ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

Basından
RÖPORTAJ 11.07.2005  PAZARTESİ

e-kaynak: http://www.zaman.com.tr/?bl=roportaj&trh=20050711&hn=190990


‘Dilde tasfiyecilik büyük hataydı’

 Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Halûk Akalın, Güneş-Dil Teorisi’nin tutanaklarını satın almasaydı, belki de dikkatimi çekmeyecekti. Meğer ne kadar değerli bir insanmış. Dil gibi solun ve sağın bağnazlığına çok açık bir alanda, bu kadar bilgili, değerlendirmeleri objektif, her bakımdan çalışkan, güleryüzlü bir TDK başkanımız olduğunu bilmiyordum. Bir de şunu bilmiyordum: 1993’te çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kurum yasasında bazı düzenlemeler yapılmış. Anayasa Mahkemesi, hükümetin KHK çıkarma yetkisini iptal edince kurum 8 Kasım 2001’den itibaren üyesiz kalmış. Akalın, başkan olduktan dört ay sonra, çalışmalarını tek bir yardımcıyla sürdürmeye başlamış. Siz TDK’nın 40 kişilik bilim kurulu, yani beyin takımı olmadan çalıştığını biliyor muydunuz? Gelin, hiç değilse TBMM gündeminin alt sıralarında bulunan teşkilat yasası çıkıncaya kadar Akalın’a destek çıkalım. Nasıl mı? Dilimize duyarlı olarak. Dil aynı zamanda gönül demek. Gönlü dilinde, dili gönlünde insanlar olalım.

 

Güneş-Dil Teorisi’nin tutanaklarını satın aldığınız haberini okuyunca sizinle konuşmak istedim. Bütün dillerin Türkçeden doğduğunu iddia etmek için insanın aşırı milliyetçilikten gözü dönmesi lazım diye düşünüyorum. Atatürk gibi dâhi bir insan nasıl oluyor da böyle bir şeyin içine girebiliyor? Buna gerçekten inandı mı? Yeni bir ulus yaratıyor. Bunun enstrümanlarından bir tanesi tabii ki dildir. Ne yapmak istedi?

Güneş-Dil Teorisi, zaten adından da anlaşılacağı gibi bir teori. Hangi şartlarda ortaya atıldığına bakmak gerekiyor. Yani 2005’in bugününden Güneş-Dil Teorisi’ne bakarsak, birtakım yanlış değerlendirmelere sapabiliriz. Bu tür çalışmalar aslında Osmanlı döneminde başlamış. Mustafa Celalettin Paşa’nın çalışması var, Batı dillerindeki kapitol’ün kapı’dan, sosciete’nin söz’den kaynaklandığı yolunda. Samih Rifat’ın, TDK’nin kurucu başkanının da, böyle çalışmaları olmuştu. Aslında, Türkçenin diğer dillere kaynaklık ettiği düşüncesi 1932’deki Birinci Türk Dil Kurultayı’nda adı konmadan bazı bildirilerde ortaya atılmıştı. Dil devrimi başladığında, önce dildeki bütün yabancı sözcüklerin atılması gerektiği gibi bir düşünce hâkimdi. Dilin söz varlığına girmiş, anlamını herkesin bildiği ve kullandığı, ama kökenini bilmediği, günümüzde de kullandığımız pek çok sözcük var, bunları atalım dediler.

Korkunç bir şey. Dil katliamı resmen.

1935 yılına gelindiğinde, yine herkesin anlayamadığı bir dil ortaya çıktı. Zaten Osmanlı Türkçesinden şikayet şuydu: Yazılıp da konuşulamayan bir edebi Türkçe, bir de konuşulup yazılmayan halk dili vardı. Bunun birleştirilmesi gerekiyordu. Dil devriminde de amaç buydu zaten. Bunda da büyük ölçüde başarı sağlandı. Şu anda yazarlarımızın yazdığı eserleri herkes anlıyor.

Yeniyi anlıyoruz; ama eski metinleri anlayamıyoruz.

O da başka bir olumsuzluk. Yeni bir dil karmaşası yaşanmış o dönemde de… Hazırlanan kılavuzda Osmanlıcadan Türkçeye karşılıklar verilmişti. Mesela akıl için 28 karşılık vardı, acele için 41 karşılık.. Yabancı dilden alınan kelimelere Türkçe ne karşılıklar var diye gazetelerde listeler verilmiş. Halktan bu sözcüklerin karşılığında kendi yörenizde hangi sözcükleri kullanıyorsunuz, bize bildirin, denilmiş. Böylece derleme çalışmasının ilk aşaması gerçekleşmiş. Tarihî eserler taranmış. Sonuçta da karşılıklar kılavuzu yayımlanmış. O zaman yazarlar, önce kendi bildikleri söz varlığı ile yazılarını yazmışlar. Sonra da kılavuzu açıp, “Ben ‘acele’ demişim, karşılığında ne var?” diyerek listeden beğendiğini yazmışlar. Yeni bir dil karmaşası başlamış. Hatta bunun esprili yanları da olmuş. Yazarlar ertesi gün gazeteyi açtıklarında kendi yazılarını okuyup anlayamamışlar, bunun için tekrar kılavuza bakmak zorunda kalmışlar. İşte bu noktaya geldiğinde Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a “Dili bir çıkmaza saplamışızdır.” diyor. Tam da o günlerde Viyanalı Dr. H. F. Kıvergiç, 41 sayfalık, basılmamış bir çalışmasını gönderir. Güneş-Dil Teorisi’nin kaynağıdır bu çalışma.

Bir Alman neden bütün dillerin Türkçeden doğduğunu söylesin ki?

Dr. Kıvergiç, bir bilim adamı. Yaptığı araştırmalar onu böyle bir sonuca götürmüş. Sonra yazıya geçirerek Atatürk’e göndermiş.

Peki madem her şey zaten Türkçe, niye o zaman bazı kelimeleri attılar? Demek ki niyet başkaydı. Dinin ötelenmesi mesela...

Dildeki Arapça, Farsça kökenli sözlerin atılması Güneş-Dil Teorisi’nden önce... Bu sözlerin atılmasına karşı ilk tepkiler aslında Güneş-Dil Teorisi’nden de önce geliyor. Falih Rıfkı, yabancıdır diye tasfiye edilen, ancak dilde gerekliliğine inanılan sözleri nasıl kurtardıklarını anlatır yazılarında. Yabancı kaynaklı sözler gündeme geldiğinde bunların Türkçe kökenli olduğu söylenmekte ve dilden çıkarılması önlenmektedir. Naim Hazım, Arapça kökenli sözlerin köklerini Türkçeye çıkarmaktadır. Bir gün sıra hüküm sözüne gelir. Falih Rıfkı “Bir karşılığı yoksa, alıkoyalım.” der. Üyeler kabul etmez, tartışma çıkar. Toplantıdan sonra Abdülkadir İnan, Falih Rıfkı’ya gelerek, üzülmemesini, hüküm sözünü bir sonraki toplantıda Türkçe yapacaklarını söyler. Ertesi gün toplantıdan önce Abdülkadir İnan, Falih Rıfkı’nın eline küçük bir kâğıt tutuşturur. Kâğıtta Türk lehçelerinde akıl için ög, ök, ük sözünün kullanıldığı yazılıdır. -üm eki ile de ad türetildiğini bilen Falih Rıfkı, Arapça ‘hüküm’ sözünün Türkçe olduğunu örneklerle anlatır. Komisyonun üyeleri susup kalır. Böylece hüküm sözü de dilden çıkarılmaz. Bir başka sebebi daha var aslında bu teorinin ortaya atılmasının. Öteden beri, Türklerin bir uygarlık oluşturamadığı, göçebe bir toplum olduğu, bir Türk kültüründen söz edilemeyeceği gibi düşünceler ileri sürülmüştü. Tarih teziyle işte Türklerin bir uygar toplum olduğu, uygarlık meydana getirdiği tezi işlenmeye çalışılmıştı. Dil de bunun bir parçasıydı. Türkçenin bir halk dili, avam dili olduğu, uygarlık dili olmadığı düşüncesi yıkılmak istendi.

Ama bu başka bir şey, bütün dillerin anası Türkçe demek başka bir şey.

Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklinde bir düşünceyle toplumda dil konusunda, tarih konusunda bir bilinç ve güven uyandırılmaya çalışıldı.

İnsanı aşırılıklara sevk eden hastalıklı bir bilinç değil mi?

Şimdi bakın, bu düşünceyle ne olmuş? Dilimizde atılması düşünülen sözcüklerin Türkçe kökenli olduğu açıklanmaya başlanmış. Bunda aşırıya gidildiği de olmuş tabii. Elektrik sözcüğünün parlak, ışık anlamındaki yaltırık’tan, termal sözünün ter’den geldiği gibi açıklamalar yapılmış. Hatta işi aşırıya götürüp özel adların bile Türkçeden geldiğini söylemişler. Aristo’nun adının Ali usta’dan geldiğini yazanlar bile çıkmış. Güneş-Dil Teorisi’nin getirdiği en önemli sonuç Atatürk döneminde dilde tasfiyecilik hareketinin durmasıdır.

O anda belki durdu ama sonra devam etti. Bir işe yaradı mı Güneş-Dil Teorisi?

Teori, dildeki aşırı gidişi önlemek için bizzat Atatürk tarafından geliştirilmişti ama Atatürk’ün ölümüyle birlikte rafa kalktı. Tasfiyecilik hareketi Atatürk’ten sonra hız kazandı. Özellikle 1983 öncesine kadar gelen dönemde, dilin söz varlığına girmiş bazı sözler dışlandı. Batı kaynaklı sözcüklere karşılık bulma çalışması 1970’te başladı. Halbuki Batı kaynaklı sözcükler, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Türkçeye girmeye başlamıştır. Fakat uzun süre Batı kaynaklı sözcüklere karşılık bulunmamıştır. Mesela müdür sözünün kullanımdan çıkarılması karşısında bir dönem direktör yaygınlaştırılmıştır. Batı dillerinden sözcükler girerken, Türkçenin söz varlığına girmiş, şarkılarımızda, türkülerimizde, atasözlerimizde, deyimlerimizde yaşayan Arapça, Farsça kökenli sözcükleri çıkarma çalışması sürmüştür.

’İmkan’ diyeni sağcı, ‘olanak’ diyeni solcu belleyen bir anlayış vardı bir dönem.

Dilin söz varlığı sağcı-solcu diye bölünemez. Bir dönem, Türkiye’de bazı sözcükleri kullananlar sağ görüşlü, bazı sözcükleri kullananlar da sol görüşlüydü. Bir İngiliz’in, bir Fransız’ın sağcısı solcusu aynı sözleri kullanır. Dilin zenginliğidir bunlar. Önemli olan insanların hangi sözcükleri kullandığı değil, o sözcükleri bir araya getirip de, hangi düşünceyi ileri sürdüğüdür. Ama mazrufa bakmadan, zarfa bakıldı bir dönem. Bunda tabii tasfiyeciliğin büyük bir etkisi var. Bazı sözcükler düşman sayılmış, dilden atılması gibi bir çalışma yapılmış. Dilin söz varlığında olan sözlerin, anlamını herkesin bildiği sözlerin tasfiye edilmesi büyük bir yanlıştı. Burada ölçü şu olmalı. Dilin söz varlığına girmişse, anlamını herkes biliyorsa o söz artık Türkçenin malı olmuştur.

Tasfiyeciliği yapan TDK olduğuna göre bilim kurumu siyasetin emrine girmişti. Peki şimdi farklı mı? TDK kendini siyasetten arındırabildi mi?

1983 öncesinde TDK de ideolojik tartışmaların içerisinde kalmıştı, ama 1983’ten sonra TDK’de siyasetin etkisi yok. Görevde bulunduğum süre içerisinde TDK’ye asla siyasî bir müdahale olmadı.

Tasfiyecilikten size kalan hüznü, yasını tuttuğunuz eski kelimeleri merak ediyorum.

“Hususi”nin yerine şimdi “özel” kullanılıyor. Aslında hususi de özel de kullanılabilmeli. Bakın ecnebi sözü dilden çıkarıldı, yerine ne konuldu: Yabancı. Oysa dilimizde yabancı sözü bir başka anlamda zaten var. Benim tanımadığım herkes benim için yabancıdır. Ama ecnebi dediğimizde dışarıdan gelmiş, bu ülkeden olmayan insanlar kastedilmektedir. Şimdi ecnebi sözünü dilden çıkarıp yerine yabancıyı koyduğunuzda anlamda bir karmaşa yaşanıyor.

Dil zenginliğinin yok olmasında harf devriminin de rolü oldu mu, olmadı mı?

Hayır. Biz pek çok alfabe değiştirdik. 1928’deki harf devrimi Türk tarihinde ilk değil. İlk alfabemiz Göktürk alfabesi. Uygur alfabesi, Osmanlı sarayında bile uzun süre kullanıldı. Daha sonra Arap alfabesinin çok geniş bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Ama Arap alfabesi Türkçe için çok yetersizdi. Şu andaki Latin kaynaklı alfabe Türkçeyi çok güzel bir biçimde ifade ediyor.

Latin alfabesine geçişte kazanımlarımızın yanında kayıplarımız olmadı mı?

Kazanımlarımız çok daha fazla. Türkoloji tarihi, Arap alfabesiyle yazılmış metinlerde yapılan okuma yanlışı eleştirileriyle dolu. Özellikle Türkçe sözlerin okunuşunda pek çok ünlü Türkolog hata yapabilmiştir. Bu, Arap kaynaklı yazının Türkçe için yetersiz olduğunu gösteriyor. Kayıplarımız şu olabilir. Her insanımızın eski eserleri okunmasında o eserlerin okunuşu ile ilgili olarak kültür değerlerimize ulaşmasında sorun yaşanıyor. 1928 öncesi bir gazeteyi okumak istediğinizde yazıyı bilmezseniz okuyamıyorsunuz. Ama meraklısı için Edebiyat fakültelerinde bunu öğretiyoruz.

Önemli olan kitlelerin bunu yaşaması ama.

Bu başka toplumlarda da yaşandı, yaşanıyor. Mesela Türk cumhuriyetleri Kiril alfabesini bırakıp, Latin alfabesine geçiyorlar. Alfabe o kadar önemli bir şey değil aslında.

Ama alfabe bize yetmiş yıldır medeniyetin bir gereği olarak anlatıldı. Latin alfabesi eşittir medeniyet. Bu mantık doğru mu?

Türkçenin en kolay ifadesi diye anlatılsaydı daha doğru olurdu. Alfabe bir araç aslında. Sonuçta onu da alıp kullanabilirsiniz, bunu da. Türklerin kullandığı alfabeler içerisinde Türkçeye en uygun iki alfabe var. Biri Göktürk, öbürü Latin alfabesi. Çünkü Türkçe, ünlüleri bol bir dil. Arapçada ünlü olarak kullanılabilen tek bir harf var, elif. Vav harfi hem v, hem u, ü, o, ö karşılığında. Türkçede sekiz ünlü var. Arap alfabesini kullanırken yaşadığımız sıkıntı daha fazlaydı. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yıllarca Osmanlıca dersi verdim. Öğrenciler büyük sıkıntı çekiyordu. Çünkü Türkçeye uygulanışında gerçekten sorunlar yaşanıyor. Şiir okutuyorum. “Baktım o gözlere” diye yazıyor. Öğrenci, af buyurun, “Baktım öküzlere” diye okuyor. Çünkü ikisinin de yazılışı aynı. Amaç, Türkçenin doğru ve güzel bir biçimde yaygınlaştırılması, insanlara öğretilmesiyse bunu hangi alfabeyle yapabiliyorsak bizim için o önemlidir.

Yarın: Türkçenin bu durumuna baktığımızda ‘kal geliyor’

 

10.07.2005
NURİYE AKMAN