ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
“SÖZCÜKLERDEN ASLA YETERİNCE SAKINMAYIZ”
...ÇEVİRİLERDEN DE!
Yiğit BENER1
“Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle
zararsız gibi durur sözcükler, tehlikeli bir halleri
falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan çıkan bir
takım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan
girip beynin o kocaman gevşek gri dokusunun
müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen.
Onlardan sakınmayız, sözcüklerden, felaketler de
öyle gelir zaten.”
(L. F. Céline, Gecenin Sonuna Yolculuk)
Frankofoni, 2008,(20):73-94
“ON NE SE MÉFIE JAMAIS ASSEZ DES MOTS”. NI DES
TRADUCTIONS!
Ce texte, rédigé par le traducteur en turc de Voyage au bout de la nuit de Louis Ferdinand Céline
[Gecenin Sonuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınlan, 2002], est un essai sur la poétique de Céline dans
sa version turque. Sous l’apparence d’un exposé synthétique de la monumentale analyse du Prof.
Henri Godard sur la Poétique de Céline [Gallimard, 1985], il nous expose indirectement la
méthode qu’il a suivi pour traduire l’ouvrage de Céline et plus particulièrement pour reproduire le
style de Céline en langue turque. Pour illustrer les particularités du style de Céline et son travail
sur la langue, l’auteur/traducteur nous cite en effet plusieurs passages du roman... mais dans sa
version turque (il s’agit la plupart du temps des mêmes passages que citait le Prof. Godard en
français, pour illustrer ces particularités stylistiques). Il souhaite ainsi nous montrer que pour
traduire un auteur comme Céline, il ne suffit pas de bien comprendre le «sens» du texte original,
mais qu’il faut aussi «décrypter» le style de l’auteur et son apport particulier à sa langue, pour
tenter de «refaire» le même travail dans la langue de la traduction, afin d’y reproduire le même
effet de style.
Mots-clés : Céline, Godard, plurivocalisme, oralité, populaire/argotique, inconscient, sentiments,
musique, métaphores, néologismes, dénonciation, réappropriation de la langue, gaité.
“ONE IS NEVER TOO CAUTIOUS WITH WORDS” ... AND
TRANSLATION
This text, written by the translator of Louis Ferdinand Céline’s Voyage au bout de la nuit, is an
essay on Céline’s poetics in its Turkish version [Gecenin Sonuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınlan,
2002]. While apparently synthesizing Prof. Henri Godard’s phenomenal analysis of Céline’s
poetics [Gallimard, 1985], the translator indirectly presents the method he followed in order to
translate Céline’s work and, in particular, to reproduce Céline’s style in Turkish. Aiming at
illustrating Céline’s style and language, the translator quotes several passages from the Turkish
version (more often than not the very same passages chosen by Prof. Godard). By doing so, the
translator wishes to illustrate why simply understanding the meaning of the original text may not
be enough to translate an author like Céline, in that discovering the style and the author’s
contribution to language is essential in order to attempt to successfully reproduce the same stylistic
work and effects.
Key words: Céline, Godard, plurivocalism, orality, popular/slang, subconscience, feelings, music,
metaphors, neologism, reappropriation for language, joy.
Fırtına gibi bir giriş yapar Céline, gecenin en uç noktasına, dibine, köküne, yani
sonuna kadar giden yolculuğuna: “İşte böyle başladı ”. Yalnızca yedi hecelik bu
cümleciğin dili, kalan beş yüz sayfada kullanılacak dilin de habercisidir. Prof. Henri
Godard, La Poétique de Céline adlı dev yapıtında (beş yüz sayfalık bu inceleme,
Céline hakkında yazılan onlarca kitap, yüzlerce makale ve incelemenin en
kapsamlısıdır) bu giriş cümlesini şöyle yorumlar: “Bu giriş aslında başka bir
cümleyi de yansıtmaktadır: ‘Her şey aşağıda aktaracağım şekilde başladı’, aynı
zamanda da bu cümleleri dillendiren her iki sesin diyalogunu. Peki neden, tüm
okuyucuların eşit derecede rahatlıkla anlayabileceği bu iki cümleden biri düzgün bir
ifade tarzı sayılır da diğeri sayılmaz?” Çünkü biri yazı dili özelliklerini taşırken,
diğeri konuşma dilini, sokak dilini, sözü andırır...
Céline’in dili söz konusu olduğunda sıklıkla onun “konuştuğu gibi yazdığı”,
argoyu ve sokak dilini kullandığı vurgulanır. Doğrudur da. ancak bu dil,
“öylesine”, aklına estiği gibi, ağzından çıktığı gibi yazılmış, özensiz bir dil
değildir: “Altı yıl uğraştım bu romanı yazıncaya kadar, taslaklar ve düzeltmelerle
birlikte el yazısıyla 50.000 sayfa tuttu” diye belirtir yazar. Gerçekten de, Céline’nin
o görünürdeki gelişigüzel dili, üzerinde hayli çalışılmış, uğraşılmış, işlenmiş,
“emek verilmiş” bir dildir. Yazarın el yazmalarını inceleyen Prof. Godard,
yapıtlarının cümle yapısındaki, sözdizimindeki tüm “çarpıtmaların”, biçem
“beceriksizliklerinin”, dilbilgisi “yanlışlarının”, kural “hatalarının” aslında bal gibi
bilinçli, kasıtlı ve çalışılmış olduklarını örnekleriyle açıklar. Céline’in bir anlamda
Proust’un tam zıt kutbunda yer aldığının altını çizer: “Proust yazılı dilin
bağlamaya, birleştirmeye olan yatkınlığını sonuna kadar kullanmayı yeğlerken,
Céline de (...) en az onun kadar uğraşır, ama ters yönde”.
Céline dilinin ne derece işlenmiş bir dil olduğunun bir göstergesi, onun çok
katmanlılığıdır. Bunun en etkileyici örneklerinden biri, karmaşık sözcük oyunlarına
dayalı şu üç cümlelik paragraftır: “Kalem işine girmişti oğlan! Düşünsenize, son
otuz yılda kalemlerde ne aksamalar olmuş, iniş çıkışlı ne krizler yaşanmıştı! Belki de
bu güne dek kalem sahibi olmaktan beter, istikbali o derecede belirsiz, başka bir
meslek görülmemişti”... Bu paragraf, “kalem” sözcüğünün üç değişik anlamına göre
— “yazı yazmaya yarayan araç”; “yazarlık”; “erkeklik organı” (argoda) —
okunduğunda, üç değişik anlam, yorum çıkar ortaya!
Céline’deki bu olağanüstü ince işçiliğin bir başka mükemmel örneği de, Paris
varoşlarında XX. yüzyılın başında yaşanan sosyal, ekonomik, kültürel dönüşümleri
bir iki belli belirsiz dokunuşla, güçlü imgelerle betimlediği şu eşsiz paragraftır:
“Orası her hafta bir bahçesini yitirir. Reklamlar, daha girişte onu Rus balesinin
alacalı bulacalı renklerine boyar. Odacının kızı kokteyl hazırlamasını biliyor. Orada
tarihi nitelik kazanmaya yüz tutan biricik şey tramvaydır, bir devrim olmaksızın
ortadan kalkması zor. insanlar tedirgin, çocuklar daha şimdiden ebeveynlerinden
farklı bir aksanla konuşuyor. Buralılar, düşündükçe, hâlâ Seine-et-Oise vilayetine
bağlı olmaktan utanıyor sanki. Mucize yolda. Son bahçe topağı da Laval’ın iktidara
gelmesiyle kayboldu ve gündelikçi kadınlar yaz tatilinden bu yana saat başı
ücretlerine yirmi para zam yaptılar. Beldeye bir müşterek bahisçinin yerleşeceği
söyleniyor. Postanenin müdiresi oğlancılık üzerine romanlar alıp okuyor ve hatta
onlardan çok daha gerçekçilerini düşleyebiliyor. Papaz artık her fırsatta hassiktir
diyor ve uslu duranlara borsa yatırımları için öğütler veriyor. Sen nehri balıklarını
öldürdü, şimdi de kıyılarında çöp ve hurdalardan ibaret korkunç bir avadanlık
oluşturan çift sıra dizilmiş boşaltır-çeker-iterlerin arasına sıkışıp Amerikanlaşmakla
meşgul. Üç arsa spekülatörü geçenlerde hapse girdiler. Her şey hale yola koyuluyor.”
Céline, gülünç ve çarpıcı bir etki yaratmak istediğinde, kestirmeden giderek
birçok şeyi yarım cümleciklerle de anlatma yeteneğine sahiptir: "Çekmecenin
birinden bir tabanca çıkardı ve şakaya gelir bir hali de yoktu. Merdiven yetti bana,
asansörü bile çağırmadım”. Kimi zaman da, örneğin kandırıcı panayırı anlatmak
için, dolambaçlı anlatımları seçer: "Sonra da onlar için müzik çaldırılır, oradan
buraya, mevsimden mevsime, bir önceki yıl zenginleri coşturmuş ne varsa
tıngırdatan, öğüten bir müzik. Bu, atlıkarıncadan dökülen kurgulu mekanik müziktir,
trafiğe çıkmayan arabaların, korkutmayan korku tünellerinin, pazıdan yoksun ve hiç
ayı boğmamış güreşçinin minderinin, sakalı olmayan sakallı kadının, boynuzlu
falcının, la sesinden mahrum laternanın müziğidir, hani o içi boş yumurtaların hedef
alındığı poligonun arkasında duran. Bu, haftanın sonunu zor getiren insanları
kandırmanın panayırıdır. Haydi hep beraber içelim şu köpüksüz birayı!
Céline’nin dilinin zenginliğinin önemli göstergelerinden biri onun “çoğul
seslilik ilişkileri” ve “örtük diyalog”lardır. Prof. Godard, Mihail Bahtin’in
geliştirdiği diyalojizm kavramına da gönderme yaparak, Céline’in yapıtının baştan
aşağı çeşitli seslerin örtük bir diyalogu biçiminde kaleme alındığını belirtir: ‘‘[İşte
böyle başladı diyerek] tek bir argo sözcüğe, hatta sokağın diline başvurmaksızın,
Gecenin Sonuna Yolculuk daha ilk adımdan çoğul seslilik ilişkilerinin
[plurivocalisme] içine yerleşir ve belirleyici yapı taşlarından birini açığa çıkarır:
polemik”. Gerçekten de, yazılı dilin kurallarını hedef alan romanın ilk cümlesinin
hemen devamında yazarın, sanki ifade edilmemiş bir suçlamaya karşı derhal kendini
savunmaya geçişi, metin boyunca sık sık yinelenecek olan ve Bahtin’in de altını
çizdiği “örtük diyalogların” ilk örneğidir: "Ben, hiç sesimi çıkarmamıştım. Hiç.
Arthur Ganate’dı beni konuşturan. Arthur, öğrenciydi, o da tıpçı, arkadaşım.”
Bu “çoğul seslilik” de aslında “çok yönlüdür”. Örneğin romanın kahramanı/
anlatıcısı Bardamu’nün bile iki farklı sesi vardır. İlki, henüz “saflığını” yitirmemiş
ürkek ve düzene nispeten saygılı bir Bardamu’dür: Manhattan’da, yani "bugünün
dünyasında Bankanın kalbinin attığı güzelim yerde, yine de geçerken yerlere
tükürenlere bu ne cüret” diye kızan, hem anarşist geçinip hem de bando mızıka
görünce dayanamayıp gönüllü olarak askere yazılıp kendini savaşın ortasında bulan
bir Bardamu. Diğeri ise, savaşı ve tüm felaketleri yaşamış, gözü açılmış, inançlarını
ve onurunu yitirmiş, yırtık, asi, ama boyun eğmiş bir Bardamu: "Beni zaten terk
etmeye hazır olan onurumun, adım adım, daha belirgin bir şekilde silindiğini ve
uzaklaştığını, benden tamamen, bir anlamda resmen, koptuğunu fark ediyordum. Ne
derseniz deyin, bu bayağı keyifli bir andı. O hadiseden itibaren, sonsuz derecede
özgürleştim ve hafifledim, manevi açıdan tabii.”.
Romandaki çoğul seslilik kullanılan çeşitli dil düzeylerinde de kendini gösterir.
Halk dilinin, argonun, konuşma dilinin yanında eski, “arkaik” denebilecek kalıp ya
da sözcükler de metinde yer alır: "Bilimle hayatı telife kalkışmanın neticesi daima
felakettir, Ferdinand! inanın bana, kendinizi tedavi etmekten daima imtina ediniz. ■■
Vücuda sorduğumuz her sual bir gedik açar... Bir endişe, bir fikrisabit başlangıcına
dönüşür..." Burada amaç, yer yer yabancılaşma etkisi yaratmak, yer yer de dilin
geçmişine de sahip çıkıp bugünle bağlantıyı kurmak, kopukluğu gidermektir. Ayrıca,
bugünün bir gerçeğini dile getirirken geçmişte kalmış bir sözcüğün ya da kalıbın
kullanılması doğrudan doğruya bir zaman kayması, bir “çağdışılık” etkisi
yaratmaktadır: yani, örneğin, çağdışı bir yaşlı bilim adamını anlatmak için gayet
uygun bir yöntemdir!
Céline benzer bir etkiyi yer yer yabancı sözcükler kullanarak da elde etmeye
çalışır (ağırlıklı olarak İngilizce). Kimi zaman Amerikalı Lola’yı konuşturur: “Siktir
olun gidin ve bir daha da asla geri gelmeyin, duydunuz mu beni, asla!. Out! Out!
Out! pis domuz!.” Kimi zaman da Bardamu, hava atmak ve kültürlü görünmek için
İngilizce kullanmak ister, "çok daha pahalı başka yerlerde, İngilizce’de dendiği gibi
"expensifs” yerlerde eğlenmeye alışık olduğunu insanlara göstermek istercesine”
(İngilizce’nin baskısı, daha o zamandan!). Benzer şekilde, hayli sivri sayılabilecek
teknik terimler, uzmanlık terimleri, ayrıca bilinen kavram ya da nesnelerin ender
kullanılan kimi adları da metin içinde yer bulmaktadır: Tatar okları, malumatfuruş
kişiler, lifsiz tekesakalları, zeplinler, çikolata dökme kapları, çavun darbeleri,
marazi ufunetler, yalabık kuşlar, etüvler, tabaklanan deriler, alavere havuzları, vb.
Metinde sıkça karşımıza çıkan tıbbi terimlerin ise çok yönlü bir işlevi vardır: hem
diğer “teknik” terimler gibi, okuru o meslek grubunun gerçekleri ve “jargonuyla”
yüzleştirmek ve kendi gerçekliğine yabancılaştırmak, hem de her bir okuru irkiltecek,
tiksindirecek, ürkütecek olan kendi bedeninin gerçekleriyle, hastalıklarıyla ve ölümle
yüzleştirmek: “Bütün bu etler butlar hep bir arada bayağı kanıyordu Bir hekim olan
Celine’in bedenle, beden salgılarıyla (dışkı, kan, meni, salya, vb.), hastalıkla ilişkisinin
sıradan insanlarınkinden hayli farklı olduğu açıktır: “Ona karısının, içinden pıhtılar
taşan, kan fokurdayan deliğini gösterdim, ardından da karısını, tepeden tırnağa, şöyle
bir süzdü. Üstünden araba geçmiş koca bir köpek gibi inliyordu kadın. Sonuç olarak
adam ne istediğini bilmiyordu”. Tüm bunlar, onun günlük pratiğinde birer zararsız
“araç”, sıradan malzemedir”: “işe gelir gelmez, titiz araştırmacı hiç sektirmeden
odanın bir köşesinde sabit olarak tutulan ve alışılageldik biçimde sergilenen bir önceki
haftanın tavşanının safra renginde, kokuşmuş bağırsaklarına eğilip birkaç dakika
boyunca bakacaktır, mezbelelik bir zemzem kuyusu”.
Hekim, dış görünüşü sağlıklı bir insanın o sırada iç organlarının hastalık
tarafından kemirilmekte olabileceğini, bir yandan doğal olarak kokuşup
çürüdüğünü, hücrelerinin yaşlanıp öldüğünü, her insanın, yüzleştiğinde pek
iğreneceği, adının dillendirilmesi bile neredeyse tabu olan o malzemelerden,
kandan, boktan, etten oluştuğunu bilir: “Pek berbat dişleri vardı, kağşamış, sararmış
ve yeşilimtırak bir kefekeyle iyice kaplı, yani sıkı bir dişeti yangısıydı bu”. Her tür
yanılsamayı ve tabuyu kırma peşindeki Celine, bu tür sözcükleri de bolca kullanarak
okuru etkilemeye, bir tür kendi “etten kemikten” gerçeği hakkında bilinçlendirmeye
çalışır: “Sizi ayartmak için başvurmayacağı numara yoktur şeytanın! Öğrenmekle
bitmez. Eğer yeterince uzun bir süre yaşasaydık kendimize yeni baştan bir mutluluk
başlatabilmek için nereye gideceğimizi şaşırırdık. Her tarafa serpiştirirdik o
mutluluk ceninlerini, dünyanın dört bir tarafında leş gibi koksunlar diye ve artık
nefes bile alamayacak hale gelirdik. Müzede duranların, yani gerçek ceninlerin,
görüntüsü dahi hasta etmeye yetiyor kimilerini, hem de kusacak derecede. Bizim bir
o kadar iğrenç olan mutlu olma girişimlerimiz de öylesine fos çıkıyor ki, bu insanı
hasta ediyor, hem de adamakıllı öldürmeden önce, enikonu süründürerek”.
Celine dilinin çoğul sesliliğinin bir diğer boyutu, Henri Godard’ın da altını
çizdiği gibi, Celine’de (özellikle Gecenin Sonuna Yolculuk’ta) bildiğimiz “klasik
edebi dilin” sokak diliyle yan yana var olabilmesidir: “Oldu olacak en iyisi susmak
ve pencereden dışarısını seyretmek, gecenin gri kadifemsi gölgelerinin daha şimdiden
karşı taraftaki caddeyi, ev ev ele geçirişini izlemekti, önce daha küçükleri sonra
diğerleri, nihayet daha büyükler ele geçiyordu, ardından da bunların arasında
koşuşturan, en sonunda karanlıkta karar kılmadan önce iki kaldırım arasında
duraksayan insanlar, gitgide daha silik, belli belirsiz ve bulanık.” Yer yer Proust’a taş
çıkaracak uzunlukta, kusursuzlukta ve karmaşıklıkta cümleler de cabası! Céline belki
de bu yüzden Yolculuk’u yazdıktan 25 yıl sonra şöyle yakınır: "[Bu romanda] hâlâ
edebiyata, ‘iyi edebiyata’ tavizler veriyorum... Hâlâ epey düzgün dizilmiş cümleler...
bence teknik açıdan epey geri. (...) Artık midem bunu kaldırmaz. Tiksindirici”!
Céline, halk diline, konuşma diline yaklaşmak için birçok başka yazarın da
başvurduğu klasik yöntemleri kullanmaktan kaçınmaz. Yer yer kelimeleri bozar,
kahramanlarını “halk ağzı” ile konuşturur: "Ya siz, beyefendi, siz de gelceyniz dimi?”
Konuşma etkisi yaratmak üzere epey iç çeker "Ah! Ah!”, teyit ister "dimi?” diye,
"işte” diye dikkat çeker, bazen de "yahu!” diye söylenir, abartılı, "devasa” sıfatlar
kullanır, "derken” konuşma tikleri de edinivermez mi? Ne gibi mi? "Valla, orası biraz
karışık işte.”. Ama öyle ya da böyle bol miktarda özdeyiş, deyim kullanır: "Bu
yetmiyormuş gibi, ihtiyar Henrouille ona para biriktirme hırsını, Madelon da evlenme
merakını göz açıp kapayıncaya kadar bulaştırıvermişlerdi. Körün istediği bir göz.!
Layığını bulmuştu. Üstelik kıza kör kütük aşık olmaya da başlamıştı. Olunurdu da
hani”. Açıkça ya da örtük biçimde atasözlerine bile başvurmaktan çekinmez: "Peder
lafı ağzımdan kaçırırım beklentisiyle olsa gerek, sanki ille beni de bulaştırmak
istiyordu bu işe... Ağır ol!... Papaz her gün pilav yemez!.”
Ancak asıl çalışması dilin yapısını, sözdizimini dönüştürmeye yöneliktir.
Kuralları bozarak istediği etkiyi yaratmaya çalışır. Bu çabanın belirgin bir örneği,
eylem kiplerini kullanış biçimidir: "Tam o sırada savaş da, biz farkına bile
varamadan, bize yaklaşmaktaydı, benim kafamsa iyice karışmıştı. (...) Neyse, sonuç
olarak Arthur’le barıştık, tastamam. Neredeyse her konuda hemfikirdik. — Doğru,
haklısın aslında, diye kabulleniyorum.” Di’li geçmişin, miş’li geçmişin, geniş
zamanın ve şimdiki zamanın bu şekilde, hem de sıkça, okuru yer yer şaşırtacak
derecede iç içe geçmesinin, aynı anlatım dilimlerinde hatta aynı paragraflarda
birlikte yer almasının işlevi, anlatıcının bugünüyle geçmiş deneylerinin farkını
belirtmek, yani yukarıda sözü edilen o “iki” Ferdinand’ın çoğul sesliliğini
dillendirmektir. Böylece de, “konuşma dili” izlenimi yaratmaya, anlatı yerine
söylemle karşı karşıya olunduğu izlenimini pekiştirmeye de katkıda bulunmaktadır.
Raymond Queneau, Céline’in özgünlüğünün ve yeniliğinin, "konuşma dilinin
kullanımının diyaloglarla sınırlı olmayıp, anlatıma da yansıması ” olduğunu
vurgular ve sözcük seçiminin ötesinde, bu farlılığın sözdizimiyle de kendini ortaya
koyduğuna dikkat çeker. Başka bir deyişle, Céline’in dile uyguladığı tüm karmaşık
işlemlerin amacı, kuraldan, “dilbilgisinden” uzaklaşan tüm ifade tarzları, aslında
“konuşma dili etkisi” yaratmaya yönelik bir yöntemden ibarettir.
Bu sonucu yaratabilmenin başlıca yoluysa, konuşma ortamını yazıda yeniden
oluşturarak, yazıyı bir anlamda söze dönüştürmek, okunanın aslında bir konuşma
olduğu izlenimi yaratmaktır. “Konuşma ortamı”, yani sözün oluşma koşulları,
yazıdan hayli farklıdır. Örneğin, konuşmalarımız çoğu kez önceden planlanmamış,
doğaçlama, savruk cümlelerden oluşur. Celine’in cümleleri de bu izlenimi
yaratmak amacıyla çoğu kez devriktir ve neredeyse tersyüz edilmiştir: “Tam da o
sırada, oturduğumuz cafe’nin önünden bir alay geçivermesin mi, hem de en önde
atına binmiş albayıyla birlikte, üstelik pek de sevimli ve bayağı da dinç
görünüyordu, albay!”
Konuşurken ağzımızdan çıkan söz hatalıysa yazıdaki gibi geri dönüp düzeltme
olanağımız yoktur, bu nedenle de Celine’in cümleleri bazen düpedüz çarpıktır:
“Durmadan ateşlenip zayıflıyorlardı, az yemekten, çok kusmaktan, bol kepçe
şaraptan ve yine de çalışıyor olmaktan, gerçi, aslında yalnızca üç günde bir”. Kimi
zaman da anlatım kopuk kopuktur: “Kabile yok artık! Naz yok! Cafcaf yok! Sadece
işçi ve yerfıstığı var! Haydi iş başına! Av bitti! Tüfek bitti! Yerfıstığı ve kauçuk!...
Vergi için! Bize daha fazla yerfıstığı ve kauçuk getirmek için vergi! Hayat bu
Bardamu! Yerfıstığı! Yerfıstığı ve kauçuk!.”
Bir yandan konuşurken bir yandan da cümlelerimizi düşüncemizin gelişimine
göre oluştururuz, adım adım tamamlarız onları. Celine’de bu tarz bir “konuşma
ortamı” yaratmaya yönelik en tipik yöntemlerden biri Prof. Godard’ın da belirttiği
gibi, “anımsatmalı” cümlelerdir: “Ara ara, nereden geldiğini bilmediğim bir kurşun,
güneşle hava arasından fırlayıp, öylesine, gelip beni arıyordu, şen şakrak, beni
öldürmeye kararlı, hem de bu ıssızlığın ortasında, ille de beni”.
Konuşurken, bazen söze başlar, ama tepki karşısında ürker geri adım atarız ya
da tepkisizlik karşısında sıkılıp vazgeçer, konuyu değiştiririz: “Tam o sırada savaş
da, biz farkına bile varamadan, bize yaklaşmaktaydı, benim kafamsa iyice
karışmıştı. Bu kısa ama hararetli tartışma beni yormuştu. Üstelik, bahşiş yüzünden
garson bana pinti herif dediği için biraz da kan tepeme çıkmıştı. Neyse, sonuç olarak
Arthur’le barıştık, tastamam.”
Sıklıkla da, cümlelerimizin akışını karşımızdakinden gelen tepkilere (ses,
mimik, beden dili) göre ayarlarız, gerekirse gelen itiraz ya da soru işaretlerine göre
eklemeler yapar, açıklamalar getiririz: “Kısa bir süre sonra onlardan geriye ne
kalacaktı ki zaten? Bir parça beyin... Ne işlerine yarayacaksa? Öyle değil mi
ama?. Hele bu gittikleri yerde? intihar etmeye mi? O gittikleri yerde bir parça
beyin sadece o işe yarayabilirdi...”
Karşımızdakinden aldığımız tepkiye bakarak, derdimizi anlatabildiğimizi
düşündüğümüzde, lafı gereksiz yere uzatmayıp, cümlemizi tamamlamadan geçeriz.
Bu nedenle Céline’de de cümleler bazen yarım kalmıştır: “Neyse, bu da her halde
sizin kaderiniz. O yoldan, tek başınıza. En uzağa giden kişi tek başına yolculuk
edendir.” Hatta, okurun da söyleneni anlayacağı varsayılarak, örneğin fiilden bile
tasarruf edildiği olur: "Bekleme salonu işlevini gören odada bekliyordu beni. Üç
sandalye, üç ayaklı yuvarlak küçük bir sehpa.” Kimi zaman da lafı uzatmadan, “ima
yoluyla” özetleriz, söylemeye üşendiklerimizi: “Onu oyalamak için bu konuda bir
çırpıda yüz çeşit renkli ayrıntı icat ettim: Elbiseler. Şık haspalar. Havalı
faytonlar. Çıkış verilmesi. Coşkulu, tantanalı kornalar. Su dolu hendeğin
üzerinden atlayış. Cumhurbaşkanı. Bahislerin dalgalı humması, vs.”
Bazen de tam aksine, en basit şeyleri bile sıklıkla yineleriz, anlaşıldıklarından,
akılda kalacaklarından emin olmak istercesine, çünkü yazıdan farklı olarak, söz
uçar, geri dönüp bir daha dinleme şansınız yoktur. Dolayısıyla “tipik Céline”
cümlesi yinelemeler de içerir: "Ölümümü, kendi ölümümü! diye haykırıyordu, kendi
ölümümü görmek istiyorum! (.) Ölümümü iyice görmek istiyorum! Artık ölmek
istemiyordu, asla. Çok açık. Artık kendi ölümüne inanmıyordu”.
Céline bununla da yetinmez, "ben, o, şu, bu, yani, da, de” gibi kalıplara sıkça
baş vurarak kendine özgü vurgular geliştirir: "Sesimi çıkarmıyordum ama ben
başımıza gelecekleri, yaklaşan o faciayı, gayet iyi görebiliyordum. (.) Bu arada o
da, yani Polonyalı kız da öksürüyordu. Bu Polonyalı kızın takıntısı da sinir sistemini
olmayacak gönül maceralarıyla sakatlamaktı. Haliyle, gözünü kırpmadan
dalıvermişti o Ingiliz kızların pis şarkısına, tüm acısıyla macısıyla.” Yazıda hem
zaman alan hem de gereksiz olan bu tarz vurgu ve yinelemeler, sözde çok daha kolay
çıkar ağızdan, dolayısıyla bunların yer yer abartılması da metne bir “gevezelik”
özelliği katar, ve konuşma etkisini pekiştirir: “O sırada da o, yani ihtiyar,
kulübesinden adamı izliyordu, hem de "en ön sıradan!”, öyle diyordu kendisi.
Elbette! diye yorumluyordu o da, yani ihtiyar”.
Sözlerimizin anlamı yalnızca kullanılan sözcüklerle, kurulan cümleler ve düşünsel
içerikleriyle değil, konuşmanın bütünüyle, vurgular, mimikler ve beden diliyle, içinde
yapıldığı ortamın etkisiyle de oluşur, bir de aradaki sessizliklerle, eslerle. Yazı dili
ise, sözdeki tüm bu vurguları, beden dilini ve esleri yansıtmak için noktalama
işaretleriyle sınırlıdır. Yazısında konuşma dili etkisi yaratmak isteyen Céline de,
haliyle, noktalama işaretlerini özel bir işlemden geçirir, böylece cümleyi ayrı bir
mantıkla böler, cümleye konuşma dilinin temposunu katar. Daha sonraki romanlarında
daha belirgin hale getireceği bir özellik olan kendine özgü “üç noktaların” başlıca
işlevi budur: "Gebereceksin, tatlı askercik. Gebereceksin. Savaş bu. Her koyun
kendi bacağından asılır... Her ağacın meyvesi olmaz. Her insanın vadesi bir gün
dolar... Senin çaresizliğini paylaşır gibi yapıyoruz.... Ancak ölenle ölünmez. Sizler
çabucak unutulacaksınız, askercikler. Uslu çocuk olun, bir an önce geberin.
Geberin ki savaş bitsin, biz de sizin kibar subaylarınızdan biriyle evlenebilelim.”
Gözle izlerken bizi zorlayan, anlamsız ya da anlaşılmaz gelen her hangi bir
Celine cümlesini yüksek sesle okumayı denediğimizde (virgüllerde es vererek), o
karmaşık görünümlü karanlık cümlenin birden aydınlandığını, akıcı, kolay anlaşılır,
hatta kulağa hoş gelen tınılar içerdiğini ve kendine özgü bir temposu olduğunu
görürüz: “Benimkine, yani benim surat ifademe gelince, ben de tam onun ince ayarını
iyice kotarmaya çalışıyordum, şu bir türlü ödeyemediğim faturalarla, ne de
miniciklerdi oysa, akıl almaz kiramla, mevsime göre fazla ince pardösümle, bir de
Brie peynirine uzanan elimin tereddüt ettiğini, üzümler iyice pahalılaştığında
yüzümün kızardığını, kuruş hesabı yaptığımı gördükçe bıyık altından gülerek eğlenen
manav marifetiyle. Bir de tabii hep halinden şikâyet eden hastalar yüzünden.”
Celine’in o ünlü “küçük müziği”, kendi tabiriyle “sözcüklerle anlamların
ölümün sınırında dolaştıkları ama asla ölüme dönüşmeyen o dansları” böyle oluşur
işte. Kuralların emrettiğinden farklı şekilde yerleştirdiği virgüller, sıra dışı bir
sıklıkla kullandığı “ve” edatları, “hem... hem de... bir de... üstelik... ayrıca...”
vurguları, ünlemler işte bu amaca hizmet ederler: “Nehrin tüm mavnalarını yanına
çağırıyordu, aynı zamanda tüm kenti ve göğü ve kırları ve bizleri de, alıp
götürüyordu her şeyi, Sen nehrini de, her şeyi”.
Celine’in “müziğini” oluşturan bir diğer öğe de sözcüklerin tınısıyla,
sesbirimleriyle (fonem) oynamasıdır, dile yer yer şiirsellik katan öğelerden biri budur.
Prof. Godard’ın da belirttiği gibi, yazar bu “sesbirim etkilerini” kimi zaman en basit
düzeyde kullanır: “Hiç durmadan, pnömatik, elektrik, hidrolik yeni aletler sayesinde
müşkülpesent ve varlıklı müşterilerin kaprislerinin peşinden koşabilmek için daha
donanımlı görünebilecekti.” Bazen sesbirim akrabalıklarını işler: “Tırıs gideceğim
diye kıvranıyor, tırsıyordu”. Kimi zaman sesbirim yankıları yaratır, kafiye
etkilerinden yararlanır: “insan şehvet bâkiri olduğu gibi, Dehşet bâkiri de
olabiliyor”. Sıklıkla da tüm bu etkileri uzunca metin parçalarının içine serpiştirir:
“Tüm Rancy’yi boydan boya kat ederiz bir yandan da sıkı koku salarız, özellikle de
yaz olduğunda (.) metro herkesi ve her şeyi yutar: sırılsıklam takım elbiseleri,
cüretini yitirmiş entarileri, ipek külotlu çorapları, rahim iltihaplarını ve çorap kadar
kirli ayakları, kira gibi kazık, kaskatı kolalı yakaları, karnı burnunda hamilelikler
gibi sert, aşınmak nedir bilmez rahim ağızlarını, süregelen kürtajları, savaştan kalma
kibirleri, işte bunların hepsi katranlı ve fenik asitli merdivenlerden aşağı akmaktaydı,
en uçtaki kara deliğe kadar”.
Céline’in ses tutkusu, zaman zaman da sözcüklerin anlamlarından, içeriklerinden
fırlayıp çınlar, ima yoluyla da dolduruverir kulakları: “Bir ağaçtan öteki ağaca,
şangır şungur ilerliyordum. Yalnızca güzelim kılıcım bile, çıngar çıkarma açısından,
bir piyanodan aşağı kalmıyordu”. Céline kesik kesik cümlelerin içine serpiştirilmiş
yansımalara (onomatope) başvurarak ses taklidi etkileri yapmaktan da kaçınmaz:
“Panayır demiştik, şenlik olsun istemiştik, oldu da, hem de nasıl! Kafamıza
kafamıza! Bam ve Bum! Ve bir daha Bum! Dön baba dön! Al götür beni! Salla beni!
Hep beraber kendimizi hengâmenin ortasında bulduk, her yer ışıl ışıl, her yer
gümbür gümbür ve daha ne gerekiyorsa! Haydi bakalım, döktürün becerilerinizi,
sınayın cesaretinizi, çınlatın kahkahalarınızı! Zurt! Peki o zaman! Çiyuv! Çiyuv!”.
Ancak Céline’in dilindeki asıl şiirsellik, eğretilemelerinin, seçtiği sözcüklerin
tınısının, görsel ve duygusal çağrışımlarının, çeşitliliğinin, zenginliğinin ve çarpıcı
içeriklerin ürünüdür, Céline’de sözcüklerin tadı, kokusu, sesi, duygusu, öfkesi,
neşesi ve kederi vardır: “Afrika’ya doğru yol alıyorduk, gerçek, heybetli; balta
girmemiş ormanların, marazi ufunetlerin, bakir kimsesizliklerin, uçsuz bucaksız
nehirlerin dönemeçlerine çöreklenmiş dev zenci zorbaların Afrika’sına doğru. Bir
paket “Pilet” marka jilet karşılığında onlarla nah bu kadar uzun fildişlerinin,
yalabık kuşların, sübyan kölelerin madrabazlığını yapacaktım. Vaat buydu. Yani
hayatın ta kendisi! Acentelerle abidelerin, demiryollarının ve koz helvalarının, ıcığı
cıcığı çıkarılmış Afrika’sıyla alâkası yoktu bunun. Katiyen! Biz onu tüm azametiyle
keşfedecektik, gerçek Afrika’yı! Biz, yani Amiral-Bragueton’un tütsülü yolcuları!”
İşte bu eğretileme cümbüşüdür Céline’i Céline yapan, tüm bu “tecilli ölüler”,
bağırsak samimiyetleri”, “yaban arıları gibi öfkeli, titiz kurşun sürüleri”, “tıpkı
tencerede kaynayan reçel gibi fokur fokur fokurdayan kanlar”, “gayretkeş
sivrisinekler”, “sanki pansuman yaparcasına dalgacıkları teker teker sarmalayan
gemiler”, “kazık gibi dimdik ayakta duran kentler”, “tadına doyum olmaz
cehennemler”, “boynuzlu falcılar”, “kıç mangalları”, “gazetelerin apselerinden
fışkıran politika, hem de en cerahatlisinden”, “havan mermisinin etkisiyle bir
osuruk gibi havaya karışıp yok olan ana kuzusu askerler”, yani tüm bu “fokurdayan
renkler ve nesneler”: “Ben bir kelime boyayıcısıyım” der yazar bir mektubunda,
“ama Mallarmé’nin yaptığı gibi çok ender kullanılan kelimeleri değil, sıradan
kelimeleri, her gün kullandığımız kelimeleri boyarım”...
Her gün kullanılan kelimeler, sokak dili, argo. Céline dilinin en belirgin, en
“ünlü” özelliklerinden biri elbette budur, yani o güne kadar “edebiyat dışı” olarak
değerlendirilen bir dile, sokağın diline, argoya edebiyat içinde yer açıp onlara
meşruluk kazandırmış olmak. Céline daha ağırlıklı olarak halk dilini/kaba dili
kullanmıştır: “Anneciğim, anneciğim! diye zırlıyordu, bir yandan geberip kan
işerken. Kes! dedim ona. Ananın umurundaydı sanki!. Aynen öyle, yaa, yanından
geçerken!. Geçiriverdim lafı!. Ne de hoşuna gitmiştir adinin, dimi? dimi ama,
moruk!. Yüzbaşıya ağzının payını verme fırsatı her gün geçmez insanın eline.”
Ancak Celine’in kaba dilinde, “dışkı” teması (scatologie) özel bir ağırlık taşır:
“Artık büyük aptesini yapmaya giderken yolda gaz kaçırıyormuş, hatta neredeyse bu
bir havai fişek gösterisine dönüşecek nitelikteymiş. Bu yeni, hepsi de gayet biçimli,
sapasağlam gaitaları yüzünden, artık çok daha dikkatli davranmak zorunda
kalıyormuş. Bazen bu yepyeni ve olağanüstü gaitalar o kadar sert oluyormuş ki,
kaidesinde feci ağrılara neden olabiliyormuş. Çatlaklar oluşuyormuş. O zaman
da hacet yerine gitmeden önce vazelin sürmesi gerekiyormuş.” O kadar ki, “kakanın
güleryüzlü komünizmi” gibi bir deyim dahi icat etmiştir. Bazen “o sözcük”
kullanılmaz, ama ima edilmiştir: “Helaların tıkanıklığını açmak zor işti yani. içine
ne koyuyorlar bilmiyorum, ama bir kurudu mu hapı yuttuk!. Daha önce çalıştığım
yerde o kadar katılaşmıştı ki borulardan birini eritmek gerekti!. Kim bilir neler
zıkkımlanıyor bunlar. Çift porsiyon belli ki!.”
Metinde yer yer göz tırmalayıcı derecede açığa çıkan bu kabalık (“Senin de
sevişirken sikin kalkmıyor mu yani başkaları gibi, söylesene koca domuz?”), bu
şiddet (“Kurşuna dizelim lifsiz tekesakallarını! Susuz limonları! Masum okurları!“),
küfürler (“Sizi gidi bok herifler!. Siz benim hayatımı mahvettiniz be! Sizi aşağılık
yaratıklar sizi!.) okura yönelmiş olarak da algılanabilir. Çünkü, Prof. Godard’ın
vurguladığı gibi, “roman kahramanlarının kendi aralarındaki konuşmalarda bile
geçse, küfürler diğer sözcüklere benzemezler. Bu sözcükler, gerekli vurguyu, ses
tonunu katmadan telaffuz edilemezler, içinizden okusanız dahi. Okur bunlara
sıradan sözcüklerle aynı muameleyi yapamaz, anlamını anlamanın ötesinde,
mutlaka bir etkileşim doğar”. Okur bunları ya benimser, dolaylı yoldan saldırganlık
yapmış olmanın tadına vararak ya da kendini hakarete uğrayanla özdeşleştirip
kendini saldırıya uğramış hisseder. Zevk de alsa tepki de gösterse, etkilenmiştir
artık. Celine’in metni bu yolla okurun bilinçdışına da dokunmayı hedefler.
Metninin içeriğinin ve biçeminin bilinçdışından gelen dürtülere bu şekilde açık
olması da kasıtlıdır, okuru da işin içine katmayı hedefler. “Roman yazabilmek için
bir tür hezeyan haline geçmek ve orada kalmasını bilmek” gerek der Celine 1930’lu
yıllarda, tam da Freud’ün eserleriyle tanıştığı ve yakınlık duyduğu sıralarda:
“Edebiyatın, kendi var oluşunu haklı kılacak biricik bahanesi, hezeyanlarımızı
anlatmamıza olanak sağlamasıdır”. Bir söyleşisinde de, “edebiyat kalpazanlarına”
saldırarak şöyle der: “Eğer sayıklayacaksanız, gerçekten ateşinizin çıkması gerek.
sanki öyle imiş gibi yapmayın!.”
Gerçek anlamda argoya gelince, Céline yalnızca sınırlı kesimlerin
anlayabileceği dar bir “alan argosundan” çok, genellikle herkesin anlayabileceği
“genel” bir argo kullanır: “Kazıklandım, sonucuna varıyordu, tufaya getirildim...Bir
kez daha... Bayağı kıyak iş oysa ihtiyarın şu mahzen dalgası!... Malı götürüyor, o
kocakarı, inan bana”. Céline’in argosu kimi zaman yumuşak bir mizahi etki
yaratmaya yöneliktir: “Köylerine dönerken, hapır hupur lüpletmek üzere hâla
kanları akan insan eti yüklü sepetler taşıdıklarını görmüştüm!” Kimi zaman daha
ağır sözcüklerle hakaret etmeye: “Bu marsıklarsa, onların derdi içki değil, daha çok
birbirinin g...nü düzmek...” Gelgelelim argoya en sık başvurulan durumlar —
elbette! — cinselliğin öne çıktığı bölümlerdir: “Rusya hezimetinin ardından geri
çekilirken, son bir kerecik olsun Polonyalı gözdesine müthiş bir malak emzirtmek
için Napolyon’un Varşova’ya gitmesine engel oluncaya kadar anaları ağlamış
generallerinin. (...) Zaten insan sefa pezevengi olunca elden ne gelir ki (...)
Hepimizin aklı fikri orasında! Beşikteyken, kahvedeyken, tahttayken, tuvaletteyken.
Her yerde! Her yerde! Babafingo!”
“Antiburjuva bir dil yarattım ben” der Céline, “edebi dilin demokratikleştirilmesi”
gerektiğinden söz eder. 1957’de yaptığı bir konuşmada ise, argoya bir “sınıf savaşı”
içeriği katar: “Argoyu yaratan nefrettir. Argo sefaletin gerçek duygularını yansıtmaya
yarar. Argo, işçinin patronuna ondan nefret ettiğini söylemesi için vardır: sen iyi
yaşıyorsun bense kötü, beni sömürüyorsun ve koca bir araban var, seni
temizleyeceğim...” Gecenin Sonuna Yolculuk’ta Bardamu dille sosyal sınıf ilişkisini
dile getirdiğinde, kuşkusuz yine Céline’in görüşlerini yansıtmaktadır: “Saygıdeğer
şahsiyetlerin karşılarındakini sindiren kendilerine özgü bir konuşma tarzları vardır,
beni de düpedüz ürkütürler, özellikle de kadınları, oysa yalnızca biçimsiz, kendini
beğenmiş cümlelerden ibarettir söyledikleri, gelgelelim eski mobilya parlatır gibi
cilalanmış sözlerdir bunlar. Harcıâlem bile olsa yine de korku salar o cümleler. Daha
karşılık vereyim derken, üzerlerine basarak kayıp düşmekten korkar insan. Eğlence
olsun diye fukara şarkıları söyleyip süflileşmeye gayret ettiklerinde bile, gözünüzü
korkutup sizi irkilten o saygıdeğer vurguyu asla terk edemezler, içinde sanki hep ufak
bir kırbaç barındıran bir vurgudur bu, uşaklara hitap ederken daima lazım olan
cinsten”.
Bu başkaldırının uç verdiği alanlardan biri de, mevcut sözcük dağarcığıyla
yetinmeyip, dile sürekli yeni sözcükler katma girişiminde bulunmasıdır: “Çağdaş
yazarlardan hiçbiri, Céline kadar çok yeni sözcük önermemiştir, üstelik bunların çoğu
da, yapıları gereği, uygun koşulları bulsalar rahatlıkla yaygınlaşabilecek niteliktedir”
der yine Henri Godard. Ağırlıklı olarak yazarın daha sonraki romanlarında
belirginleşen bu “sözcük üreticiliği”, ayrı “Céline sözlükleri” hazırlanmasına bile yol
açmıştır. Bu yaratıcılığın kimi örneklerini Gecenin Sonuna Yolculuk’ta da bulmak
mümkün; sözgelimi, “oyvericiler”, “bayrakaşıklan” ya da “pireperver otel” gibileri,
bilinen sözcüklerden bileşik sözcük türetilmesiyle oluşurken, “şikâyetlenmek”,
“pişpiriklemek” gibileri de var olan bir sözcüğün eyleme dönüşmesinden oluşmuştur.
Bir başka örnek olan “kafa şaaptırtmak” ise, argo kalıplarını zorlayarak elde edilmiş
bir bileşik eylemdir.
“Kabından taşmak”, var olan bir deyimi andıran anlaşılması kolay benzer bir
deyim üretilmesine örnek oluşturur. Buna karşılık “berezinayemiş” gibi ilk bakışta
garip bir sözcük ise, aslında tarihi bir özel isimin (“Berezina”, yani Napolyon
ordularının Rusya seferinde bozguna uğradıkları geçidin adı) argo bir eylemle
(“yemek”, yani düzülmek) bileşiminden oluşmuştur, böylece de bozguna uğramış
askerlerin durumunu veciz bir şekilde yansıtmıştır. Başka bir deyişle Céline’in
ürettiği sözcükler, Prof. Godard’ın da altını çizdiği gibi, “dilin anlamlandıramayacağı
hecelerin yapay olarak yapıştırılmasından oluşan sözcükler değildir, aksine dilin
doğrultusuna uygundurlar, kolayca tanınabilir unsurları dilin kendi mantığına
uygun biçimde dönüştürürler”.
Céline’in bu dilsel yaratıcılığı, kullandığı özel isimlere de yansır, çünkü hemen
tümü belirli ses ya da anlam çağrışımları yaratmayı hedefler, kelime oyunları içerir,
böylece roman kahramanı isimleri de mizah dolu çağrışımlarla yüklenir: General
Darsak, asker İterif, onbaşı İşermi, er Zalak, binbaşı Şakrak, teğmen Aziz-Pisırk,
yüzbaşı Kuşsütü, onbaşı Gayış, bayan İlhamperin, Çüki baba, Dr. Dabutlardan, er
Otzbirçekipuyur, Birleşik Korsanlar Şirketi, Amiral-Fermarcık gemisi, Pislikman
Şirketi, general Düştüh, Çizikestane gemisi, Hz Nonoşt kenti, Mr. Mersinbalığı,
Veledi Anyarak gemisi, Dr. Şençakrak, Buunak ailesi, Phaslanan ailesi, Dr.
Çatlıyordu ve de elbette Dr. Yanyarak! Kimi isimlerin de sesleriyle meslekleri uyum
içindedir: örneğin muhabbet tellalı bayan Erot “erotik” çağrışımlar yaparken, nota
ciltçisi bay Sambanet de samba yapar gibidir. Sözcüklerle anlamların ölümün
sınırında dolaştıkları değişik türden bir samba.
Ölüm her yerdedir bu yapıtta, o kadar ki Bernanos’un Céline’e “romanınızın
biricik öznesi ölüm” dediği söylenir. “Ölümle işbirliği içindeki yüzbaşı Ortolan’la”
gelir ölüm, “Ölümün onunla sözleşme imzalamış olduğuna yemin etseniz başınız ağ
rımazdı”! Bir de “yeni açılan büyük mezbahalara yollanmak üzere bekleyen insan
kılıklı hayvanların çobanı, Ölüm kralı, Kral onbaşı Crételle’le” beraber savaşın
içinden fışkırır, “saçlarının dibine kadar silahlanmış ve ölçüyü kaçırmış ve de
kahraman iki milyon çılgınla beraber, miğferli, miğfersiz, atsız, motosikletli,
böğüren, arabalı, ıslık çalan, avcı, entrikacı, uçan, diz çökmüş, kazmakta olan,
kaçan, patikalarda koşuşturan, çatapatçı, toprağın içine tıkılmış, tımarhanede gibi,
her şeyi yok etmek için, soluk alan ne varsa, Almanya’yı, Fransa’yı, tüm kıtaları,
kudurmuş köpekten bile daha çok kudurmuş, kudurmuşluklarına tapan (kaldı ki
köpekler bunu yapmaz), bin köpekten yüz binlerce defa daha kudurmuş ve üstelik çok
daha sapık!”
Gelgelelim, 1930’ların sonlarından itibaren sırtına (kendi katkısıyla) yapıştırılan
o yaftanın, yani faşist ideolojinin temel değerlerinin tam zıt yönünde, ölümün tam
karşında saf tutar Celine, hep savaşır ölümle, hem hekim olarak gerçek yaşamda,
hem de yazar olarak romanlarında: “Örneğin Yüz Yıl savaşları sırasında ölen
askerlerden bir tanesinin bile adını hatırlıyor musunuz, Lola?. Bu isimlerden bir
tanesini bile öğrenmeyi denediniz mi hiç?. Hayır, değil mi?. Asla denemediniz?
Onlar sizin gözünüzde şu önümüzdeki herhangi bir eşyanın sıradan bir atom
zerreciği kadar adsız, önemsiz, hatta daha bile meçhul, sabahki dışkınızdan bile
değersiz. Gördüğünüz gibi, Lola, boşuna ölmüşler! Bir hiç uğruna ölmüş o
salaklar! iddia ediyorum! Kanıtı ortada! Tek değerli şey yaşamdır”.
Öte yandan, onun gözünde ölümün sorumlusu da yine insanların kendi
aptallığıdır: “Ben gayet iyi biliyordum, biliyordum neyin peşinde olduklarını,
zararsız görüntülerinin altında o insanların neler sakladıklarını. Öldürmekti tek
dertleri, öldürmek ve birbirlerini öldürmek, bir çırpıda değil elbette, ama yavaş
yavaş, ellerinin altında ne bulurlarsa onunla, eski üzüntüler, yeni sefaletler, henüz
adı konmamış nefretler ya da yekten savaş yoluyla, üstelik her şeyin her
zamankinden de çabuk olup bitmesini temenni ediyorlardı.”
Başka bir deyişle yılgın bir yazardır Celine, insanlardan umudunu kesmiştir:
“Yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuna göre, insan ne kadar
uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa, o kadar mutludur, bu da
doğal ve olması gereken bir şeydir. Hazmedilmesi zor olan gerçektir.” Üstelik
yalnızca bugünden değil, gelecekten de umudunu kesmiştir: “Gerçek gençlik, biricik
gençlik, Papaz efendi, herkesi ayırım gözetmeksizin sevmektir, bir tek budur gerçek
olan, bir tek budur genç ve yeni olan. Şimdi söyleyin bakalım, Papaz efendi, siz bu
tıynette kaç genç tanıyorsunuz ha?. Ben hiç tanımıyorum!.”
Bir tek çocukları biraz muaf tutar bu karamsarlığından, ölümden kurtarmak için
sayfalarca uğraş verdiği sevimli varoş çocuğu Bebert’den söz ederken anlarız bunu:
“Kuşkusuz, Bebert’in ölümüne engel olmaya bir yetişkinin ölümüne engel olmaktan
çok daha fazla meraklı olduğum ortaya çıkıyordu. Bir yetişkinin çekip gitmesine asla
fazla üzülmeyiz, yeryüzünden bir gıcık yaratık daha eksildi diye düşünürüz, oysa bir
çocuk için, asla o kadar emin olamazsınız. Bu işin yarını da var”.
Öte yandan, içinde yaşadığı dönem gereği, neredeyse tüm yapıtını bir değil, iki
dünya savaşının kepazeliklerine ayırmak zorunda kalan, Victor Serge’in tabiriyle,
yüzyılın tam gece yarısında yaşamış ve üretmiş, Celine duyarlılığında bir yazardan
iyimserlik beklemeye ne derece hakkımız olabilir ki? Günümüzde, Michael Lowy
gibi Marksist bir düşünür bile “devrimci karamsarlık” gibi kavramlar kullanır
olmuşken, hele öyle bir dönemde iyimserliğini korumak ne dereceye kadar bir
“erdem” olarak değerlendirilebilir? Celine, bir söyleşisinde, Gecenin Sonuna
Yolculuğu için şöyle bir tanım getirir: “insan, çırılçıplak soyulmuş, her şeyden
yoksun bırakılmış, kendine inancından bile. işte kitabım bu”...
Milyonların, hem de tüm gezegende, aşk ile, şevk ile, canı gönülden ve canhıraş
biçimde birbirini boğazlayışlarını, üstelik de 30 yıl arayla iki kez üst üste dehşet
içinde izlemek zorunda kalan bir yazar olarak, Celine’in payına düşen de, gördüğü,
hissettiği her şeyi, insanoğlunun tüm pislikleri anlatmak, “teşhir etmektir”. hiçbir
kutsal değerin arkasına gizlenmeden, bu vahşeti olumlayabilecek, bahane teşkil
edebilecek her hangi bir iktidar söylemine kanmadan, onların tüm yalanlarını açığa
çıkararak, tüm yanılsamaları kırarak, tüm tabuların üstüne giderek, yasak tanımadan,
hamasetten uzak bir dille, bön bir iyimserliğe, tutkulu inançlara kapılmadan,
eleştirelliğin en keskinini kuşanarak, kendini de asla kollamadan, zincirden
boşanmışçasına, kendinden geçerek teşhir etmektir: “Yolculuk dediğiniz şey bu
minnacık hiçliğin, dalyaraklara mahsus bu baş dönmesinin arayışıdır...”
Celine’in bu teşhir eylemi için seçtiği başlıca anlatım tekniği parodidir, böylece
reddettiği, karşı çıktığı söylemi kendi yapıtına alır, en uç noktasına kadar sürükler,
kendi saçmalığını ve sahteliğini açıkça dile getirip kendi kendini rezil etmesini,
tüketmesini sağlar. Gecenin Sonuna Yolculuk bu amaçla kaleme alınmış birbirinden
güzel, çarpıcı upuzun tiratlarla, tumturaklı söylevlerle ya da laf arasına sıkıştırılmış
çarpıcı yargılarla doludur.
Hiçbir “kutsal değer” bu teşhir eyleminden kendini kurtaramaz. Başta
Vatanseverlik ve uğruna yapılan savaşlar: “Askerciklerimiz ateş hattına ilk kez gider
gitmez tüm safsatalardan ve yan kavramlarından, özellikle de yaşam içgüdüsü
safsatasından kendiliklerinden arınmasını bildiler, içgüdüsel olarak ve doğrudan
doğruya gerçek varoluş nedenimizle, Vatanımızla, bütünleşmeye koştular. Bu
gerçeğe ulaşabilmekte akıl yalnızca gereksiz olmakla kalmıyor, Bardamu, ayrıca
engel de teşkil ediyor! Vatan, tüm temel gerçekler gibi yüreğin gerçeğidir, halk bunu
iyi bilir, asla şaşmaz!”
Celine kendi dahil her şeyi böylece tiye alır, özellikle de militarizmi: “Sayın
subaylar, burada hepimiz er kişi değil miyiz, biz aramızda anlaşamayacağız da kim
anlaşacak? O zaman Allah aşkına, yaşasın Fransa yahu! Yaşasın Fransa!” Bu çavuş
Brandelore’un numarasıydı. Bu sefer de tuttu. Fransa’nın hayatımı kurtardığı
biricik vaka buydu, çünkü ondan önce durum tam tersi sayılırdı (...) şurası bir
gerçek ki ne kadar niyeti bozuk olursa olsun, bir subay, bir sivili, tam da benim
yaptığım gibi bağıra çağıra “Yaşasın Fransa!” diye haykırdığı sırada kolay kolay
herkesin gözü önünde tokatlayamaz. işte beni kurtaran bu tereddüt oldu”.
Dini: “Örneğin bugün artık Hazreti Isa hakkında bir sürü şey anlatmak kolay.
Peki Hazreti Isa herkesin önünde tuvalete gider miymiş acaba? Bana öyle geliyor ki
eğer herkesin önünde kaka yapmış olsaydı o şeyi çok uzun sürmezdi. Ortalıkta
olabildiğince az görünmek, işin püf noktası bu, özellikle de aşk söz konusu
olduğunda”.
Bilimi: “Gençken tifoya el attığımda, bu alanda araştırma yapan daha henüz bir
avuç insandık ve dolayısıyla, bir anlamda, sen ben bizim oğlan sayılırdık, karşılıklı
olarak birbirimizi pohpohlayıp göklere çıkarabiliyorduk. Oysa şimdi, ne desem?
Laponya’dan bile geliyorlar azizim! Peru’dan! Japonya’da seri üretime bile
geçmişler! Yerimi koruyabilmek ve savunabilmek için, olabildiğince elbette, hep aynı
küçük makalemi bir kongreden ötekine, o dergi senin bu benim taşıyıp yeniden
yayınlamaya razı olmak zorunda kalıyorum, tabii her mevsim sonunda ustaca ve
sudan, incir çekirdeğini doldurmayacak değişiklikler yaparak sadece.”.
Kamu eğitimini: “Yerlilere gelince, onlar aslında ancak sopa zoruyla
çalışıyorlardı, hiç olmazsa bu açıdan onurlarını koruyorlardı, oysa beyazlar, onlar
kamu eğitimi marifetiyle adam edildikleri için, gönüllü olarak çalışıyorlardı. Sopa
eninde sonunda onu kullananı yorar, oysa beyazların beynine iyice kazınan güçlü ve
zengin olma umudu külfetsizdir, en ufak bir külfeti yoktur”.
Hamasi şiirleri: “Dahası, eşsiz bir şiir okuma yeteneğine sahip ve tiyatrodan
ödenek alan bir dilber, başucuma gelip bana pek hamasi mısralar okudu. O sırada,
kızıl ve edepsiz saçlarında (cildi de dahil), titreşimler halinde doğrudan apış arama
ulaşan şaşırtıcı dalgalar hareketlenmekteydi”. Ve kahramanlık türkülerini:
“Kahramanlık türküleri savaşa gitmeyenleri, dahası savaş sayesinde anormal
derecede zenginleşmekte olanları hiçbir direnişle karşılaşmaksızın teslim alır. Hep
böyledir”.
Zenginleri: “Zenginlerin karınlarını doyurmak için kendi elleriyle adam
öldürmelerine gerek yoktur. Onlar başkalarını çalıştırırlar”. Yoksulları, ezilenleri:
“Zencilik kendi sefaletinin kokusunu salıyordu, bitmek tükenmek bilmeyen
böbürlenmelerinin, berbat boyun eğişlerinin; aslında tıpkı bizdeki yoksullar gibi,
ne ki çocuk çok daha fazla ve kirli çamaşır çok daha azdı, bir de el altındaki şarap
miktarı daha kesat”.
Cesareti: “Aslında belki de yaşamda başını beladan kurtarmak için en sık
gereksinim duyduğumuz şey korkudur. Bana gelince, o gün bu gün bir daha asla
başka bir silaha sarılmak istemedim, ne de başka bir fazilete.” Ölümü: “Can
çekişenlerin istekleri bitmez. Can çekişmek yetmiyor. Geberirken bir yandan da
tadını çıkarmak isterler, yaşamın en alt kademesinde, damarlar üre dolmuşken bile,
son hıçkırıklarla hâlâ ille de doyuma ulaşmak gerek”.
Doğayı: "insanlar, günler ve nesneler, bu yeşillikte, bu iklimde, sıcakta ve
sivrisinekli ortamda, o kadar çabuk yok oluyordu ki, bunu fark edecek zamanı bile
ancak bulabiliyordunuz. Kaçışı yoktu, iğrençti bu, parçalara, tümcelere, uzuvlara,
pişmanlıklara, hücrelere ayrışarak, güneşte kayboluyorlardı, ışık ve renk
çağlayanında eriyorlardı ve hem tadı hem de zamanı yanlarına katıyorlardı, kaçışı
yoktu. Geride sadece göz alan bir endişe kalıyordu”.
Aşkı: "Aşk da var, Bardamu! — Arthur, aşk dediğin şey, sonsuzluğun kaniş cinsi
köpeklerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir, benimse bir onurum var!” Evliliği:
"Anglosakson Püritenliği aydan aya içimizi biraz daha kurutuyor, daha şimdiden
dükkân arka odalarındaki ayaküstü açık saçık eğlenceleri neredeyse tamamen yok
etti bile. Her şey evliliğe ve terbiyeye dönüşüyor”. Dostluğu: "Diğeri ise, dostum
olanı, itiraz eder gibi oldu. "Olur mu hiç!”. dedi. Ben ha, asla! diye savunuyordu
kendini. Ben ona benzemem ki! Ona benzeyebileceğimi de nereden çıkardın?. Ben
adi serserinin biri değilim!”
Aileyi: "Ailelerin yaşamının en civcivli anıdır bu. Açar ağızlarını birbirlerine
meydan okurlar, kafalar kıyak. Baba sandalyeyi kullanır, hem de ne ustalıkla, balta
gibi, anne de köseğiyi sallar, pala gibi! O zaman da altta kalanın canı çıksın! Olan
ufaklığa olur. Silleler, ortalıkta kendini savunamayan ve karşılık veremeyen ne varsa
hepsini duvara yapıştırır: çocuklar, köpekler ya da kediler”. Anneleri: "Beni
yeniden görebildiğine çok sevinmişti, anam, elinden alınan yavrusuna sonunda
kavuşmuş bir dişi köpek gibi ağlaşıyordu. Her halde beni öperek bana çok yardımcı
olduğunu da düşünüyordu, ama yine de dişi köpek kadar olamıyordu, çünkü o beni
elinden almak için söylenen sözcüklere inanıyordu. Oysa dişi köpek hiç olmazsa
sadece hissettiklerine inanır”. Babaları: "Oysa neredeyse dönüp de o ailelerinin
suratına bile bakmış değillerdi. Ne gereği var. Aile dediğin her işe yarar, suratına
bakılmaktan gayrı. Her şey bir tarafa, babanın gücü, mutluluğu, ailesini asla
suratına bakmadan öpmektir, bu onun şiiridir”.
Her şeye rağmen sevgi de yok değildir bu romanda: "Amerika’da geçirdiğim o
birkaç ay boyunca Molly bana o kadar iyilik ve düş bahşetti ki, eğer ölüm, hemen
yarın, gelip beni alacaksa, eminim, asla diğerleri kadar soğuk, çirkin, hantal
olmayacağım”. Ancak bu sevgide bile kurulu düzenin değerlerini sarsan bir parodi
vardır, çünkü Molly bir fahişedir. Gerçi, daha ufacıkken, neredeyse doğumundan
itibaren annesinin babasının sürekli olarak başlarından atmaya çalıştıkları zavallı bir
çocuğun, büyüdüğünde sevgi dolu bir yazar olmasını ne derece bekleyebiliriz ki.
Bardamu’nün şu sözleriyle günah çıkaran kişinin aslında Céline olduğundan kuşku
duyabilir miyiz: "Kendi basit yaşamının sınırlarını aşmış daha büyük bir insan
olabilmek için gerekli olan şeyden, başkalarının yaşamına sevgi duymaktan
yoksundum ben”.
Saymakla bitmeyecek bu teşhir edilen “kutsal değerler” arasında, “demokrasi”
de payına düşeni almaktadır: “Artık şu Mısır’ın ve Tatar Zorbaların marifetlerini
sıralamaktan da vazgeçilsin! Dikey duruşa geçmiş hayvanlara işbaşında en müthiş
gayretlerini sarf ettirme yüce sanatında Antik çağların bu amatörleri kendini
beğenmiş düzenbazlar olmanın ötesine geçememişlerdir. Bu ilkeller, köleye
“Beyefendi” demesini ve arada sırada ona oy verdirmesini bilmiyorlardı, ne de ona
gazete almasını, ne de hele tutkularından arındırmak için savaşa yollamasını”.
Céline hakkında yazılmış en ilginç metinlerden birini kaleme alan Troçki, onun
bu tavrını şöyle betimler: “Céline bir bütün olarak insanlardan ve yaptıklarından
hoşnut değildir. Roman yaşamın saçmalığının, acımasızlığının, yalanlarının bir
çıkış noktasından veya ümit ışığından yoksun bir panoraması olarak düşünülmüş ve
gerçekleştirilmiştir. (...) Céline bir ahlakçıdır. Sanatsal yöntemler yardımıyla,
olağan yaşamda en derin saygıyı gören her şeyi — vatanseverlikten kişisel ilişkilere
ve aşka kadar tam yerleşik toplumsal değerleri — adım adım kirletir”. Ancak etkin
bir isyan umutla bağlantılıdır ve Céline’in kitabında da umut yoktur: “Kitabın
müziğinde anlam taşıyan uyumsuz notalar var. Salt gerçek olanı değil onun yerine
geçebilecek olanı da reddederek sanatçı varolan düzeni desteklemektedir”.
Tam da bu noktada, Céline’in, özellikle Yolculuk’un yayınlanmasından birkaç
yıl sonra enikonu açığa çıkan ırkçı, Yahudi düşmanı görüşleri dikkate alındığında,
eğer onun o kabul edilemez görüşlerini paylaşmıyorsak, eserlerini okumaktan zevk
almamızda bir çelişki olup olmadığı sorusu haklı olarak gündeme gelebilir. Kimi
aydınlar, Céline’in ideolojisinin diliyle bir bütün oluşturduğu kanaatindedirler.
Breton, “yer yüzündeki en aşağılık öğeleri kullanıp, küfür ve pislik yoluyla etkilenme
yaratmayı hedefleyen bu edebiyattan nefret ettiğini” belirtir. Queneau, Céline’in
ırkçı makalelerindeki hezeyanının, onun argo merakıyla bağlantılı olduğunu
düşünür: yani “lümpenproletaryayla ve onun ilkel duygularıyla özdeşleşme”. Zaten
Céline’in kendisi de “yazı diline duygu katmak istediğini” söylememiş miydi?
Okurun “sinir sistemine dokunmaktan” dem vurmuyor mu? Duyguların — hem de
geri sosyal tabakaların duygularının — bu şekilde harekete geçirilmesi, eleştirel
düşünce yeteneklerini iyice törpülemez mi? Başka bir deyişle, Céline’in eserleri,
aslında kahpece ideolojisini, ırkçılığı, faşizmi yaymanın sinsi bir aracı olamaz mı?
İlginçtir ki Céline’e sonradan çok ağır saldırılar yönelten kimi aydınlar (örneğin
Sartre onu nazilerden para almakla suçlamıştır!), Gecenin Sonuna Yolculuk ilk
yayınlandığında bu dev eseri büyük bir beğeniyle okumuşlardır. Aragon ve Elsa
Triolet’nin yanı sıra, Sartre ve Beauvoir da bu romanı başta büyük coşkuyla
karşılamışlardır: “O yıl bizim için en önemli Fransız kitabı Gecenin Sonuna
Yolculuk’tu” der Beauvoir, “onun o anarşizmini kendimizinkine yakın hissetmiştik.
(...) Sartre onun yazı diline öykünmüştür”.
Céline’in kendisine yönelik suçlamalara yanıtıysa hayli ilginçtir: “İlk gerçek
komünist romanı ben yazdım... Onlar asla böylesini yazamazlar!... Yeterince taşaklı
değiller!” Düpedüz ünlü solcu yazarlar tarafından kıskanıldığını iddia eder yani!
“Gerçeküstücülerse tek bir ayağı yere sağlam basan roman yazamadılar. Yolculuk
var bir tek, oysa aslında onu onlar yazmalıydı” Bu sözlerinin de kanıtladığı gibi,
Céline aslında ve her şeyden önce gerçek bir “provokatördür”, kışkırtıcıdır,
ikirciklidir, okuru sürekli olarak sarsar, şaşırtır, ters köşeye yatırır.
Yine Troçki, Céline’deki bu çelişkili yönü şöyle açıklar: “Céline varolanı
gösterir, işte bunun için bir devrimci hali vardır onda. Ama Céline bir devrimci
değildir ve olmak da istemez. Boş bir düş olduğunu düşündüğü toplumu yeniden
yapılandırmak amacını gütmez. Onu korkutan ve ona acı veren her şeyi kuşatan
saygınlığı koparıp atmak ister yalnızca. Yaşamın acıları karşısında vicdanını
yatıştırmak için bu yoksulların hekimine yeni biçimsel reçeteler gerekmiştir. Bir
roman devrimcisi olduğu çıkmıştır ortaya. Zaten sanat hareketinin koşulu da genelde
budur: Zıt eğilimlerin çarpışması”. Roland Barthes, Céline’in dilinin onun siyasi ve
ideolojik konumundan bağımsız olarak özgürleştirici bir güç olduğunu belirterek,
onun dile katkısını Hugo ve Zola’yla özdeş tutar. Gerçekten de eğer yazı, Barthes’ın
belirttiği gibi “çeşitli dil ahlakları arasında bir seçimse”, Céline’in dilde yapmış
olduğu ahlaki ve sınıfsal seçim belirgindir, çok açıkça da kurulu düzene bir başkaldırı
şeklini almaktadır. Julia Kristeva da Céline’in dilinin bu “özgürleştirici etkisini”
vurgular ve onun ırkçı hezeyanlarının daha çok kişisel bir zaaftan kaynaklanan
“sapmalar” olduğunu düşünür.
Céline’in karamsarlığı öylesine yoğun ve dürüsttür ki, kendi ırkçı ideolojisinin
dayanaklarını bile aslında kendi edebi yapıtıyla kendisi bizzat çürütmektedir:
“Avrupa’nın soğuğunda, Kuzeyin mahcup puslu havasında, kardeşlerimizin kıpır kıpır
gaddarlığını, katliamlar dışında, sadece sezinlemekle yetiniriz, ancak tropik
bölgelerin iğrenç ateşi onları kızıştırmaya görsün, kokuşmuşlukları derhal yüzeyi
kaplayıverir. işte o zaman eteklerdeki taşlar çılgınca dökülüverir, alçaklık galebe çalar
ve pislik bizi tümüyle sarar. Bu biyolojik bir itiraftır. Çalışmanın ve soğuğun zorlaması
ortadan kalkar kalkmaz, bu mengene bir an için olsun gevşediğinde, beyaz adamların
açığa çıkardıkları şey, sular çekildiğinde deniz kıyısının neşesinden arta kalanlarla
birdir: yani gerçeğin ta kendisi, pis kokulu bataklıklar, yengeçler, leş ve bok”.
Céline’i okumaktan büyük zevk alan okurlarının birçoğunun aynı zamanda onun
ırkçı ideolojisine karşı en keskin biçimde mücadele eden insanlar olduğunun altını
çizen Henri Godard da benzer şekilde, Céline’nin diliyle ideolojisi arasında
"Balzac’dakine benzer” derin bir çelişki olduğu görüşündedir: "Céline’in dilde
yapmış olduğu tercihler ve yazar olarak yapıtlarındaki tutumu, gelenekleri ve kurulu
düzeni derinden sarsmaktadır. (.) Dilin tadına varmayı ve kendine özgü tüm
gülmece araçlarını değerlendirmeyi hedefleyen Céline, ister istemez toplumun ve
onun o söyleminin bizim üzerimizdeki cenderesini gevşeten bir etken olarak belirtir.
Halk dilini ve konuşma dilini seçmiş olması, yalnızca belli başına bir toplum
eleştirisi olmakla kalmayıp, en derin yönleriyle sosyal söyleme karşı, yani bir
iktidarın aracına dönüşen söylemlere ve söylemin ürettiği iktidarlara karşı ciddi bir
başkaldırıdır”. Céline’i okumak, Godard’a göre "bizi dilimize (yeterince aşina
olmadığımız boyutları da dahil olmak üzere), dilimizin tümüne yeniden
kavuşturmaktadır. dilimizin tümünü yeniden sahiplenmemizi sağlamaktadır”.
Céline’deki dil tutkusu öylesine güçlüdür ki, insanoğlunun “iyiliğine” ve
“geleceğine” kendisi inanmasa bile, yapıtları, iktidar söyleminin yalanını ortaya
çıkarmak suretiyle ve dili özgürleştirerek, yalansız ve cinayetsiz, sömürüsüz, boyun
eğmesiz, iktidarsız bir geleceğin, daha iyi bir geleceğin kurulmasının zeminini
hazırlamaktadır. Dille ilişkimizi, yani akıl yürütme ve duygularımızı algılama
sürecimizi yeniden, bambaşka, özgürleşmiş, eğlendirici, asi bir boyutta yeniden
biçimlendirerek, bildiğimiz her şeyi yeniden düşünmemize, sorgulamamıza yol
açmaktadır; dile kattığı yeni ve çarpıcı boyutlar sayesinde bildiğimiz her şeyi sanki
ilk kez görüyormuşçasına yeniden keşfetmemizi sağlamaktadır. Geleneksel ve dar
kalıplarımızdan, tabularımızdan, kof değerlerimizden, hamasetten, böbürlenmelerimizden,
iç görü eksikliğimizden bizi kurtarmakta. azat etmektedir. Bu açıdan bakınca
Céline gerçek bir dil devrimcisidir, onun yapıtının üzerimizdeki etkisi tümüyle
özgürleştiricidir.
Dramatiktir, çarpıcıdır içerikleri Céline’in yapıtlarının, insanın içini parçalayan
derin ve asil bir hüzün yansıtırlar, ancak sanılabileceği gibi ağlak, asalak, asık suratlı,
asılsız, kasvetli bir acı değildir bu, asla. Céline, aslında, tüm karamsarlığına karşın,
son derece eğlendirici bir yazardır, Gecenin Sonuna Yolculuk da, içerdiği tüm o
vahşete, dehşete, sefalete, her şeye karşın neşe saçan bir romandır. Hatta, bir bakıma,
o neşesine borçludur öykülerindeki acının insanın bu denli içine işleyebilmesini,
mizahi yönüdür romana o gücünü, dramatik boyutunu katan, mizahi içeriğidir, açığa
çıkardığı çelişkiler sayesinde trajedinin yarattığı yanılsamayı dağıtan, yalanı
parçalayan, gerçekliği olduğu gibi, tüm yönleriyle, tüm inandırıcılığıyla, derinliğiyle
karşımıza çıkaran, yeniden bütünlüğüne kavuşturan, içimize oturmasını sağlayan.
Nihayet yalandan arınmanın rahatlamasıdır o gücün altında yatan, iktidar
söylemleriyle cendereye sokulmuş, oyun oynaması yasaklanmış, hazzı kovmuş,
cinselliği unutmuş, tabulara mahkum olmuş, bedenine yabancılaşmış, neye
benzediğini unutmuş, ondan utanır olmuş, teninin gerisindekini göremez hale
getirilmiş, çocukluğu küçümseyen, kadınlığı aşağılayan, bilimi uzmanlara terk
etmiş, geçmişinden kopmuş, başka dillere yabancılaşmış, kendi daracık dünyasına
hapis olmuş, sadece emir almaya ve itaat etmeye yarayan, merakını bile yitirmiş,
sindirilmiş, öfkesi ve isyanı bastırılmış, iğdiş edilmiş, coşkusuna kahkahasına set
çekilmiş, bastırılmış, sesi kısılmış, kokusuz, tatsız, rengi solmuş, cansız, ruhsuz, acı
çekmeyen, sızlamayan, düşünmeyen, çelişkiden, hatadan, arayıştan, eleştiriden
arınmış, kurallara hapsedilmiş, kalıplara dökülmüş, yasaklarla kuşatılmış, asık
suratlı uyarılara boğulmuş, üniforma giydirilmiş, kutsallığın değişmezliğine, yani
özetle ölüme mahkum edilmiş o dilini çözebilmenin, prangalarından kurtarmanın
mutluluğu, özgürlüğe kavuşmanın neşesi, cümbüşü yansımıştır o metinlere.
çelişkilerle dolu, yer yer ikircikli, gülerken hemen ardından da diş gıcırdatabilen.
ama hayat dolu bir neşe, tiridi çıkmış bir kadının neşesi: “Neşeliydi ihtiyar
Henrouille, huysuz, leş gibi, ama neşeli”. adeta romanın dilini betimleyen bir neşe:
“Böğürdüğünde çatlak çıkan sesi herkes gibi konuşmaya tenezzül ettiğinde
sözcükleri güleç bir biçimde vurguluyordu ve işte o zaman tümce ve özdeyişleri
zıplatıyor, hatta hoplatıyor ve pek komik biçimde dipdiri sıçratıyordu.”
Bu mizaha, bu neşeye ortak olmadan ele alınamayacak bir yazardır Celine.
Asık suratlılara, kendi varlıklarını gereğinden fazla ciddiye alanlara tahammülü
yoktur onun: “Gözetim altındaki bir ebe, dolama olmuş bir parmak ne kadar
sevecense o kadar sevecendir ancak. Canınızı olabildiğince az yakması için onu
nereye sokacağınızı bilemezsiniz”. Dili ve dilin tüm o kıvraklığını, muhabbetini
sevmek gerek, yani edebiyatın ta kendisini sevmek gerek Celine’in tadına
varabilmek için: “Beni gerçekten seviyorsun değil mi? diye soruyordu kız. — iki
gözüm kör olsun ki seni gözlerim kadar seviyorum! diye yanıtlıyordu kör sevgilisi.
— Bu söylediklerin hiç de göz ardı edilebilecek şeyler değil Ah! Ne de tatlısın sen,
her şeyimsin!. — Sana tapıyorum da ondan, iki gözüm.”
Artık bu noktaya vardığımıza göre, romanın diliyle ilgili tüm bu saptamaları kayda
geçirdikten sonra, bir an için durup söz konusu romanın hangi dilde, bu makaleninse
hangi dilde yazılmış olduğunu anımsanın, dolayısıyla artık böylesine bir romanın
“çevirisinin” doğurmuş olabileceği sorunlara da değinmenin zamanı gelmiştir diyebilir
miyiz? Ama gelmiş midir gerçekten? Yoksa romanın dilini tartışırken aynı zamanda
çevirisini de tartışmış olmadık mı? Gelgelelim, yukarıda söylenenlerin ışığında ve lafı
uzatmamak için, çeviri kokusu sevmeyenleri, konunun uzmanı ve de meraklısı
olmayanları, “kim neyi nasıl niçin ve nerede çevirmiş bana ne kardeşim” diyenleri
fazla sıkmamak için, bu “çeviri sorunlarına” dilimiz döndüğü kadar tek bir örnekle
değinmekle yetinelim, ki bu da aydınlanmamızı sağlamak için yeterli olacaktır.
Çünkü çeviriye şöyle bir göz gezdirdiğimizde, romanın sonlarında, "İngilizce
öğrenme tutkusu”na kapılarak ‘‘kısa sürede dilin en dolambaçlı ifade biçimlerine
merak salmaya başlayan” İhtiyar profesör Baryton’un Bardamu’ye sorduğu bir
sorunun, çevirmen tarafından ufacık bir ayrıntı dışında hiç dokunulmadan,
neredeyse olduğu gibi bırakıldığını görürüz: «How do you say “impossible”
english’cede, Ferdinand?...».
Çeviri kuramcılarını yıllar yılı düşündüren, tartıştıran temel öğe, yani çeviri
denen olgunun özü, işte tümüyle bu cümlede düğümlenmektedir. Çünkü yazar, ilk
elyazmalannda bu cümleyi «How do you say “impossible” in english, Ferdinand?... »
şeklinde yazmışken, daha sonra değiştirip, özel olarak “in” edatını (ve yalnızca
onu!) Fransızcalaştırarak “en” şeklinde düzeltmiştir. Bu bilgiyi hesaba kattığımızda,
söz konusu cümleyi: «Comment dites-vous “ gayrımümkün” français’cada,
Ferdinand?» diye mi çevirmeli, yoksa, “nasıl denir ki bu Türkçe’de?” diye dövünüp,
sonra da olanaksız diye kestirip atmalı mı? Oysa çeviride, anlamla birlikte belirleyici
olan, estetik ve psikoloji değil midir, yani her dilde farklı yazılsa da, içeriği özdeş
olan o kavramlar? Dilin ruhu.
Bu durumda, belki de en doğrusu, tüm bu çeviri meselelerini ve soyut
kuramlarını yine İngilizce bir cümlede özetlemektir: «The proof of the pudding, is in
the eating!» Başka bir deyişle, “âyinesi iştir kişinin”, elbette, ama konu dil olunca,
“lafa bakmak” gerek! Zorluk da burada aslında: belki o zaman da bazen biraz
zorlamalı o kuramsal kalıpları, malum, hani şu ünlü “ihanet” meseleleri. arif olan
anlasın!
Sonuç mu? En iyisi onu da yine Celine’e bırakalım, hep biz onu çevirecek
değiliz ya, bu kez de o duygularımıza tercüman olsun: “Öyle sözcükler vardır ki,
diğerlerinin arasına gizlenmiş, taşa benzerler. Onlara öyle özel bir aşinalığınız da
yoktur, oysa bir anda sahip olduğunuz hayatı, hem de tümünü birden, allak bullak
ederler, hem zayıf yönlerini, hem de güçlü yönlerini... işte o zaman da paniğe
kapılırsınız... Çığ düşmüştür tepenize... Duyguların üzerinde sallanırsınız, öylesine,
idam sehpasında gibi... Bir kasırgadır bu, gelip geçmiştir, dayanamayacağınız
kadar güçlü, o kadar şiddetlidir ki bu, sırf duygulardan yola çıkarak böyle bir şeyin
olabileceğine asla inanmazdınız... Yani sonuç olarak, Sözcüklerden asla yeterince
sakınmayız, benim vardığım sonuç bu.”
İstanbul, 8 Nisan 2002
94
Yazar ve çevirmen; yigit@bener.net