LİSAN VE EDEBİYATIMIZ1
ŞEMSETTİN SAMİ
YUSUF AKÇAY2
Akvâm u ümemin mevcudiyet-i siyâsiye ve mâneviyeleri başlıca
lisanlarının derece-i intizâm ve mükemmeliyetine tâbidir. Bir lisanın
hüsn ve letafet ve mükemmeliyeti iki türlü olur. Biri tabiî ve hulkî,
diğeri kesbi ve sun'î.
Birincisi Allah vergisidir. İkincisi bir lisanı söyleyenlerin cehd
ve ikdâmlarına ve zevk-i selîmlerine mütevakkıftır. Birincisi lisan,
ikincisi edebiyattır. İbtidâ, birinci ciheti nazar-ı itibâre alarak
umûmdan hususa nakl-i kelâm ile lisanımızın Avrupa ve Asya
lisanları arasında ve ale’l-husus ümem-i mütemeddine elsinesine
nisbeten ne hal ve mevkide bulunduğunu düşünelim.
Bu makalenin başındaki kaziyeye riâyetle kable’l muhâkeme
hükmümüzü verip hemân lisanımızın medh ü sitâyişine girişmek
istemem. Maksadım bir medhiye okumak değil, tenkidli ve isbatlı bir
makale yazmaktır.
Kendini pek hor ve hakir görmek veya kendi hakkında pek âli bir
fikirde bulunmak efrâd hakkında ne kadar çirkin ve muzır ise
birbirine tamamiyle zıd olan bu iki haslet, akvâm u ümem hakkında da
o kadar ve belki de ondan ziyade çirkin ve muzırdır. Çünkü insan
kendi nefsi hakkında mahviyet gösterirse bir dereceye kadar ma'zur
görülebilirse de milyonlarca efradla müşterek bulunduğu kavmiyet ve
cinsiyeti hakkında mahviyet gösterirse başkalarının hukukuna tecavüz
etmiş olur. Kendini hakir ve zelil gösteren veya öyle bilen adam dâima
hakir ve zelil kalır. İnsanı derecât-ı âliyeye sevk eden zillet ve hakaret
korkusudur. Zillet ve hakareti kabul ederse artık korkacak bir şeyi
kalmayıp her denâeti irtikâb edebilir.
Bilakis kendi hakkında pek âli bir fikir beslemek dahî kusur ve
nakâyıs-ı mevcûdeyi görüp ıslah etmeğe mâni olduğundan bu da
bilâhare o neticeyi müntebih olur. Binâen'aleyh herkes cinsiyet ve
kavmiyetine âid husâsâta ne nazar-ı hakaretle ve ne de kibir ve
isti'zâmla bakmayıp dâima muazzez ve mukaddes nazar ile bakmakla
beraber kusur ve nakâyısı görmeyecek derecede büht ve hayrete
dalmayarak tabi'il-vuku' olan az çok kusur ve nakâyısın ıslah ve
ikmâline çalışmak iktizâ eder. Bu kaziyeyi düstûrü’l-amel ittihâz
ederek lisan ve edebiyatımız hakkında mülahazatımıza girişelim:
Türkler esasen cesur ve cengaver bir kavim olup eskiden bu
sıfatla şöhret bulmuş oldukları gibi lisanları dahî ahlak ve tabiatlarına
muvâfık olarak hâl-i ibtidâisinde huşûnetden pek de âri değil idi.
Mahâza elsine-i Turaniyenin en mükemmeli addolunup Eski Türkçe
demek olan ‘Uygur’ lisanı kable’l İslâm dahî yazılır, okunur, ve her
ifadeye elverişli bir lisan idi. Türkler din-i İslâm’ı kabul ve ale’l-husus
memâlik-i İslâmiyeye dühûl ile ibtidâ birtakım imâretler ve ba'de
büyük büyük devletler teşkil ederek dindaşları olan Araplar ve
İranlılarla karışmağa başladıktan sonra eski Uygur hat ve edebiyatını
zaten mezheb-i kadimeleriyle beraber terk ve ferâmuş etmiş
olduklarından iştirâk-ı mezheb sâikasıyla ve bulundukları mahallerin
tesiriyle Arabî ve Fârisi edebiyatına tâbi ve onlara hâdim olup kendi
lisanlarını ihmâl etmiş ve bazıları büsbütün unutup bazıları da Arabî
ve Fârisi kemâlat ve tabiratla karışık söylemeğe başlamışlardı.
Bu vechile Türkçe beş altı asır edebiyattan mahrum ve yalnız
tekellümde müsta'mel kaba bir lisan halinde kaldıktan sonra Türklerin
münteşir bulundukları memalik-i vâsıanın iki ucunda heman birden
parlamağa başladı. Bir taraftan Maveraünnehir’deki Türkler
söyledikleri Çağataycayı ve diğer taraftan Anadolu ve Rumeli’ndeki
Osmanlılar o vakit söyledikleri Türkçeyi yazmağa başlamışlardı.
Hayfâ ki, edebiyat-ı Türkiye'nin bu iki mahall-i zuhuru birbirinden
mesafece pek uzak bulundukları gibi mürur-ı zamân ve ba'de, mesafe
hasebiyle lisan dahi çok farklı idi.
Maveraünnehir’de Ali Şir Nevâi zuhur edip Çağataycanın
edebiyatını memleketin uç bâlâsına îsâl etti.
Çağatayca için bugünkü günde dahî Ali Şir Nevâi’nin tarz ve
üslubuna tâbi olmaktan başka tarîk yoktur. Bizde ise öyle müktedâ-yı
'âm olacak büyük bir edip ve şâir zuhur etmedi. Devlet-i
Osmaniye’nin avâil-i te’sisinde yazılan eş'âr ve hele nesirleri oldukça
sade; lakin oldukça da kabadır. Hiçbirinde düzgün bir ibâre, âli bir
fikre tesâdüf olunmuyor. Bundan ma'ada lisan dahî bir halde kalmadı.
Devirden devire, asırdan asıra külli tebdil etmeğe başladı. Bir devirde
yazılan şey, onu takip eden devirde kaba ve soğuk görünmeğe başladı.
İstanbul’un fethinden sonra üdebâ ve şuarâ pek ziyade çoğaldı.
İçlerinde okunabilecek bir gazel, bir beyit söyleyenler yok değildir.
Lakin ekseri Türkçe denilemeyecek kadar elfâz ve tabirât-ı Arabiye ve
Fârisiye ile memlu ve (sanayi-i lafziye) dedikleri soğuk ve külfetli
birtakım teşbihâttan ve münasebetsiz mazmunlardan ibâretdir.
Bununla beraber lisanın eski kabalığı bunlarda dahi meşhuddur. Bu
kabalık onuncu kurun-ı hicri âsârında dahî mevcud olup bin
tarihinden sonra on bir ve on ikinci kurunda mündefi‘ olmağa
başlıyor. Nâbilerin, Bâkilerin âsârında kabalık eseri görünmüyor.
Lakin tarz-ı ifade yine meslek-i sakîm Acemânesinde devam edip
gidiyor.
İşte burada lisan, edebiyattan ayrılıyor. Ve Rumeli’ne
geçildikten, ale’l-husus İstanbul’a girildikden sonra lisan, tedricen
incelip fevkalâde bir nezâket ve letâfet peydâ etti. Hatta şive ve
telaffuzun letâfeti için esasen bir tedennî addolunabilecek bir tebdile
dahî uğrayıp ‘h’ ların, sağır ‘keklerin telaffuzu unutuldu. ‘kaflar,
'ayınlar, Arabî ve Fârisi kef veya ye telaffuzlarına takrib edecek
derecede inceldi. Arabîden, Fârisiden mehuz kelimelere de böyle hafif
ve latif bir telaffuz verildi. Giderek Türkçemiz eski huşûnetinden asla
eser kalmayacak derecede latif ve şirin bir lisan oldu. Cengâver ve
haşin bir aşiret lisanı halinden çıkıp en nazik ve en güzel pir-i peyker
ve melek-i sima bir kızın ağzının letâfetini arattıracak bir halâvet
peydâ etti.
Dünyada semi'e en ziyade letâfet-i bahş-i lisan İtalyanca veya
Rumcadır diyenler vardır. Lakin tecrübe edenler teslim ve itirâf
ederler ki dünyada semi'e en hoş gelen ve anlamayanları bile meftun
ve hayran eden bir lisan varsa o da İstanbul’da devletin büyük
şehirlerinde tekellüm olunan Türkçedir. Türkçede ne İtalyancanın
birbirini takip eden ye’leri ve şeddeli re’leri ne Rumcanın yılan
fısıltısını andıran se tetâyileri ve peltek se ve ze’leri vardır. Kulağı
yoracak tab'a nâhoş gelecek hiçbir hâl yoktur.
Elhâsıl mübalağasız ve mücerred gayret-i milliye sâikasıyla
olmayarak ağyârın dahi tasdikiyle diyebiliriz ki lisan-ı millimiz olan
Türkçe, dünyanın en güzel lisanı değil ise hâla en güzel lisanlarından
biri olduğunda şüphe yoktur.
Yukarıda demiş idik ki bir lisanın hüsn ü letâfet ve
mükemmeliyeti iki türlüdür. Biri tabîi ve Allah vergisi ve diğeri kesbî
ve sun'î. Evet, Türkçemizin tabîi olan hüsn ü letâfet ve
mükemmeliyeti müsellem olduktan sonra bizim elimizde olan ikinci
cihete atf-ı nazar edelim: Bakalım edebiyatımız ne haldedir.
Türkçe edebiyatının suret-i zuhuruyla devirden devire ne gibi
tebdilâta uğradığını yukarıda mücmelen beyan ettik. Ve yalnız bin
tarihinden evvelkilerde değil, on birinci ve on ikinci kurun-ı hicri
âsârında dahî sadra şifa verecek bir şey bulamadık. On üçüncü kurun-
ı hicride ve hatta bu kurunun nısfından sonra edebiyatımız için bir
devr-i teceddüt açıldı.
Yarım asır az zaman değildir. Bu kadar zamanda hiçten başlayıp
hayli ileri gitmiş edebiyat vardır. Lakin malumdur ki, müceddiden
küçük bir hâne yapmak çok defa büyük ve eski bir konağı tamir
etmekten kolaydır. Tamirci o cesîm sütunlara kesr vurmağa birdenbire
kıyamaz. O kadar emekle vücuda gelmiş olan kâr-ı kadîm boyaları,
nakışları her ne kadar tebdillerini tasmîm etse bile birdenbire
düşürmeğe acır.
İşte bu sebebe mebnidir ki, bizde bu yarım asırda edebiyat, arzu
olunan derecede terakki edemedi. Bu terakki tedricen olacak ve
hakikaten öyle oluyor. Eslâfımızın kıyıp düşüremedikleri kâr-ı kadîm
boyaların birtakımını biz pek çirkin görüp binâ-yı edebiyatımızdan
düşürürüz. Ve bizim düşürmeyeceklerimizi ahlâfımız düşüreceklerdir.
Yeni yetişen genç ediplerimizin bugün gözümüzün önünde o masnu'
allı pullu nakışları beğenmeyip düşürdüklerini görüyoruz. Ve
bunların yerine asrın teceddüdâtına muvâfık birtakım müzeyyenât ve
sun' lüzûmunu en evvel ortaya koyan biz ihtiyarlar bu vechile
tahriplerini gördükçe acımaktan bir türlü kendimizi alamayarak bilâ-
ihtiyâr ‘amma bu kadar da olur mu?’ diye bağırıyoruz.
Teessüf olunacak bir şey varsa o da bu terakkinin bir düziye ve
mütemâdiyen ve zamanın icap ve iktizâ ettirdiği bir suretle hâsıl
olmayıp hâra tapanların yürümesi gibi birkaç adım ilerledikten sonra
birkaç adım gerileyerek ve bazen de bir dâire çizerek gitmesidir.
Vâkıa bundan biraz evvelki ediplerin en sâde yazdıkları ibâre bugün
bize pek muallak görünür. O vakitten beri hayli ileri gidilmiştir. Lakin
terakkinin bu suret ve derecesi gayr-i kâfidir. Lisanımız pek güzel bir
lisandır. Edebiyatımız niçin onunla mütenâsip olmasın?
Edebiyatın mâhiyeti ve üdebânın vazifesi nedir? İbtidâ bunu
halledelim: Edebiyat, evvel lisanın kavâidini zabt ve şivesini , letâfet-i
tabiyesini, fesahatini muhafaza ile fesahata mugayir elfâz ve tabirâtın
lisana duhulünü men etmek tarik-i fesahattan sapmış cihetleri var ise
yoluna getirip lisanın bozulmasına meydan vermemek, sâniyen
avâmın bi’t-tabi ihtiyaç görmediği hissiyât-ı âliye ve meâni-yi dakika
ile mevadd-ı ilmiye-i fenniye ve keşfiyât-ı cedîde için tâbirât ve
ıstılahât bulmaktır.
Üdebânın vazifesi budur. Erbâb-ı fen, ıstılahat-ı fenniye tayin
için edebiyata müracaat mecburiyetindedir. Tayin olunacak ıstılahat
kâide-i lisana ve fesahata mugayir olursa lisanı bozar. Böyle ıstılahat
vaz‘ edenler muntazam ve mükemmel bir bağçenin çiçekleri içine bir
avuç diken tohumu ekmiş olurlar. Edebiyat, daima lisanın muhâfızı ve
bekçisi olmak iktizâ eder. Fakat üdeba, bu ihtiyâcat-ı fenniye
hâricinde lisanı tağyir ve tebdil etmek selâhiyetini hâiz değildir.
Lisan hiçbir vakit sun‘i olamaz. Elsinenin ne suretle tahsil ve
tekvin ettiği bahsine girişsek söz çok uzayacağından yalnız şu kadar
deriz ki, dünyada hiçbir lisan yoktur ki insanlar tarafından suret-i
mahsusada yapılmış olsun. Bu son zamanlarda sun'i bir lisan
çıkarmağa çalışanların sa‘yleri hebaya gitmiştir. Ve hiçbir vakit netice
pezîr olmayacaktır. Tabiata karşı sa‘yin semeresi olmaz. Lisanlar
tabidir. Edebiyat halkın söylediği lisana tâbidir. Onun dâhilinde ıslahat
ve tezyinat yapabilir; fakat hâricine çıkamaz.
Alışmak dünyada garib şeydir. Biz şimdiki edebiyatımıza alıştık,
bize tabî görünür; lakin bir kere arkaya doğru dönelim. Veysî’nin
Nergisi’nin bir fıkrasını veya münşeât-ı Feridun’dan bir mektubu alıp
çok Arabî ve Fârisî okumamış bir Türk’e veya oldukça okumuş bir
kadına, sonra yalnız kendi lisanını bilir bir İranîye ve nihayet lisanın
fesahatına vâkıf bir Arap’a okuyalım. Hiçbirinin bir şey
anlamayacağını göreceğiz. Demek ki bu kitaplar ne Türkçe, ne Fârisî
ve ne de Arabî yazılmıştır. Ya bu lisan ne lisandır? Nerede
söyleniyor? Kimler isti'mâl ediyorlar? Sırf sun'i bir lisandır. Şu kadar
var ki bu sun'i lisanda kullanılan kelimeler sırf uydurma mühmelâttan
ibaret olmayıp üç lisandan mehuzdur. Lisan-ı Osmani üç lisandan yani
Arabî ve Fârisi ve Türkçe lisanlarından mürekkebdir demek âdet
olmuştur. Âdet-i ilahiyeye ve tabiata mugâyir olan bu tâbir ekser
kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna mümâsil kitaplarda zikr ü tekrar
olunuyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hata! Üç lisandan mürekkep bir
lisan! Dünyada görülmemiş şey!
Hayır! Hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır. Ve akvâm ve
ümem beyninde olduğu gibi elsine-i beyyinede dahî derecât-ı
muhtelifede karâbet ve münâsebet bulunup her birkaç lisan bir zümre
teşkil eder. İmdi, söylediğimiz lisan, elsine-i Turaniye zümresine
mensup Türk lisanıdır. Buna birinci derecede Arabîden ve ikinci
derecede Fârisiden bazı kelime ve tabirler girmiştir.
Lakin bu kelimeler ne kadar çok olsa lisanın esasını
değiştiremez. Mesela İspanyolca ve Portekizcede o kadar kelimât-ı
Arabiye bulunur ki bunların cem'i büyük bir cilt teşkil etmiştir.
Lakin mezkur lisanlar, Arabî ile filan lisandan mürekkeptir
denilmeyip Latin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunur.
Kezalik İngilizcede heman yarı yarıya Fransızca kelimeler bulunduğu
halde İngiliz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup
Fransızcaya yabancı addolunur. Her lisanın mehûz ve müstear
kelimelerine bakılmaz, esası olan tasrifâtına bakılır. Hatta Nergisi’nin
sun'i lisanına dahî üç lisandan mürekkep namı verilemez. Çünkü
Türkçe kelimâtdan âri denilecek derecede Arabî ve Fârisiye boğulmuş
olan o ibârede dahî tasrifât ‘olmak’ ve ‘etmek’ fiilleriyle ve ifade “de,
den, ile, siz” gibi Türkçe edevat ile oluyor.
Dedik, yine tekrar ederiz. Lisanımız pek güzel bir lisandır.
Söylediğimiz gibi yazacak ve o şive ve kâide dâiresi dâhilinde ıslah ve
terakkisine çalışacak olursak lisanın güzelliğiyle mütenasib
mükemmel bir edebiyata mâlik olacağımızda şüphe yoktur.
Arabîden, Fârisiden birçok kelimeler lisanımıza girmiştir, pek
âlâ onlar Türkçeleşmiş, herkes biliyor, anlıyor, yazıda Türkçe gibi
kullanıyor.
Istılahat-ı fenniyeye gelince: Onları da her lisanda olduğu gibi
fen erbâbı anlar. Bu vechile lisanımıza girip yerleşmiş olan Arabî ve
Fârisi kelimeler lisanımızı bir kat daha zenginleştirmiştir.
İhtiyacımızla mütenâsip tabirâtımız oldukdan sonra kâmusa bir hane
el uzatarak bugünkü günde Arapların İranlıların dahî anlamadıkları
avuç dolusu lügat-i Arabiye alıp kullanmakta ne ihtiyâcımız vardır?
Arabîden mehûz ‘kalem’ gibi sade, fasih herkesin anladığı bir
kelimemiz var iken ‘hâme’ veya ‘yâra’ gibi lügat-ı Arabiyeyi niçin
kullanıyoruz?
‘Efsahü’l-kelâm mâkal u dil” kelâmı eskiden malumumuz olup
bunun mahz-ı hakikat olduğunu kimse inkar edemezken ve bizim
‘yazmak’ gibi sade ve muhtasar, güzel sırf Türkçe bir tabiratımız var
iken ‘keteb ve tahrir etmek’ gibi dört veya “yar'arân-ı bahs u mâkal
olmak” gibi altı kelimeden mürekkep ve yarı Arabî ve yarı Fârisi
alaca gülünç tabirler kullanmak zevk-i selim işi midir? İnsaf
buyurulsun! Bunlar sâde misallerdir. Mesela bir şâirin tercüme-i
hâlinde ‘Burusalıdır’ veya ‘Burusa’da doğmuş’ diyecek yerde bu bir
iki kelimelik meâniyi bir sahifelik ibare ile ifade eden tezkirelerimiz
vardır. Hem de ne ifade! Neuzübillah! Okumak için Hazreti Eyüb’ün
sabrı olsa kifayet etmez. Bu da sanat imiş. Bugün olmadığında şüphe
yoktur. Lakin vaktiyle böyle ifadelerden, bitmez tükenmez Fârisi
izâfetlerden, mütenâfir tabirâttan garib lügatlardan hoşlanacak
tabiatlar var imiş. Hamd olsun bunlar geçti, bırakıldı, unutuldu. Lakin
tesirleri bâkidir. İzleri edebiyat-ı cedidemizde görülüyor. Bir türlü
tesirden kurtulamıyoruz, bir vechile o usulden ayrılamıyoruz, Fârisi
izafetlerin önünü alamıyoruz. Hatta ben de mukâlemede bir sebeb-i
mecbur olmaksızın ve istemediğim halde kim bilir ne kadar Fârisi
izâfetler, Türkçeleri mevcud olan ne kadar lüzumsuz Arab3i ve Fârisi
kelimeler kullandım.
En garibi şu ki, Arabî ve Fârisiden behremiz ne kadar az olursa
Arabî ve Fârisî lügat-ı Arabiyeye ve tumturaklı ibârelere arzu ve
inhimanımız o kadar ziyade oluyor. Bundan, zaten fazla ve lüzumsuz
olan kelimât-ı Arabiye ve Fârisiyenin lisanımızda nâ-bemehal ve
meâni mevzularına mugâyir 'ındî manâlarla isti'mâl ve hatta Arabîde
mesmu‘ olmayan uydurma kelimeler icâdı tevellüd ediyor. Mesela:
‘tecâsür’ yerine ‘ictisâr’ veya ‘mücâseret’ kullanıyoruz. Halbuki
Arabîde ictisâr kelimesi cüret manâsına gelmeyip “geçmek ve
ilerlemek” manasını ifade eder. Mücâseret ise hiç Arabî olmayıp
Araplar bu maddeyi müfâale bâbından tasrif etmezler. Bunun emsâli o
kadar çoktur ki, kullandığımız Arabî kelimelerden hiçbirinin
mahallinde kullanıldığına insan emin olamaz.
Harekece de ekserini yanlış kullanıyoruz. Bilerek veya
bilmeyerek Türkçe isimleri Arabî kâidesince cem'ilendirip Fârisi
kâidesince tavsif etmek ve âhiri ‘he’ olan Türkçe ve Fârisi ve ecnebî
isimleri müennes addedip ona göre terakkiyât yaparak “çiftlikât-ı
mezkûre” ve ‘tersâne-i âmire’ tabirât-ı sakime güzel ve kolay
lisanımızı çirkinleşdirip güçleşdirmekte ve belki gülünç bir hâle
koymaktan başka neye yarıyor?
Bir lisan, ne kadar kolay olursa onunla mütekellim bulunanlar
için o kadar büyük bir nimettir. Çünkü o kadar kolay öğrenilip ulûm
ve fünûn-ı mütenevvia ile sâir lisanların tahsiline vakit kalmış olur.
Avrupa akvâmı bundan çok istifâde etmişlerdir. Ve temeddünlerinin
esbâb-ı esâsiyelerinden biri de budur.
Bu cihetce biz: Avrupa akvâmının cümlesinden daha bahtiyârız.
Türkçemizin en fasihi, en güzeli, en mükemmeli bugün söylediğimiz
Türkçedir. Lisanımızın fesâhatini öğrenmek için birkaç bin senelik
âsâra müracaat etmeğe İmrûsların, İmrü’l-Kaysların anlaşılmaz eşârını
ezberlemeğe ihtiyacımız yoktur. Çocuklarımız analarından emdikleri
sütle beraber güzel ve fasîh bir lisan öğrenmiş olurlar. Eğer
edebiyatımız söylediğimiz lisan üzerine müesses olsaydı, nazariyâtını
da bir iki sene de edinip ondan sonra da bu kadar kolay olan
lisanlarının muâvenetiyle az zamanda istedikleri ulûm ve fünûn ve
elsine-i sâireyi tahsil ederek kemâl-i suhûletle âlim ve mütefennin
olacak ve bizde de her yerden ziyade terakki ve temeddün kapıları
umumun önünde açık bulunacak idi.
Şimdi ise mektebe giden çocuklarımız söyledikleri o güzel lisanı
battal ve mu'attal bırakıp yalan yanlış sun'î bir lisan öğrenmeğe
başlarlar. Bunun tahsili ise birkaç senelik sa‘y ve emeğe muhtaçtır.
Buna hasr-ı himmet edenler, nihayet yanlış ve uydurma tabirât-ı
sakimeyi hâvi girift ve gayr -i munkati' cümlelerden mürekkeb sun'î
ve gayr-i tabî bir ibâre yazmak sanat-ı Arabiyesini öğrenirler. Fününa
ziyade ehemmiyet verenler ise bu sanattan mahrum kalıp artık
ömürleri oldukça iki satırlık mektup yazdırmak için bir ‘ kâtib’e
ihtiyactan vâreste olamazlar.
Sözü neticelendirelim: Lisanımız pek güzeldir, dünyanın en
güzel lisanıdır desek mübalağa etmiş olmayız. Güzelliği nisbetinde de
kolaydır. Bu ise nâil olduğumuz bir nimet-i uzmâdır. Edebiyatımız ise
lisanımızla mütenâsip değildir. Edebiyatımız pek geridir. Ve yanlış bir
yola sapmıştır. Bu sebeble lisanımızın güzelliği sade tekmilde kalıp
kolaylığında istifâde edemiyoruz. Edebiyatımız muhtac-ı ıslahdır,
muhtac-ı terakkidir. Ve daha doğrusu söylediğimiz lisanın esas-ı
ittihazıyla ona göre muhtac-ı tebdil ve tecdiddir. Buna her sahib-i
gayret ve hamiyetin çalışması iktizâ eder. Bunun aksine ve usul-ı
kadimenin devam ve bekasına çalışanlar ise insafsızlık etmiş olurlar.
Şemsettin Sâmi
Bulgurluzâde Rıza, Müntehebât-ı Bedâyi'-i Edebiyye, İstanbul 1326, s. 136-150.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü