
tükenmesi beklenen Kuzey Denizinin yerini almaya adaydır. 2002 itibariyle bölge
ülkelerinin ispatlanmış ham petrol ve doğalgaz rezervlerine bakıldığında, ham petrol
rezervleri açısından Kazakistan ve Azerbaycan, doğalgaz rezervleri açısından da
Türkmenistan ve Özbekistan zengin ülkeler olarak göze çarpmaktadır. Pala’ya göre,
“1 trilyon metreküplük rezerv tespit edilen Şah Deniz keşfi ile birlikte, sadece petrol
değil bir doğal gaz ülkesi olacağının sinyallerini veren Azerbaycan’ı, bu son gruba
dahil etmek yanlış olmayacaktır.” (Pala 2003:15-16)
Türkiye açısından hadiseye bakıldığında, Hazar sorununun birkaç yönü
bulunmaktadır. Türkiye bir yandan Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın
bekası ürerinde önemli neticeler verebilecek “statü” sorununda bu ülkelerin
pozisyonlarını savunurken; diğer yandan da bölgedeki enerji projelerindeki
iştirakleri ve boru hatları güzergahları dolayısıyla bir “enerji havuzu ve geçiş ülkesi”
olma üstünlüğünü yakalamaya çalışmaktadır. Hazar Denizi statü sorununun özellikle
“karasuların sınırları” ile ilgili yanları sebebiyle de Hazar-Ege paralellikleri de
kurulabilecektir. Dolayısıyla, Hazar sorunu, doğrudan ve dolaylı neticeleriyle sadece
kıyıdaş ülkeler için değil, Türkiye için de birincil dereceden önem arz etmektedir.
Bu çerçevede, “Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun en kritik ayağını oluşturan
“Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi” (BTC HPBH) ile hem
Türkiye’nin jeopolitik önemi artacak hem de Azerbaycan ve Gürcistan’ın siyasi ve
iktisadi istikrarına katkıda bulunulacaktır. Proje ile Azerbaycan dünya genelinde
sayılı üreticiler arasına girerken, Gürcistan da en önemli geçiş ülkesi olarak ön plana
çıkacaktır. BTC’yi sırasıyla Azerbaycan gazını Türkiye ve Avrupa’ya ulaştıracak
“Şah Deniz Doğal Gaz Boru Hattı Projesi” ve Türkmenistan gazını ülkemiz ve
Avrupa piyasalarına ulaştıracak “Hazar Geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa
Doğal Gaz Boru Hattı Projesi” izleyecektir (Çaylı 2002:96-108). Bu hatlar, bugün
ikisi de hızla ilerleyen Türkiye-Yunanistan-İtalya ve Türkiye-Bulgaristan-Romanya-
Macaristan-Avusturya Doğal Gaz Boru Hattı projelerine bağlandığında koridor
tamamlanacak ve Türkiye gerek petrol gerekse doğal gazın Batı piyasalarına
aktarımı bakımından tam anlamıyla bir enerji terminaline dönüşmüş olacaktır.” (Pala
2003:38-52).
6. Demokratikleşme Sorunları Ve Muhalif Hareketler
Orta Asya ve Kafkasya devletlerinin liderleri, SSCB’nin dağılmasının
ardından yaptıkları açıklamalarda ülkelerinde demokratik rejimin temel unsurları
olan demokratik seçim, serbest pazar ekonomisi, insan hakları ve laiklik gibi
hususları hayata geçirme azimlerini dile getirdiler. Bu çerçevede, kendi yönetimleri
altındaki halkların ekonomik zorluklarını giderme, adalet ve güvenliği sağlama ve
çok kısa bir zamanda dünya toplumunun birer saygın ülkesi olma ve bunun için de
gerekli sosyo-politik ve ekonomik reformların yapılacağı hususunda sözler verdiler.
Örneğin, Özbekistan Devlet Başkam İslam Kerimov bu hususta, ülkesinin kurulma
stratejisini “Özbekistan’ın Yenilenme ve İlerlemesindeki Yol” adlı kitabında ortaya
koyarken; Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, “Kritik On Yıl”
kitabında Kazakistan’ın ve bölgenin geleceğine dair fikirlerini sunmakta;
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Niyazov (Türkmenbaşı) “1000 Gün”,
“Türkmenistan’ın Petrol ve Doğalgaz Sanayisi’ni 2020 Yılına Kadar Geliştirme
Planı” ve “Ruhname” adındaki çalışmalarıyla bu liderler arasındaki yerini
almaktaydı. Fakat, otoritelerini kurup, sağlamlaştırdıktan sonra, Batı tarzı siyasi
demokrasinin bu bölge için uygun olmadığını iddia etmeye başladılar. Temel
meselelerin siyasal katılım, ekonomik liberalleşme, özgür basın ve insan hakları gibi
konular yerine toprak bütünlüğü, ulusal güvenlik ve toplumsal birlik olduğunu ve
bunlara daha fazla öncelik verilmesi gerektiğini iddia ettiler. Bu nedenle demokrasi
kavramını; adalet, özgürlükler ve insan hakları çerçevesinde yorumlamak yerine,
gerek toplum ve gerekse aydınlar üzerinde katı bir kontrol kurma anlamında
kullandılar. Bu kaygılara uygun olarak, otoriter rejimleri benimsediler ve halklarının
temel haklarını hiçe sayan baskıcı bir sistem kurdular (Efegil, Çolak 2003:201-202;
Zhanguzhin 2000:22-24).
Liderlerin bugüne kadar ki izlediklere siyasete bakıldığında, gittikçe
kötüleşen mevcut durumu düzeltmek ve otoritelerini başkalarıyla paylaşmak gibi bir
niyete sahip olmadıkları görülmektedir. Örneğin, Türkmenistan’ın hemen her
bölgesi gibi, Orta Asya’nın en hareketli şehirlerinden Aşgabad da bütünüyle
Saparmurat Türkmenbaşı demektir (Ülkü 2002:126). Bu çerçevede, muhalefete
yönelik baskı ilk yıllardan bu yana bütün yoğunluğuyla devam etmektedir. Yakın bir
gelecekte ise, bu liderlerin, ülkelerinde birliği ve çoklu katılımı sağlamak için daha
ılımlı politikalar izleyecekleri ise halen birer meçhulü oluşturmaktadır. Bu durum,
bu ülkelerde siyasal ve ekonomik sorunların giderek artmasına sebebiyet vermekte
ve şiddetli toplumsal sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Toplumsal
hoşnutsuzluğun, daha evvel de olduğu gibi, iç çatışmalara ve yeni siyasi sorunlara
yol açması muhtemeldir. Bölgedeki halklar, mevcut otoriter rejimlerin baskı
politikaları sonucunda kendi hükümetlerinden soğumaya başlamışlar ve başka
arayışlara yönelmişlerdir (Aydın 2004:151).
Nitekim, bu sürecin ciddi sinyalleri son yıllarda alınmaya başlanmıştır.
Liderlerin yürüttükleri politikaların ve kötü ekonomik ve yaşama koşullarının
sonucu olarak bölgedeki başlıca muhalefet grupları, mevcut liderlere ve otoriter
rejimlere meydan okuma gayretlerini artırarak sürdürmektedirler. Bu çerçevede,
Orta Asya cumhuriyetleri içerisinde Kazakistan’da, “Kazakistan Demokratik Seçimi
Hareketi” lideri Muhtar Ablyazov ile “Kazakistan Cumhuriyet Halk Partisi” lideri
Akejan Kajegeldin; Kırgızistan’da, “Ar-Namıs Partisi” lideri Feliks Kulov ve
muhalif parlamenter Azimbek Beknazarov; Özbekistan’da, sürgündeki “Özbekistan
Erk Demokratik Partisi”nin lideri Muhammed Salih; Tacikistan’da “Nahzet-i
İslâmi” lideri Muhammed Şerif Himmetzâde ve sürgündeki, “Çarâg-i Ruz” gazetesi
etrafında şekillenen muhalif hareketin lideri Dododjen Atavullayev;
Türkmenistan’da ise, “Birleşik Türkmen Muhalefeti” lideri Abdi Kuliyev ve
Türkmenistan Halk Demokratik Hareketi” lideri Boris Şıhmuradov (her iki muhalif
lider hareketlerini Moskova’dan yönetmektedirler) muhalif hareketlerin önde gelen
isimleri olarak ön plana çıkmaktadırlar. Kafkasya’da ise, Azerbaycan’da Müsavat
Partisi ve Lideri İsa Gamber; Gürcistan’da “Milliyetçi Hareket Partisi” ve lideri
Mihail Saakaşvili ön plana çıkmaktadır.
Kırgızistan Devlet Başkanı Askar Akayev, 6 Eylül 2002’de Kırgızistan
Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Misir Aşirkulov’a yönelik saldırının arkasında
ülkedeki yönetim karşıtı muhalif grupların olduğunu açıklamıştır. 11 Eylül ile
birlikte ABD’nin bölgeye yerleşmesini ve Batı dünyasının tüm dikkatlerini bu
bölgeye yöneltmesini büyük bir fırsat olarak değerlendiren Kırgızistan’daki muhalif
grupların, ülke içindeki ve dışındaki faaliyetlerini artırma yoluna giderek
eylemlerine ülke içinde artan bir kitlesel destek ve etkinlik, yurt dışında ise meşruluk
temeline dayanan bir boyut kazandırma stratejileri de Askar Akayev ve ekibini
endişelendirmekteydi. Nitekim, ülkedeki son saldırıyla beraber Kırgızistan
Hükümeti’nin aldığı tedbirlere ve Devlet Başkanı Askar Akayev’in yaptığı
açıklamalara bakıldığında bu daha net bir şekilde görülmektedir: Ordunun kitlesel
eylemlere karşı silahlandırılması, radikal İslam tehdidinin sürekli olarak
yenilenmesi, ülkede bir iç savaş çıkması olasılığının gündemde tutulması, her türlü
kitlesel eylem ve gösterilerin yasaklanması, terör eylemlerinde bir artış beklentisinin
sık sık tekrarlanması bu tür tedbirler arasında sayılabilir. Böylece, Kırgız yönetimi
ülkede kendisine yönelik muhalif hareketlerle mücadelesini meşruluk temeline
oturtmak suretiyle uluslararası tepkilerin önüne geçmeye çalışmaktadır. Diğer
taraftan, 17 Eylül’de Özbekistan’ın güneyindeki Kaşkaderya bölgesindeki Karşi
şehrinde bir konferans gerçekleştiren ve kısa adıyla “Birlik Hareketi” olarak bilinen
“Birlik Halk Hareketi” de Orta Asya’daki değişim rüzgarlarına kapılarak,
önümüzdeki günlerde daha geniş çaplı bir muhalif hareketi başlatacağının ilk
sinyallerini vermiştir. Konferans sonucunda üyeler ve temsilciler, Birlik Halk
Hareketi’nin “Birlik Halk Hareketi Partisi”ne dönüşmesi ve bundan sonraki
faaliyetlerinin parti çatısı altında yapılması yönünde bir karar almışlardır. Böylece,
Özbekistan’ın iki önemli ve yasaklı muhalif hareketinden birisi olan Birlik Hareketi
de bundan sonra “Erk” gibi, siyasi bir parti olarak faaliyetlerini devam ettirecektir
(Paley, Williams, Oliker 2003:7-40).
Diğer taraftan, Türkmenistan’da Türkmen muhalefetinin faaliyetlerini
artırdığına dair gelişmelere da tanık olunmaktadır. Özellikle bunlar arasında Rus
basınında çıkan ve ABD’nin Türkmenbaşı’nı devirmeye yönelik senaryolar
hazırladığına dair olanı en dikkat çekicisiydi. Nitekim, son aylarda çıkan diğer
haberleri ve gelişmeleri de alt alta koyduğumuzda tablonun daha netlik kazandığını
görmekteyiz. Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta ve diğer vilayetlerinde, Mari ve
Nebitdağ gibi, Türkmenbaşı aleyhinde gösterilerin düzenlenmesi; Türkmen muhalif
grupların 5 Temmuz’da Viyana’da birleşme kararı almaları; eski adıyla Çarcev, yeni
adıyla Türkmenabad şehrinde Devlet Başkanı Saparmurat Niyazov’a karşı darbe
hazırlığı içerisinde olduğu ileri sürülen bir darbeci grubun yakalanması;
Türkmenbaşı’mn güvenlik birimleri içerisinde bir tasfiye sürecine girmesi ve bu
doğrultuda bir seri görevden almalar ve tutuklamaların gerçekleştirilmesi; Millî
Güvenlik Komitesi’nin bakanlığa dönüştürülmesi gibi bir takım gelişmeler ilk akla
gelenler. Türkmenbaşı’nın tutumu (Güler 2001:97-110) ve Türkmenistan’ın bölgede
tarafsızlık statüsü içerisinde izlemeye çalıştığı dış politika (Erol 2001:124-142) ve
diğer Orta Asya cumhuriyetlerine nazaran Türkmenbaşı’nın ABD’ye mesafeli
durması, Türkmenistan’ı ABD açısından riskli bir ülke konumuna koymaktadır.
Ayrıca, Trans-Afgan boru hattı projesi çerçevesinde, Türkmenistan’da ABD
açısından vananın başında uygun birinin bulunması da kaçınılmaz görülmektedir.
Dolayısıyla Türkmenbaşı, 11 Eylül ile birlikte bölgeye yerleşen ABD’nin bölgede
kendisine uygun rejimleri yerleştirme ve bu ülkelerde yine kendisine yakın yeni
liderleri görme stratejisi çerçevesinde hedef bir lider konumuna gelmektedir. Ayrıca,
Türkmen muhalif gruplarının 5 Temmuz’da Viyana’da yapılan toplantı sonrasında
birleşme kararı almaları gibi bir gelişme de Özbekistan’da yaşanabilir. Benzer bir
ideolojik yapıya ve görüşe sahip olan ve her şeyden öte ortak bir hedefe sahip
bulunan “Erk” ve “Birlik” hareketleri, iç ve dış destek sağlama noktasında
önümüzdeki süreçte ortak hareket edebilirler. Nitekim, 6-10 Temmuz 2002
tarihinde Berlin’de gerçekleştirilen AGlT 11. Yıllık Asamble toplantısı öncesi,
başını Özbek, Kazak ve Türkmen muhalif grupların çektiği yeni bir oluşumun
bundan sonra daha organize bir şekilde hareket edeceği ve hatta ortak bir siyasi
cephe oluşturulabilecekleri yönünde yapılan değerlendirmelerimize uygun bir
süreçle karşı karşıyayız (Erol 2002:43).
25 Kasım’da Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’na
yönelik suikast girişimiyle birlikte, Orta Asya cumhuriyetlerinde son dönemde
normalin dışında, daha organize bir eğilim gösteren, görüntü itibariyle de dış
kaynaklı ve yönlendirmeli bir muhalif hareketlenmeye bir kez daha şahit
olunmuştur. Bugüne kadar Tacik İç Savaşı dışında ciddi bir muhalefet hareketinin
yaşanmadığı bu ülkelerde bir kaç aydır gelişen yönetim karşıtı muhalif grupların
bölge bazında ve ülke içinde kurdukları ittifaklar dikkatleri bu bölgeye yeniden
çekmektedir. Netice itibarıyla, Orta Asya’da bundan sonraki süreçte muhalif
hareketler ve insan haklan söylemlerini daha sık çok duyacağız. Bunun için de
Türkiye’nin bir an önce bu muhalif hareketleri mercek altına yatırması ve “stratejik
derinliğimizi” oluşturan bu bölgedeki gelişmeleri yakından takip etmesi
gerekmektedir. 11 Eylül sonrası ABD’nin bölgeye yerleşmesini ve Batı dünyasının
tüm dikkatlerini bu bölgeye yöneltmesini büyük bir fırsat olarak değerlendiren Orta
Asya’daki muhalif grupların, gerek ülke içindeki ve gerekse de dışındaki
faaliyetlerini daha da artırma yoluna gitme suretiyle, eylemlerine ülke içinde artan
bir kitlesel destek ve etkinlik, yurt dışında ise meşruluk temeline dayanan bir boyut
kazandırmak istemesinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Sonuç
Yukarıda da görüldüğü üzere, “iç” faktörler, bağımsızlığın ilk günlerinden
bugüne kadar Orta Asya devletlerinin karşı karşıya kaldıkları tehdit algılamalarının
ve güvenlik sorunlarının başında gelmekte olup; bu faktörler içerisinde “muhalif
hareketler” ve “terör faaliyetleri” bölge gündeminde daha yoğun bir şekilde yer
almaktadır. Bu sorunlar, kuşkusuz, bölge ülkelerinin iç ve dış politikalarına
doğrudan etki edebilmekte ve daha bağımsız birer aktör olarak dünya politikasında
yer almalarına engel olmaktadırlar.
Sorunların kısa ve orta vadede çözülmesi mevcut şartlar ve gidişat dahilinde
güç görülmektedir. Özellikle, bölgenin aşırı yoğun ve genç nüfusa sahip olması,
işsizlik ve ekonomik sorunlar bölgedeki güvenlik sorunlarını beslemeye devam
etmektedir. Bu haliyle, özellikle Fergana bölgesi, Orta Asya’da potansiyel bir tehdit
olarak bölge ülkelerinin önünde durmaktadır. Diğer taraftan, bölgedeki geçiş
sürecinden kaynaklanan otoriter yönetim anlayışı ve uygulamaları da bu sorunları
beslemekte ve çeşitlendirmektedir. Bölge ülkeleri arasındaki etnik, sınır ve su
sorunları, şu an için bölgenin gündeminden uzak tutulmaya çalışılmakla beraber,
potansiyel sorun adayları olarak varlığım devam ettirmektedirler. Bu sorunlar, aynı
zamanda, Orta Asya’daki mevcut entegrasyon ve işbirliği arayışlarının (Orta Asya
İşbirliği Örgütü gibi) önündeki en önemli engeller olarak da karşımıza
çıkmaktadırlar. Hazar sorunu ise, daha geniş boyutlu bir sorun olup, Hazar’a kıyıdaş
olmayan üçüncü tarafları da içine çekme potansiyeli taşımaktadır. Bu çerçevede,
enerji güzergahları ve paylaşımı sorunu da, bölgedeki rekabeti ve güvenlik
sorunlarını önümüzdeki süreçte daha da artıracak gibidir.
Netice itibarıyla ifade etmek gerekirse, Orta Asya bölgesindeki güvenlik
sorunları “sıcak” ve “dondurulmuş” olarak bölge gündemindeki yerini korumaya
devam etmektedir. Orta Asya Cumhuriyetleri’nin dünya siyasal coğrafyası içinde
güçlü bir yer edinmesi, bu sorunların çözüm noktasında sahip olduğu ekonomik
potansiyeli harekete geçirmesine bağlıdır. Bölgenin kendi içinde ve çevresindeki
güvenli ülkelerle gireceği birlik ve beraberlik, önceki iki faktör eklendiğinde
yeryüzünün siyasal bakımdan güçlü bölgelerinden biri daha ortaya çıkmış olacaktır.
Bu çerçevede, 21. yüzyılda Orta Asya’nın müşterek güvenlik hedeflerini: engelleyici
güçlere rağmen kararlılıkla bölgede barış ve istikrarın oluşturulması; politik ve
ekonomik istikrarın oluşmasına katkıda bulunacak istikrarlı ekonomik ilişkilerin
oluşturulması ve son olarak da, içsel etnik çatışmalar, terörizm, uyuşturucu trafiği,
zorunlu göç ve yasadışı silah ticareti ile savaşılması oluşturmalıdır. Kuşkusuz, bu
hedeflere başarı ile ulaşabilmek için de ortaklıklara yönelik kurumsal
mekanizmaların oluşturulması ve mevcut olanların güçlendirilmesi gerekmektedir.
(Güçlü bir yasal çerçeve gibi). Ama oluşturulacak bir yasal çerçeve, bölgede
gelecekte varolacak ortaklıklar için bir ilk adımdır sadece. Orta Asya’da güçlü bir
bölgesel güvenlik sistemi kurabilmek ve uluslararası alanda saygı duyulan bir bölge
yaratabilmek için Orta Asya devletlerinin birbirleri ile işbirliğine devam etmeleri ve
ortak güvenlik sorunlarını kendi ulusal savunma hedeflerinin önüne koymaları
gerekmektedir. Bölgede istikran ve ulusal kendine yeterliği, ekonomik
entegrasyonu ve bölgesel güvenliği oluşturmak amacıyla hazırlanan stratejilerin
başarıya ulaşabilmesi için bölge sınırları içerisinde yer alan her devletin kendi özel
koşullarını da göz önünde bulundurması gerekmektedir. Tüm Orta Asya devletleri
hem kendi bölgesel ve ulusal politikaları çerçevesinde hem de uluslararası
organizasyonlar mekanizması içerisinde varolan tüm olasılıkları kullanmak
durumundadırlar (Kasymova 2002:914).
Kitaplar: -
Ahmed Raşid, 1996, Orta Asya’nın Dirilişi: İslâm mı, Milliyetçilik mi?, (çev.) Osman
Ç. Deniztekin, İstanbul; Cep Kitapları.
Alec Rasizade, 1999, Calming The Ferghana Valley: Development and Dialogue in
the Heart of Central Asia, Center for Preventive Action, New York; The Century Foundation
Press.
E. Gellner, (1992), Uluslar ve Ulusçuluk, (çev.) B. E. Behar, G. G. Özdoğan, İstanbul;
İnsan Yayınları.
Fahir Armaoğlu, (1991), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 2, Ankara; Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları.
Hamit Ersoy, Lale Ersoy, 2002, Küreselleşen Dünyada Bölgesel Oluşumlar ve
Türkiye, Ankara; Siyasal Kitabevi.
İrfan Ülkü, 2002, Moskova’yla İslam Arasında Orta Asya, İstanbul; Kum Saati
Yayınları.
Ministry of Foreign Affairs of Turkmenistan, (1997), Foreign Policy of Turkmenistan,
Aşkabat; Türkmenistan Dışişleri Bakanlığı Yayınları.
N. Nazarbayev, (2003), Kritik 10 Yıl, Ankara; ASAM Yayınları.
Nadir Devlet, 1993, Çağdaş Türkîler, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Ek
Cilt, İstanbul; Çağ Yayınları.
Olivier Roy, 1997, Yeni Orta Asya Ya da Ulusların İmal Edilişi, (çev.), Mehmet
Morali, İstanbul; Metis Yayınları.
Recepdurdı Garayev, (1998), Garaşsızlıgın Şanlı Seneleri, Aşkabat; Ruh Neşriyat.
Yasin Aslan, (1996), Üçüncü Roma’nın Jeopolitik Arzuları, Ankara; Avrasya
Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Makaleler:
Arslan Koçiyev, (Yaz 2001), “Millî Özelliklere Göre Orta Asya’nın Sınırlarının
Belirlenme Politikası”, Avrasya Dosyası Türkmenistan Özel Sayısı, 7, (2), 295-305.
Cenk Pala, Bahar 2003, “21. Yüzyıl Dünya Enerji Dengesinde Petrol ve Doğal Gazın
Yeri ve Önemi: ‘Hazar Boru Hatlarının Kesişme Noktasında Türkiye’”, Avrasya Dosyası
Enerji Özel Sayısı, 9, (1), 15-16.
Cynthia and Michael Croissant, Kış 1996/1997, “Hazar Denizi Statü Sorunu: İçeriği
ve Yansımaları”, Avrasya Etüdleri, 3, (4), 27-28.
Elnur Soltan, Mayıs 2001, “Hazar Denizi’nin Hukuki Statüsü: Çözülemeyen Sınırlar”,
Stratejik Analiz, 2, (13), 66-67.
Enes Cansever, (Yaz 2000), “Değişim Sürecinde Kazakistan”, Da (Diyalog Avrasya),
(2), 17
Erel Tellal, (Şubat 1994), “Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da Göç
Hareketleri”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, 18, (164), 58-59.
Ertan Efegil, Yılmaz Çolak, 2003, “Geçiş sürecinde Orta Asya: Liderlik, Milliyetçilik
ve Demokrasi”, Orta Asya’nın Sosyo-Kültürel Sorunları: Kimlik, İslam, Milliyet ve Etnisite,
(der.) Ertan Efegil, Pınar Akçalı, İstanbul; Gündoğan Yayınları, 201-202.
F. S. Larrabee, 2001, “Türk Dış Politikası ve Güvenlik Politikası: Yeni Boyutlar, Yeni
Güçlükler”, Türk-Batı İlişkilerinin Geleceği: Stratejik Bir Plana Doğru, (çev.) Işık Kuşçu,
Ankara; ASAM Yayınları.
Françoise Rollan, (Mayıs 2004), “Learning to Live with Frontiers: New Frontiers in
Central Asia”, UNISCI Discussion Papers, 1.
George I. Mirsky, (Ekim 1992) “Central Asia’s Emergence” Current History, 91,
(567), 336.
Haluk Ölçekçi, (Mart 1995), “Türk Dünyası’nda Etnik Problemler”, Gök Dergisi, (4),
7-8.
Henn-Juri Uibopuu, 1995, “The Caspian Sea: A Tangle of Legal Problems”, The
World Today, 51, (6), 119.
Ibrahim Kalkan, 1998, “Kazak Petrolleri ve Uluslar arası Güçler”, Türk
Cumhuriyetleri ve Petrol Boru Hatları, (der.), Alaeddin Yalçınkaya, İstanbul; Bağlam
Yayınları, 76.
İbrahim Kaya, (2002), “Aral Havzası Anlaşmazlığının Değerlendirilmesinde
Hukuksal Çerçeve ve Uygulanabilir Öneriler”, Dünyada Su Sorunları ve Stratejileri, (der.),
Aziz Koluman, Ankara; ASAM Yayınları, 122.
İsmail Soysal, 1998, “Hazar Bölgesinde Petrol ve Gaz Kaynaklan”, Türk
Cumhuriyetleri ve Petrol Boru Hatları, (der.), Alaeddin Yalçınkaya, İstanbul; Bağlam
Yayınları, 21.
Mehmet S. Erol, Yaz 2001, “Türkmenistan Devleti’nin Dış Politikasının Temel
Sacayağı: Daimi Tarafsızlık Statüsü”, Avrasya Dosyası Türkmenistan Özel Sayısı, 7, (2), 124¬
142.
Mehmet S. Erol, Temmuz 2002, “Orta Asya’da Düğmeye Kim Bastı?: Büyük Oyunda
İkinci Perde, Sıra Muhaliflerde”, Jeopolitik Gündem, (10), 43.
Mustafa Aydın, (2004), “Avrasya’nın Değişen Jeopolitiği ve Güvenlik: 1989-2003”,
Yakın Dönem Güç Mücadeleleri Işığında Orta Asya Gerçeği, (der.), Ertan Efegil, Elif Hatun
Kılıçbeyli, İstanbul; Gündoğan Yayınları, s. 169.
Mustafa Ökmen, (Yaz 2001), “Türkmenistan’da Çevre Sorunları”, Avrasya Dosyası
Türkmenistan Özel, 7, (2), 239.
Nadir Devlet, (Kış 1995), “Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin Sınırlarının Tarihi,
Coğrafi ve Etnik Sorunları”, Avrasya Etüdleri, 1, (4), 30-35.
Nermin Guliyeva, Mart 2001, “Orta Asya’da Cadı Kazanı: İç Savaş ve Terör
Tehdidi”, Stratejik Analiz, 1, (11), 43-48.
Nermin Güler, Yaz 2001, “Geçiş sürecinde Türkmenistan’ın Siyasi Yapısı:
Türkmenbaşı Modeli”, Avrasya Dosyası Türkmenistan Özel Sayısı, 7, (2), 97-110.
Nazokat A. Kasymova, 2002, “Orta Asya’nın Jeopolitik Konumu ve Oluşturulmak
İstenen Bölgesel Güvenlik Sistemi”, Türkler, (çev.) Kadir İnan, Ankara; Yeni Türkiye
Yayınları, 914.
Orozbek Moldaliev, (2002), “Islamism and International Terrorism: A Threat of İslam
or a Threat to Islam?”, Central Asia and the Caucasus, 15, (3), 94.
Philip Micklin, (2000), “The Future of Water Management”, Central Asia and
Caucasian Prospects, The Royal Instittue of International Affairs, s. 68.
Pmar Akçalı, 2003, “Orta Asya’da İslami Uyanış, Radikal İslami Hareketler ve Bu
Hareketlerin Bölge Politikasına Etkileri”, Orta Asya’nın Sosyo-Kültürel Sorunları: Kimlik,
İslam, Milliyet ve Etnisite, (der.) Ertan Efegil, Pınar Akçalı, İstanbul; Gündoğan Yayınları,
143.
Poonam Mann , Aralık 2001, “Religious Extremism in Central Asia”, Strategic
Analysis, XXV. (9), 1029.
Rajan Menon ve Henri J. Barkey, (Kış 1992-93), ‘Transformation of Central Asia:
Implications for Regional and International Security”, Survival, 34, (4), 71. •’
Rustem Zhanguzhin, 2000, “Democratization in Central Asia: Several Comments”,'
Central Asia and the Caucasus, (4), 22-24.
S. Gülden Ayman, (Ekim 1994), “Dünün Efendileri Bugünün Azınlıkları: Eski Sovyet
Topraklarındaki Ruslar”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, (9), 9.
Sergej Mahnovski, 2003, “The Natural Resources and Potantial Conflict in the
Caspian Sea Region”, Faultlines of Conflict in Central Asia and the South Caucasus:
Implications for the US Army, (der). Olga Oliker ve Thomas S. Szayna, Santa Monica;
RAND, Arroyo Certer, 109-144. . ‘
Süleyman S. Terzioğlu, (Yaz 2001), “Türkmenistan’ın Azınlıklar Konusundaki
Siyaseti”, Avrasya Dosyası Türkmenistan Özel Sayısı, 7, (2), 111-123.
Tanya Charlick-Paley, Phil Williams ve Olga Oliker, 2003, “The Political Evolution
of Central Asia and South Caucasus: Implications for Regional Security”, Faultlines of
Conflict in Central Asia and the South Caucasus: Implications for the US Army, (der.), Olga
Oliker ve Thomas S. Szayna, Santa Monica; RAND, Arroyo Center, 7-40.
UNODCCP, 2002, “Illicit Drugs Situation in the Regions Neighbouring Afghanistan
and the Response of UNOCCP”, Viyana; 23.
, Valentina Kurganskaia, 2002, “New Spiritual Trends in Kazakhstan”, Central Asia
and the Caucasus, 15, (3), 110.
Raporlar:
INCB Report 2001, Vienna.
World Drug Report 2000, UNODCCP
Tezler: ' '
Bahir Çaylı, (2002), Hazar Petrolleri Petrol Boru Hattı Projeleri ve Türkiye, İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Cumhuriyetlerinin Çalışma Sorunları ve
Endüstri İlişkileri Bilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Web Siteleri:
Bülent Alirıza, “Clear and Present Danger in the Turkish Straits”, CSIS Caspian
Energy Update, http://www.csis.org/turkev/CEU000115.htm. 3 Şubat 2000.