‘Dilde tasfiyecilik büyük hataydı’
Türk
Dil Kurumu Başkanı Şükrü Halûk Akalın, Güneş-Dil
Teorisi’nin tutanaklarını satın almasaydı, belki de
dikkatimi çekmeyecekti. Meğer ne kadar değerli bir
insanmış. Dil gibi solun ve sağın bağnazlığına çok açık
bir alanda, bu kadar bilgili, değerlendirmeleri
objektif, her bakımdan çalışkan, güleryüzlü bir TDK
başkanımız olduğunu bilmiyordum. Bir de şunu
bilmiyordum: 1993’te çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname
(KHK) ile kurum yasasında bazı düzenlemeler yapılmış.
Anayasa Mahkemesi, hükümetin KHK çıkarma yetkisini iptal
edince kurum 8 Kasım 2001’den itibaren üyesiz kalmış.
Akalın, başkan olduktan dört ay sonra, çalışmalarını tek
bir yardımcıyla sürdürmeye başlamış. Siz TDK’nın 40
kişilik bilim kurulu, yani beyin takımı olmadan
çalıştığını biliyor muydunuz? Gelin, hiç değilse TBMM
gündeminin alt sıralarında bulunan teşkilat yasası
çıkıncaya kadar Akalın’a destek çıkalım. Nasıl mı?
Dilimize duyarlı olarak. Dil aynı zamanda gönül demek.
Gönlü dilinde, dili gönlünde insanlar olalım.
Güneş-Dil Teorisi’nin tutanaklarını satın
aldığınız haberini okuyunca sizinle konuşmak istedim.
Bütün dillerin Türkçeden doğduğunu iddia etmek için
insanın aşırı milliyetçilikten gözü dönmesi lazım diye
düşünüyorum. Atatürk gibi dâhi bir insan nasıl oluyor da
böyle bir şeyin içine girebiliyor? Buna gerçekten inandı
mı? Yeni bir ulus yaratıyor. Bunun enstrümanlarından bir
tanesi tabii ki dildir. Ne yapmak istedi?
Güneş-Dil Teorisi, zaten adından da anlaşılacağı gibi
bir teori. Hangi şartlarda ortaya atıldığına bakmak
gerekiyor. Yani 2005’in bugününden Güneş-Dil Teorisi’ne
bakarsak, birtakım yanlış değerlendirmelere sapabiliriz.
Bu tür çalışmalar aslında Osmanlı döneminde başlamış.
Mustafa Celalettin Paşa’nın çalışması var, Batı
dillerindeki kapitol’ün kapı’dan, sosciete’nin söz’den
kaynaklandığı yolunda. Samih Rifat’ın, TDK’nin kurucu
başkanının da, böyle çalışmaları olmuştu. Aslında,
Türkçenin diğer dillere kaynaklık ettiği düşüncesi
1932’deki Birinci Türk Dil Kurultayı’nda adı konmadan
bazı bildirilerde ortaya atılmıştı. Dil devrimi
başladığında, önce dildeki bütün yabancı sözcüklerin
atılması gerektiği gibi bir düşünce hâkimdi. Dilin söz
varlığına girmiş, anlamını herkesin bildiği ve
kullandığı, ama kökenini bilmediği, günümüzde de
kullandığımız pek çok sözcük var, bunları atalım
dediler.
Korkunç bir şey. Dil katliamı resmen.
1935 yılına gelindiğinde, yine herkesin anlayamadığı
bir dil ortaya çıktı. Zaten Osmanlı Türkçesinden şikayet
şuydu: Yazılıp da konuşulamayan bir edebi Türkçe, bir de
konuşulup yazılmayan halk dili vardı. Bunun
birleştirilmesi gerekiyordu. Dil devriminde de amaç
buydu zaten. Bunda da büyük ölçüde başarı sağlandı. Şu
anda yazarlarımızın yazdığı eserleri herkes anlıyor.
Yeniyi anlıyoruz; ama eski metinleri
anlayamıyoruz.
O da başka bir olumsuzluk. Yeni bir dil karmaşası
yaşanmış o dönemde de… Hazırlanan kılavuzda Osmanlıcadan
Türkçeye karşılıklar verilmişti. Mesela akıl için 28
karşılık vardı, acele için 41 karşılık.. Yabancı dilden
alınan kelimelere Türkçe ne karşılıklar var diye
gazetelerde listeler verilmiş. Halktan bu sözcüklerin
karşılığında kendi yörenizde hangi sözcükleri
kullanıyorsunuz, bize bildirin, denilmiş. Böylece
derleme çalışmasının ilk aşaması gerçekleşmiş. Tarihî
eserler taranmış. Sonuçta da karşılıklar kılavuzu
yayımlanmış. O zaman yazarlar, önce kendi bildikleri söz
varlığı ile yazılarını yazmışlar. Sonra da kılavuzu
açıp, “Ben ‘acele’ demişim, karşılığında ne var?”
diyerek listeden beğendiğini yazmışlar. Yeni bir dil
karmaşası başlamış. Hatta bunun esprili yanları da
olmuş. Yazarlar ertesi gün gazeteyi açtıklarında kendi
yazılarını okuyup anlayamamışlar, bunun için tekrar
kılavuza bakmak zorunda kalmışlar. İşte bu noktaya
geldiğinde Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a “Dili bir çıkmaza
saplamışızdır.” diyor. Tam da o günlerde Viyanalı Dr. H.
F. Kıvergiç, 41 sayfalık, basılmamış bir çalışmasını
gönderir. Güneş-Dil Teorisi’nin kaynağıdır bu çalışma.
Bir Alman neden bütün dillerin Türkçeden doğduğunu
söylesin ki?
Dr. Kıvergiç, bir bilim adamı. Yaptığı araştırmalar
onu böyle bir sonuca götürmüş. Sonra yazıya geçirerek
Atatürk’e göndermiş.
Peki madem her şey zaten Türkçe, niye o zaman bazı
kelimeleri attılar? Demek ki niyet başkaydı. Dinin
ötelenmesi mesela...
Dildeki Arapça, Farsça kökenli sözlerin atılması
Güneş-Dil Teorisi’nden önce... Bu sözlerin atılmasına
karşı ilk tepkiler aslında Güneş-Dil Teorisi’nden de
önce geliyor. Falih Rıfkı, yabancıdır diye tasfiye
edilen, ancak dilde gerekliliğine inanılan sözleri nasıl
kurtardıklarını anlatır yazılarında. Yabancı kaynaklı
sözler gündeme geldiğinde bunların Türkçe kökenli olduğu
söylenmekte ve dilden çıkarılması önlenmektedir. Naim
Hazım, Arapça kökenli sözlerin köklerini Türkçeye
çıkarmaktadır. Bir gün sıra hüküm sözüne gelir. Falih
Rıfkı “Bir karşılığı yoksa, alıkoyalım.” der. Üyeler
kabul etmez, tartışma çıkar. Toplantıdan sonra
Abdülkadir İnan, Falih Rıfkı’ya gelerek, üzülmemesini,
hüküm sözünü bir sonraki toplantıda Türkçe yapacaklarını
söyler. Ertesi gün toplantıdan önce Abdülkadir İnan,
Falih Rıfkı’nın eline küçük bir kâğıt tutuşturur.
Kâğıtta Türk lehçelerinde akıl için ög, ök, ük sözünün
kullanıldığı yazılıdır. -üm eki ile de ad türetildiğini
bilen Falih Rıfkı, Arapça ‘hüküm’ sözünün Türkçe
olduğunu örneklerle anlatır. Komisyonun üyeleri susup
kalır. Böylece hüküm sözü de dilden çıkarılmaz. Bir
başka sebebi daha var aslında bu teorinin ortaya
atılmasının. Öteden beri, Türklerin bir uygarlık
oluşturamadığı, göçebe bir toplum olduğu, bir Türk
kültüründen söz edilemeyeceği gibi düşünceler ileri
sürülmüştü. Tarih teziyle işte Türklerin bir uygar
toplum olduğu, uygarlık meydana getirdiği tezi işlenmeye
çalışılmıştı. Dil de bunun bir parçasıydı. Türkçenin bir
halk dili, avam dili olduğu, uygarlık dili olmadığı
düşüncesi yıkılmak istendi.
Ama bu başka bir şey, bütün dillerin anası Türkçe
demek başka bir şey.
Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklinde bir
düşünceyle toplumda dil konusunda, tarih konusunda bir
bilinç ve güven uyandırılmaya çalışıldı.
İnsanı aşırılıklara sevk eden hastalıklı bir
bilinç değil mi?
Şimdi bakın, bu düşünceyle ne olmuş? Dilimizde
atılması düşünülen sözcüklerin Türkçe kökenli olduğu
açıklanmaya başlanmış. Bunda aşırıya gidildiği de olmuş
tabii. Elektrik sözcüğünün parlak, ışık anlamındaki
yaltırık’tan, termal sözünün ter’den geldiği gibi
açıklamalar yapılmış. Hatta işi aşırıya götürüp özel
adların bile Türkçeden geldiğini söylemişler. Aristo’nun
adının Ali usta’dan geldiğini yazanlar bile çıkmış.
Güneş-Dil Teorisi’nin getirdiği en önemli sonuç Atatürk
döneminde dilde tasfiyecilik hareketinin durmasıdır.
O anda belki durdu ama sonra devam etti. Bir işe
yaradı mı Güneş-Dil Teorisi?
Teori, dildeki aşırı gidişi önlemek için bizzat
Atatürk tarafından geliştirilmişti ama Atatürk’ün
ölümüyle birlikte rafa kalktı. Tasfiyecilik hareketi
Atatürk’ten sonra hız kazandı. Özellikle 1983 öncesine
kadar gelen dönemde, dilin söz varlığına girmiş bazı
sözler dışlandı. Batı kaynaklı sözcüklere karşılık bulma
çalışması 1970’te başladı. Halbuki Batı kaynaklı
sözcükler, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra
Türkçeye girmeye başlamıştır. Fakat uzun süre Batı
kaynaklı sözcüklere karşılık bulunmamıştır. Mesela müdür
sözünün kullanımdan çıkarılması karşısında bir dönem
direktör yaygınlaştırılmıştır. Batı dillerinden
sözcükler girerken, Türkçenin söz varlığına girmiş,
şarkılarımızda, türkülerimizde, atasözlerimizde,
deyimlerimizde yaşayan Arapça, Farsça kökenli sözcükleri
çıkarma çalışması sürmüştür.
’İmkan’ diyeni sağcı, ‘olanak’ diyeni solcu
belleyen bir anlayış vardı bir dönem.
Dilin söz varlığı sağcı-solcu diye bölünemez. Bir
dönem, Türkiye’de bazı sözcükleri kullananlar sağ
görüşlü, bazı sözcükleri kullananlar da sol görüşlüydü.
Bir İngiliz’in, bir Fransız’ın sağcısı solcusu aynı
sözleri kullanır. Dilin zenginliğidir bunlar. Önemli
olan insanların hangi sözcükleri kullandığı değil, o
sözcükleri bir araya getirip de, hangi düşünceyi ileri
sürdüğüdür. Ama mazrufa bakmadan, zarfa bakıldı bir
dönem. Bunda tabii tasfiyeciliğin büyük bir etkisi var.
Bazı sözcükler düşman sayılmış, dilden atılması gibi bir
çalışma yapılmış. Dilin söz varlığında olan sözlerin,
anlamını herkesin bildiği sözlerin tasfiye edilmesi
büyük bir yanlıştı. Burada ölçü şu olmalı. Dilin söz
varlığına girmişse, anlamını herkes biliyorsa o söz
artık Türkçenin malı olmuştur.
Tasfiyeciliği yapan TDK olduğuna göre bilim kurumu
siyasetin emrine girmişti. Peki şimdi farklı mı? TDK
kendini siyasetten arındırabildi mi?
1983 öncesinde TDK de ideolojik tartışmaların
içerisinde kalmıştı, ama 1983’ten sonra TDK’de siyasetin
etkisi yok. Görevde bulunduğum süre içerisinde TDK’ye
asla siyasî bir müdahale olmadı.
Tasfiyecilikten size kalan hüznü, yasını
tuttuğunuz eski kelimeleri merak ediyorum.
“Hususi”nin yerine şimdi “özel” kullanılıyor. Aslında
hususi de özel de kullanılabilmeli. Bakın ecnebi sözü
dilden çıkarıldı, yerine ne konuldu: Yabancı. Oysa
dilimizde yabancı sözü bir başka anlamda zaten var.
Benim tanımadığım herkes benim için yabancıdır. Ama
ecnebi dediğimizde dışarıdan gelmiş, bu ülkeden olmayan
insanlar kastedilmektedir. Şimdi ecnebi sözünü dilden
çıkarıp yerine yabancıyı koyduğunuzda anlamda bir
karmaşa yaşanıyor.
Dil zenginliğinin yok olmasında harf devriminin de
rolü oldu mu, olmadı mı?
Hayır. Biz pek çok alfabe değiştirdik. 1928’deki harf
devrimi Türk tarihinde ilk değil. İlk alfabemiz Göktürk
alfabesi. Uygur alfabesi, Osmanlı sarayında bile uzun
süre kullanıldı. Daha sonra Arap alfabesinin çok geniş
bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Ama Arap alfabesi
Türkçe için çok yetersizdi. Şu andaki Latin kaynaklı
alfabe Türkçeyi çok güzel bir biçimde ifade ediyor.
Latin alfabesine geçişte kazanımlarımızın yanında
kayıplarımız olmadı mı?
Kazanımlarımız çok daha fazla. Türkoloji tarihi, Arap
alfabesiyle yazılmış metinlerde yapılan okuma yanlışı
eleştirileriyle dolu. Özellikle Türkçe sözlerin
okunuşunda pek çok ünlü Türkolog hata yapabilmiştir. Bu,
Arap kaynaklı yazının Türkçe için yetersiz olduğunu
gösteriyor. Kayıplarımız şu olabilir. Her insanımızın
eski eserleri okunmasında o eserlerin okunuşu ile ilgili
olarak kültür değerlerimize ulaşmasında sorun yaşanıyor.
1928 öncesi bir gazeteyi okumak istediğinizde yazıyı
bilmezseniz okuyamıyorsunuz. Ama meraklısı için Edebiyat
fakültelerinde bunu öğretiyoruz.
Önemli olan kitlelerin bunu yaşaması ama.
Bu başka toplumlarda da yaşandı, yaşanıyor. Mesela
Türk cumhuriyetleri Kiril alfabesini bırakıp, Latin
alfabesine geçiyorlar. Alfabe o kadar önemli bir şey
değil aslında.
Ama alfabe bize yetmiş yıldır medeniyetin bir
gereği olarak anlatıldı. Latin alfabesi eşittir
medeniyet. Bu mantık doğru mu?
Türkçenin en kolay ifadesi diye anlatılsaydı daha
doğru olurdu. Alfabe bir araç aslında. Sonuçta onu da
alıp kullanabilirsiniz, bunu da. Türklerin kullandığı
alfabeler içerisinde Türkçeye en uygun iki alfabe var.
Biri Göktürk, öbürü Latin alfabesi. Çünkü Türkçe,
ünlüleri bol bir dil. Arapçada ünlü olarak
kullanılabilen tek bir harf var, elif. Vav harfi hem v,
hem u, ü, o, ö karşılığında. Türkçede sekiz ünlü var.
Arap alfabesini kullanırken yaşadığımız sıkıntı daha
fazlaydı. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yıllarca
Osmanlıca dersi verdim. Öğrenciler büyük sıkıntı
çekiyordu. Çünkü Türkçeye uygulanışında gerçekten
sorunlar yaşanıyor. Şiir okutuyorum. “Baktım o gözlere”
diye yazıyor. Öğrenci, af buyurun, “Baktım öküzlere”
diye okuyor. Çünkü ikisinin de yazılışı aynı. Amaç,
Türkçenin doğru ve güzel bir biçimde yaygınlaştırılması,
insanlara öğretilmesiyse bunu hangi alfabeyle
yapabiliyorsak bizim için o önemlidir.
Yarın: Türkçenin bu durumuna baktığımızda ‘kal
geliyor’
10.07.2005
NURİYE AKMAN |