Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın
Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Atatürk’ün en büyük eseri, gelecek yıl 80. yılını kutlayacağımız Türkiye Cumhuriyetidir. Kurduğu Cumhuriyeti Türk gençliğine armağan eden ve emanet bırakan Atatürk,
Ancak, Cumhuriyet ile özdeşleşmiş başka kurumlar da bulunmaktadır. Bu kurumlardan biri de yine Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumudur. 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün talimatıyla kurulan Türk Dil Kurumu,
Yazı dili olarak en az 1300 yıllık geçmişe sahip Türkçenin konuşma dili tarihi çok daha öncelere uzanır. İlk yazılı kaynaklardan olan Orhon Yazıtları’nda kullanılan dilin işlekliği, akıcılığı, dildeki soyut kavramlar için kullanılan sözlerin özellikleri (Ergin 2000: 13; Aksan 1987: 45) ve kimi ölü dillerdeki söz benzerliği (Tuna 1997) göz önüne alındığında Türkçenin dört-beş bin yıllık bir konuşma dili tarihine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Yeryüzünde çok az sayıda dil, bu kadar tarihî derinliğe sahiptir. Kökleri binlerce yıl öncesine dayanan Türkçe, Türklerin değişik kültürlerle teması dolayısıyla pek çok dille etkileşim içerisine girmiş, söz (kelime) alışverişinde bulunmuştur. Zaman zaman etkilenme tek yönlü olmuş, dönemin baskın kültürlerinin etkisiyle Türkçeye yabancı dil ögeleri doluşmuştur. Bu olumsuz durum; kimi şair, yazar ve aydınların tepkileriyle karşılaşmışsa da Türkçedeki yabancı sözlere, yabancı dil birimlerine karşı en sistemli, en etkili ve sonuç verici çalışma Cumhuriyet döneminde olmuştur. Türkçenin bilim dili hâline gelmesi düşüncesi, Cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Türkçe üzerine bilimsel çalışmalar da Cumhuriyet döneminde yoğunluk kazanmıştır. Osmanlı devletinin son dönemlerinde ortaya çıkan ve giderek artan dil tartışmaları, Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’nde dilin bir devlet politikası hâline gelmesi ve bu alanda yapılan atılımlarla Türkçenin yeni bir evresi başlamıştır. Yıllardır tartışılan konular ve çözüm bekleyen sorunlar, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün önce alfabe, daha sonra da dil alanında yaptığı devrimlerle çözülmüştür. Ancak, Türkçe üzerine yapılan tartışmalar bitmemiştir. Dilde bugün ulaşılan noktayı iyi kavrayabilmek, Atatürk’ün Dil Devrimini gerçek anlamda özümseyebilmek için Atatürk’ün dil konusundaki düşüncelerini ve yaptıklarını bilmek gerekir. İşte bu yazımızda Atatürk döneminde Türkçenin durumuna, Türk Dil Kurumunun kuruluşuna ve Atatürk dönemindeki çalışmalarına değineceğiz. Atatürk’ün Dil Devrimine giden yolun anlaşılabilmesi için de kısaca Cumhuriyet öncesi dil tartışmalarına, Türkçenin durumuna ve Türkçe konusundaki görüşlere de kısaca yer vermek gerekir.
Tanzimat Döneminde Türkçe Üzerine Düşünceler
XIX. yüzyıla gelinceye kadar birkaç şair, yazar ve düşünür dışında pek fazla kişinin dikkatini çekmeyen dil ve alfabe konusu, Tanzimat ile birlikte en fazla tartışılan konulardan biri hâline geldi.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun getirdiği ilkeler arasında dil ve edebiyat ile ilgili herhangi bir ilke yoktu, ama bu belgede gerek ilkeler olsun, gerek bu ilkeler üzerine ırk veya mezhep ayrımı gözetilmeksizin kurulan düzen olsun yeni bir yaşama tarzı ve yeni bir toplum düzeni getiriyordu. Osmanlı toplumunu bu anlayışa ve düzene ulaştıracak araç ise ulusal eğitim ve ulusal dildi. II. Mahmut döneminde başlayan eğitimde modernleşme Tanzimat döneminde de sürmüştür (Karal 1985: 314).
Tanzimat, toplum ve devlet hayatımıza getirdiği yenilikler kadar, dilimize ve özellikle edebiyatımıza da yenilikler getirmiş, kültür hayatımızda yeni bir çığır açmıştır. Edebiyatımızın bu dönemine adını da veren Tanzimat, Türk kültüründe Batıya yönelişin başlangıcıdır. Batı uygarlığının etkisi değişik alanlarda görüldüğü gibi dil alanında da kendisini göstermiştir. Dil alanında batı uygarlığının etkisi ana hatlarıyla iki biçimde görülür: Batıdaki milliyetçilik akımının ve halka yönelmenin etkisiyle ana diline karşı duyarlılık uyanırken bir yandan da halkın anlayacağı dille yazmak amacıyla halk diline yönelme düşüncesi yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Halka ulaşmanın en etkili aracı da gazete idi. Bu sebeple gazeteler dilde değişimin başlatıcısı oldu. Sade, yabancı ögelerden arınmış, halkın anlayacağı Türkçe, bir kere daha düşünce adamlarının, sanatçıların halka hitap etmede kullandıkları dil hâline geldi. Tıpkı Anadolu’da Türk yazı dilinin kuruluşu sırasında mutasavvıfların halka seslenebilmek için sade Türkçeyi tercih etmesi gibi...
Şiirlerinde konuşma dilini kullanan Şinasi, gazetesinde de halk diliyle halka sesleniyordu. Yazılarında Arapça ve Farsça sözleri mümkün oldukça az kullanıyor, kısa cümlelere yer veriyordu. Sade Türkçe ile şiir yazmayı bile denemişti. Kaynaklarda geçen ve halk ağzında yaşayan atasözlerini de derleyerek yayımlayan Şinasi, bütün bu özellikleriyle Tanzimat döneminde Türkçenin sadeleşmesi yolunda etkili bir kişi olmuştur. 1863’te yayımladığı Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye, halk diline yönelişin en güzel örneğidir. Şinasi, bu atasözlerinden kimilerini şiirlerinde ve yazılarında da kullanmıştır.
Eserlerinde gelişme, vatanseverlik, özgürlük, meşrutiyet, siyasî bağımsızlık, eğitim, iktisat, Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi çok çeşitli konuları sosyal düşünceler olarak ele alan Namık Kemal, Türk dilinden çok Türk edebiyatının sorunları üzerine eğilmiştir. Bu konudaki yazılarında dille ilgili düşünceleri de yer almaktadır. Eskiden eserlerin yüksek sınıflar için ancak onların anlayabileceği dille yazıldığını belirten Namık Kemal, Fars edebiyatının etkisinde kalan eski edebiyatımızın söz süsüne kurban edildiği düşüncesindedir.
Eski edebiyatı eleştiren Namık Kemal, eski edebiyatın dilinin kusurlarına ve yetersizliğine de değinmiştir. Tasvîr-i Efkâr gazetesinin 16 Rebiülâhir 1283 (1866) tarihli 416. sayısında yer alan Lisân-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir başlıklı yazısında şunları yazar:
“İstanbul’da okuyup yazma bilenlerden dahi belki onda biri, sebk-i marûf üzre yazılmış bir kâğıddan ve hatta kâfil-i hukuku olan kanûn-ı devletten bile istifâde-i merâma kadir değildir. Çünki edebiyatımıza şark u garbın birkaç ecnebî lisanından müstear olan şiveler galebe ederek ıttırâd-ı ifâdeye halel vermiş ve edevât ü tabirât ü ifadâtı takrirden bütün bütün ayrılmış olan üslûb-ı tahrir ise bayağı bir başka lisân hükmüne girmiştir.”
Gazetenin ertesi günkü sayısındaki yazısında ise dilin ıslahı konusundaki düşüncelerini şöyle özetler:
“Evvelâ: Kavâ’îd-i lisânın mükemmel surette tedvin ü temhidi.
Saniyen: Kelimatın isti’mâl-i umûmî dairesinde tahdidi.
Salisen: İmlâ ve manâca eczâ-yı lisân beynindeki irtibât-ı surinîn ittihâd-ı hakikî hâline gelecek kadar teşyidi.
Rabian: Rabt-ı kelâm ve ifade-i meram şivelerinin tabî’at-ı lisâna tatbikan tadil ü tecdidi.
Hamisen: İfadenin hüsn-i tabiîsine hail olan külfetli sanatlardan tecridi.” (Levend 1972: 113-114)
Tanzimat edebiyatının çok yönlü, seçkin ve önde gelen şair ve yazarlarından Ziya Paşa, edebiyatımızla ilgili konularda Namık Kemal gibi düşünmekle birlikte, dil konusuna ondan daha fazla değinmiştir. Türk dili konusunda Şinasi’yle birlikte başlayan görüşleri savunmuş, yeni sanat ve yeni dil düşüncelerini işlemiştir.
Çıktıkça lisân tabiatından
Elbette düşer fesahatından
diyerek dilin doğasından ayrılması durumunda doğru ve güzel kullanılışını kaybedeceği düşüncesine şiirinde yer vermiştir.
Ancak, Ziya Paşa’nın dil konusunu ele alan en önemli yazısı Londra’da yayımlanan Hürriyet gazetesinin 7 Eylül 1868 günlü 11. sayısında yer alan Şiir ve İnşa başlıklı yazısıdır. Yazısında “acaba bizim mensup olduğumuz milletin bir lisanı ve şiiri var mıdır, bunu ıslâh kabil midir ?” sorusunu soran Ziya Paşa, eski edebiyatımıza ait eserlerin dilinde üçte bir oranda bile Türkçe söz bulunmadığı, bir işi ifade ederken karmaşık ifadeler kullanıldığını, bunu anlamak için sözlükler gerektiği cevabını verir:
“Münşeat-ı Feridun ve asar-ı Veysî ve Nergisî ve sair münşeat-ı mutebere ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe bulunmaz. Ve bir maslahat ifade ederken bedî ü beyan fenleri karıştırılarak, ibraz-ı belâgat için öyle müşevveş ve mütetabiü’l-izafat ibareler yazmışlar ki Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam fenn-i meani ve adab-ı Arabda kemal-i mahareti olduktan sonra âdeta bir ders mütalâa eder gibi bir çok zamanlar sarf-ı zihn etmedikçe manasını istihraca muktedir olamaz.”
Bu yazıda, anlaşılmaz ifadelerin yazılmasının “hüsn-i kitabet” sayıldığını belirten Ziya Paşa, öncelikle Türkçe imlânın bilinmesi gerektiği konusunu en başta gelen kural olarak vurgulamıştır.
Ziya Paşa, aynı yazısında yargılama sırasında karşılaşılan durumu şöyle anlatır: Sorgulanan kişi, derdini bildiği dille anlatır, sorgu hâkimi söylenenleri birtakım ibareler kullanıp araya da ‘olduğundan’, ‘bulunduğundan’ ve ‘olmakla’, ‘bulunmakla’ sözlerini sıkıştırarak yazıya geçirtir. Sorgu hâkimi yazılanları bir kere de sorgulanan kişiye okur ve “Bunu sen söylemedin mi, getir mührünü ve yoksa parmağını bas.” der. Sorgulanan kişi okunan şeyi Arapça gibi dinleyip bir şey anlamaz, ama “Efendiyi gücendirmeyeyim.” diyerek mührünü basar. Bu durumun nereye kadar uzandığını Ziya Paşa şöyle belirtir: “İşte bu istintak-name gâh olur ki bîçarenin idamına kadar sebep olur. Belki onun dediği yolda yazılsa kurtulmak ihtimali bulunur.” (Levend 1972: 120)
Dilde Türkçülük hareketinin ilk izleri Ahmet Vefik Paşanın Lehce-i Osmanî’ye yazdığı ön sözde görülür. Ahmet Vefik Paşa, Türkçenin tarihî derinliği olduğu kadar, konuşulduğu geniş alanla da büyük dillerden biri olduğunu vurgular. Sözlükte aslı Arapça ve Farsça olan sözlerin yanı sıra Türkçe kökenli sözlere de ayrı bir bölümde yer vermesi, Ahmet Vefik Paşaya dilde Türkçülük düşüncesinin ilk temsilcilerinden biri olma özelliğini kazandırmıştır (Akçura 1978: 49).
Ali Suavî, bu dönemde dil konusuna değinen, dilin sadeliği için uğraşan kişilerin başında gelir. Ali Suavî, öncelikle kullanılan dilin adını sorgulayarak işe başlar. Ali Suavî’ye göre lisân-ı Osmanî terimi siyasî bir terimdir. Osmanlı sözü, dilin adını veremez. Doğrusu ise lisân-ı Türkî’dir, yani Türk dilidir (Karal 1994: 56).
Ali Suavî, İstanbul’da çıkarmaya başladığı Muhbir gazetesinin 25 Şaban 1283 (1867) tarihli ilk sayısına yazdığı ön sözde, kullanılacak dilin adî lisan olacağını belirtmektedir. Adî lisan’dan kasıt herkesin anlayabileceği dildir (Levend 1972: 115). 27 Şevval 1283 (1867) günlü Muhbir’in 28. sayısında meslektaşlarına gazetelerde kullanılması gereken dil konusunda şu önerilerde bulunur:
“Haydi ittifak edelim. Meselâ ‘şarab’ diyecek yerde ‘ateş-renk’ demeyelim, düzce ‘şarab’ diyelim vesselâm. Muradımız mesele anlatmakken niçün halkı bir de ibare için düşündürelim. Gazeteleri İstanbul’da avam lisanı olan Türkçe ile yazalım.”
1869’da Paris’te çıkarmaya başladığı Ulûm gazetesinde ise alıntı sözlerin çokluk biçimlerinin kullanılmasının yabancı dil kurallarına göre değil de Türkçenin kurallarına göre olmasına dikkat çekmiştir: “Meselâ Arabîden âlim ve kâtib lûgatlerini alıp sîgaları gibi zabtetmişiz, amma ceminde ketebe ve küttab ve ulema demeğe mecbur değiliz; âlimler, kâtibler diyebiliriz. Dünyada her lisanın tabiatı dahi böyle bizim lisanımız gibidir.” Ali Suavî’nin alıntı sözlerin çokluk biçimlerinin Türkçe kurallara göre kullanılması düşüncesi daha sonraki Yeni Lisan hareketinde de dile getirilecektir.
Ali Suavî, bilim kitaplarının da anlaşılmaz dille yazıldığına dikkat çekmekte, halkın kullandığı dil ve terimlerle bunların yazılabileceğini söylemektedir. Türkçe sözler yerine Arapça ve Farsça sözler ve terimlerle dolu bu kitapların herkes tarafından anlaşılamadığını belirtmektedir. Herkesin bildiği ve kullandığı ‘aşı’ sözü yerine ‘telkih’ sözünün kullanılmasıyla Türkçe okuma yazma bilen kişinin bu eserden yararlanamayacağını yazar. Bir bahçıvan kitabını okuyup anlamak için on beş yıl öğrenim görmek şart mıdır, diye soran Ali Suavî, şarttır diyenlere de şöyle sorar: “O vakit bahçıvan kim olsun ?”
Mustafa Celâlettin Paşa da, Fransızca olarak yazdığı kitapta Türkçenin eskiliğini ve zenginliğini işleyerek başka pek çok dile kaynaklık ettiğini, söz verdiğini örnekleriyle ele almıştır. Mustafa Celâlettin Paşaya göre Türkçenin eski Yunancaya ve Lâtinceye verdiği sözler şunlardır: kapı > kapitol, söz > sosciete, köylü > kailos, dam ‘ev’ > domus, kol > colon, kafa > kefal, kandil > chandella; ordu > ordo, piliç > pulus, mini > minyon (Karal 1994: 67). Bugün tarihî dil bilgisinin kurallarına aykırı olduğu kabul edilen bu örnekler, o gün için yerli ve yabancı aydınların gözünde Türk dilinin bir ölçüde değer kazanmasında etkili olmuştu.
Ahmet Midhat Efendi de Basiret gazetesinin 19 Mayıs 1288 (1871) günlü 636. sayısında Türkistan’da konuşulmakta olan Türkçenin bizim dilimiz olmadığı gibi, Arapça ve Farsçanın da bizim dilimiz olmadığını belirtir. Dilimizde Türkçe ile birlikte Arapça ve Farsça kökenli sözlerin kullanıldığını belirten Ahmet Midhat, dilimizin bu dillerin dışında da içinde de olmadığını söyleyerek şöyle yazar: “Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arap ve Şiraz’dan bir Acem getirsek edebiyatımızdan en güzel parçayı bunlara karşı okusak hangisi anlar? Şüphe yok ki hiçbirisi anlayamaz. Tamam işte bunlardan hiçbirinin anlayamadığı lisan bizim lisanımızdır diyelim. Hayır, onu da diyemeyiz. Çünkü o parçayı bize okudukları zaman biz de anlayamıyoruz... Pekalâ ne yapalım ? Lisansız mı kalalım ? Hayır, halkımızın kullandığı bir lisan yok mu ? İşte onu millet lisanı yapalım.”
Ahmet Midhat Efendi, tamlamaların Arapça veya Farsça kurallara göre değil Türkçenin kurallarına göre yapılmasını, Arapça ve Farsça çokluklar yerine de Türkçe çokluk biçiminin kullanılmasını istiyordu: Zümre-i üdebâ yerine edipler zümresi, hayırlı âmâl yerine hayırlı ameller denilmeliydi. Hele hele Türkçede güvercin ve örümcek gibi sözler dururken kebuter ve ankebut demenin hiç gereği yoktu.
Türk sözlükçülük tarihinde önemli bir yeri olan Şemsettin Sami de Türkçenin sadeleşmesi üzerine çalışmış, yazılarında bu konuyu önemle işlemiştir. Şemsettin Sami, 1303’te bu konuda ilk eser olan Lisan’ı yayımlamıştır. Dil konusunda düşüncelerini ortaya atmadan önce çıkarmaya başladığı Sabah gazetesinde 12 Sefer 1293 (1876) günlü ilk sayısında gazetenin dili üzerine şunları yazar:
“Şürût-ı lâzımeyi cami olan bir gazeteden olunacak istifadenin umûmî olması iki şeye mütevakkıftır: Birincisi herkesin anlayabileceği bir lisanla ve usanç vermeyecek surette muhtasar yazılmak; ikincisi herkesin sühuletle alacak kadar ucuz olmak.”
Dil konusundaki asıl düşüncelerini Hafta dergisinde açıklamaya başlayan Şemsettin Sami, konuşulan dilin adı üzerinde de durur:
“Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi ‘Türk’ ve söyledikleri lisanın ismi dahi ‘lisân-ı Türkî’dir. Cühelâ-yı avâm indinde mezmûm addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim, intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir.”
Şemsettin Sami, Türk adının “Adriyatik denizi sevahilinden Çin hududuna ve Sibirya’nın iç taraflarına kadar münteşir olan bir ümmet-i azîmenin unvanıdır.” diyerek Türk dünyasının sınırlarını belirtir. Arapça vakit ile Türkçe çağ sözlerinin bir değerlendirmesini yapan Şemsettin Sami, dilimizin şivesine çağ sözünün vakit sözünden daha uygun olduğunu ve kulağımıza daha mülâyim geldiğini yazarak kendi eski hırkası ile süslenmek, iğreti hırka istemekten daha iyidir anlamındaki bir Farsça beyitle yazısını bitirir (Levend 1972: 134).
Bu dönemde dil ile ilgili tartışmaların yanı sıra yazı ile ilgili tartışmaların da yapıldığını görmekteyiz. Arap yazısının Türkçeyi ifade etmekteki yetersizliğine ilk kez değinen Münif Efendi (sonradan Paşa)’dir. 12 Mayıs 1862 günü kurucu üyesi olduğu Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’de bir konuşma yapan Münif Paşa Arap yazısıyla Türkçe yazmanın zorluklarına değinmiş ve ÊË« yazılışının üç, „—u½ yazılışının ise altı farklı okunuş biçimi bulunduğunu söylemiştir. Avrupa’da en fazla otuz-kırk harfle kitap, gazete, dergi basılırken, Osmanlı yazısıyla bir kitap basılabilmesi için hat türlerine göre sayısı yüzlerle ifade edilen harflere, şekillere ihtiyaç olduğunu söyler. Söz gelimi nesih hattıyla bir kitabı dizmek için 500 harf ve şekil gerekmektedir. Talik yazısıyla bir kitabı dizebilmek için ise bunun birkaç katı işarete, harfe ihtiyaç vardır. Münif Paşa sıraladığı zorluklardan sonra çözüm için iki öneride bulunur. Birinci öneri Arap harflerinin harekeli olarak yazılmasıdır. Harekeli yazının zorluklarını da dile getiren Münif Paşa, asıl önerisinin harfleri bitiştirmeden yazmak olduğunu söyler. Lâtin alfabesinde olduğu gibi Arap alfabesindeki harfleri birbirine bitiştirmeden yazmanın sorunu çözeceğini belirtir (Şimşir 1992: 20-21). Bu düşünce daha sonra Enver Paşa tarafından önerilecek, hatta bir yazı düzeni de geliştirilecektir.
Türk dünyasında kullanılan alfabenin ıslahı üzerine ilk ciddî girişim Azerbaycan’dan gelir. Mirza Fethali Ahundzade 1863’te İstanbul’a gelerek alfabe üzerine hazırladığı çalışmayı Sadaret makamına verir. Mirza Fethali Ahundzade’nin tasarısı buradan Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’ye gönderilir. Mirza Fethali Ahundzade, Cemiyet başkanı Münif Efendinin çağrısı üzerine Cemiyette bir konferans verir. Bir hafta sonra Mirza Fethali Ahundov’un yokluğunda toplanan Cemiyet, Arap harflerinin Türkçeyi yazmaya elverişli olmadığı, düzeltilmesi gerektiği yolunda karar almıştır. Ancak Sadaret makamına gönderilecek olan 6 Ağustos 1863 tarihli yazıda Mirza Fethali Ahundov’un önerisinin kabul edilemez olduğu belirtilecektir (Şimşir 1992: 22).
Yazı sorununa Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavî gibi Tanzimat aydınları da katılmışlardır. Şinasi, Arap harflerinin basımda yaşattığı güçlükler karşısında yeni harfler ve noktalama işaretleri döktürtmüş, uyguladığı sistemle baskı sisteminde yaklaşık 400 olan işaretleri 112’ye indirmişti. Ali Suavî Ulûm gazetesindeki yazılarında Arap alfabesinin kusurlarına değinmişti. Namık Kemal de alfabe sorununa değinmiştir. Ancak Şinasi de, Ali Suavî de, Namık Kemal de alfabenin değiştirilerek Lâtin yazısının kabulünü hiç düşünmemişlerdir (Şimşir 1992: 23). Hatta alfabe konusunda İran Elçisi Melkum Han ile tartışmaya girişen Namık Kemal, Lâtin harflerinin alınmasına karşı olduğunu yazmıştır. Başka yazarların da yazılarıyla katılmalarıyla tartışma genişlemiştir. Tartışmalar izleyen dönemlerde de sürecektir.
Meşrutiyet döneminde Türkçenin ağızları
Osmanlı devletinin son dönemlerinde başlayan dil tartışmaları, gerçekte yüzyıllardır yaşanan bir sorunla Türk aydınlarının yüzleşmesidir. Osmanlı devletinde dil sorunu ilk defa en ciddî biçimde, Kanun-ı Esasî’nin hazırlanışında ve Heyet-i Mebusan’da (Birinci Meclis-i Mebusan) resmî makamların gündemine gelmişti. Devletin bünyesine yeni bir kurum olarak katılacak Heyet-i Mebusan, ülkenin değişik yörelerinden gelecek mebuslardan oluşacaktı. Üç kıtaya yayılmış bulunan Memalik-i Devlet-i Osmaniye’nin farklı uluslardan oluşan tebaasını temsil edecek bu mecliste farklı dilleri konuşan insanların bulunacağı muhakkaktı. Farklı dilleri konuşan mebusların mecliste nasıl anlaşacağı, yasama işlevini hangi dille yerine getirecekleri önemli bir sorundu. Bu nedenle, Kanun-ı Esasî hazırlanırken 18. ve 68. maddeler devletin diline ayrıldı. Kanun-ı Esasî’nin 18. maddesinde “Tebaa-i Osmâniyenin hidemât-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.” (Kili 1982: 11) denilerek hem devletin resmî dilinin Türkçe olduğu belirtiliyor, hem de devlet kadrolarında görev alacak kişilere Türkçe bilme şartı getiriliyordu. Heyet-i Mebusan’a kimlerin seçilemeyeceği de 68. maddede sıralanırken “...salisen Türkçe bilmeyen...mebus olamaz” denilmektedir (Kili 1982: 18). Bu maddenin son cümlesi, dört yıl sonra yapılacak seçimlerde mebus olabilmek için Türkçe okumak ve yazmak şartı aranacağı şu cümleyle belirtilir “Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır.” (Kili 1982: 18).
Heyet-i Mebusan işte bu ortamda açılır. Ancak, daha ilk günden dil sorunu bu defa farklı bir boyutuyla ortaya çıkar. Osmanlı devletinin değişik bölgelerinden gelen mebuslar Türkçe konuşmaktadır, ama her mebus kendi yöresinin ağzıyla hitap etmektedir. Konuşulanlar anlaşılamamakta, mebuslar birbirinin konuşmasını alaya almaktadır. En zor durumda kalanlar da toplantı tutanağını tutmakla görevli kâtiplerdir. Kâtipler konuşulanları anlayamadıkları için Ahmet Midhat Efendi, mebusların sözlerini yazı diline çevirerek tutanak tutmakla görevlendirilir. Tartışmaların çok şiddetli geçtiği oturumlardan birinde mebusların konuşmalarını tutanağa geçen Ahmet Midhat Efendi, bu zor işe daha fazla dayanamayarak bayılır. Bunun üzerine toplantıya ara verilir. İstanbul sokaklarında da durum farksızdır. İstanbul’da yaşayan halk, İstanbul dışından gelen mebusların konuşmalarıyla; mebuslar da İstanbulluların konuşmalarıyla alay etmektedir (Karal 1994: 61). Devletin ileri gelenleri ilk defa böylesine bir dil sorunuyla karşı karşıya kalmışlardır.
Heyet-i (Meclis-i) Mebusan’ın kapatılmasından sonra sansürün uygulandığı İstibdat dönemi başladı. Pek çok konunun ele alınması yasaklandığı için yönetimin tehlikeli saymadığı dil ve alfabe konusu en fazla tartışılan konular oldu. Basında daha önce ve daha sonraları örneği görülmeyen ve görülmeyecek olan tartışmalar başladı. Tercüman-ı Hakikat, Ceride-i Havadis ve Vakit gazeteleri iki yıl süresince bu konulardaki tartışmalara yer verdi. Tartışmaya katılanlar arasında Recaizade Ekrem’den Ahmet Mithat Efendiye, Hacı İbrahim Efendiye kadar pek çok kişi bulunuyordu. Lâtin harflerinin alınmasına karşı görüşler ileri sürecek olan Hacı İbrahim Efendi, düşüncelerini Tarik gazetesindeki yazılarıyla dile getiriyordu. Türkçenin sadeleşmesi konusunda Arapça ve Farsça sözlerin tasfiyesine karşı çıkan Hacı İbrahim Efendi ünlü “vav harfi” tartışmasının çıkmasına da yol açmıştı (Levend 1972: 135). Tartışmalara Sultan Abdülhamit de katılmıştı, ancak Sultan Abdülhamit’in düşüncesi farklıydı. Sultan Abdülhamit, Arapçanın resmî dil olmasını bile bir zamanlar teklif etmişti:
“Arapça güzel lisandır, keşke eskiden resmî dil Arapça kabul olunsa idi. Hayrettin Paşanın sadrazamlığı zamanında Arapçanın resmî dil olmasını ben teklif ettim. O zaman Sait Paşa başkâtip idi, direndi. ‘Sonra Türklük kalmaz’ dedi. O da boş lâf idi. Neden kalmasın ? Aksine Araplarla daha sıkı bağlantı olurdu...”
Bu dönemde yapılan dil tartışmaları resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi, alfabenin düzenlenmesi, Türkçenin Arapça ve Farsça unsurlardan temizlenerek bağımsız bir dil durumuna getirilmesi konularında yoğunlaşmıştı. Sadrazam Sait Paşa, resmî yazışma dilinin yalnız yazarların tartışmalarıyla düzenlenemeyeceğini, bu konuda hükûmetçe gayret gösterilmesi gerektiğini öne sürerek uzun cümlelerin kısaltılmasını, gereksiz edat ve deyimlerin bırakılmasını buyurmuştu (Karal 1994: 62).
Tartışmalar sırasında Türkçecileri suçlayanlar, teknolojik gelişmeyle elde edilen buluşlara yeni ad vermek için dilin sadeleştirilmesini kabul etmiyorlar, yeni buluşlara Avrupalıların Yunanca veya Lâtinceden sözler aktarmaları gibi bizim de Arapçadan sözler alabileceğimizi söylüyorlardı. Lâstik Sait, özellikle Hacı İbrahim Efendinin dili dine peşkeş çekmesine ve “Arapça olmadan diyanet olmaz” sözüne 12 Ramazan 1299 günlü Tercüman-ı Hakikat gazetesinin 1115. sayısında şöyle karşılık veriyordu:
“İslâm dini bize Tanrıdan geldi... Hiç Arapça bilmeyen Boşnak ve Arnavutlar da Müslümandır. Din ve iman denilen manevî keyfiyet, dil denilen şeyden tamamen ayrıdır. Düşmana göğüslerini geren bunca Müslüman çocuğu Arapça kuvvetiyle mi savaştılar ?”
Bu tartışmalar içerisinde dil konusunu uluslaşma açısından ele alan ilk aydınlardan biri de Ahmet Rıza’dır. Ahmet Rıza, bir ulusun varlığı ve devamının, dilinin oluşmasına ve yaşamasına bağlı olduğu görüşünü ileri sürer. Türklerin Arapça ve Farsça öğrenmekten bilim öğrenmeye vakit bulamadığını da belirten Ahmet Rıza, bu yüzden yüksek okuldan diploma alarak çıkan pala bıyık bir Türkün bilgisinin Avrupa’da on beş yaşındaki bir çocuğun bilgisi düzeyinde olmadığını söyler (Karal 1994: 69).
Servet-i Fünun Edebiyatında Türkçe
Haftalık Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan genç kuşağın oluşturduğu topluluk, o zamanki anlayışla sanat için sanat yapmak düşüncesindeydiler. İnce bir zevk ve düzgün bir teknikle güzeli aramaya başlayan Servet-i Fünuncular, bu sanat için bir başka üslûba, bir başka dile gerek duymaktaydılar. Düz yazıda Halit Ziya Uşaklıgil, şiirde ise Tevfik Fikret Servet-i Fünun dilinin ustası oldular. Servet-i Fünuncuların dilde meydana getirdikleri özellikler şöyle sıralanabilir:
1. Sözlüklerden pek çok eski sözü bulup dillerine aldılar. Bunların bir bölümü o dönemde yayılıp tutunurken, bir bölümü de tutunmadı. Cenap Şahabettin’in sözlüklerden bulup çıkardığı nahcîr ‘av’ sözü yaygınlaşmazken, garam, şegaf, tiraje gibi sözler o dönemde tutundu ve beğenilerek kullanıldı.
2. Arapça köklerden yeni türetmeler yaptılar: Kamer’den mukmir, şems’ten müşemmes, kevkeb’den mükevkeb...
3. Kimi bilim terimlerini edebî dile soktular: Şehik, imtisas, ke’s...
4. Eski sözlerden, hatta o zamana dek hiç kullanılmayan sözlerden yeni tamlamalar yaptılar: Havf-ı siyâh; inkisâr-ı hayâl...
5. Tamlamalarda değişikliği sağlamak için yeni birleşik sıfatlar (vasf-ı terkibî) yaptılar: Tehî-baht, ebed-zinde, semâ-karin...
6. O zamana dek dilimizde olmayan kimi deyimleri de Fransızcadan çevirerek dile yerleştirdiler: El sıkmak, dest-i izdivacı talep etmek, hayat yaşamak...
Servet-i Fünuncuların dile getirdikleri bu yenilikler bir gerekliliğin veya bir zorunluluğun eseri değil, bir heves ve bir isteğin ürünüydü.
Bu dönemde de dilde sadeleşme tartışmaları sürmüştür. Servet-i Fünuncuların dile getirdikleri yenilikler de tartışmalara yeni bir boyut getirmiştir. Servet-i Fünunculara karşı çıkanlar dili bozdukları suçlamasını getiriyorlardı. Şinasi ile birlikte başlayan sadeleşme hareketi, edebî dilde Servet-i Fünuncularla birlikte yeniden süslü ve özentili dile dönüşmeye başlamıştı. Servet-i Fünun hareketi aynı zamanda Edebiyat-ı Cedide ‘Yeni Edebiyat’ olarak da adlandırılıyordu ama kullandıkları dil yine eski dile, Arapça ve Farsça alıntılarla dolu dile dayanıyordu.
Tercüman-ı Hakikat’te Sadeliğe İltizam Edelim başlıklı bir yazı yazan Ahmet Midhat Efendinin düşüncesini destekleyenler olduğu gibi bu düşünceye karşı çıkanlar da oldu. Necip Asım, İkdam gazetesinde Ahmet Midhat Efendinin düşüncesini destekleyen yazılar yazarken; Müstecabizade İsmet de Musavver Malûmat’ta Ahmet Mithat Efendiye ve Necip Asım’a karşı gelen cevaplar veriyor, onları eleştiriyordu. Tartışmalar içerisinde Arapça ve Farsçanın Osmanlı Türkçesindeki yeri de ele alınmış, Arapçasız Türkçe olamayacağı görüşü İbnülemin Mahmut Kemal, Ali Kemal gibi yazarlarca dile getirilmiştir. Ahmet Midhat Efendi, Şemsettin Sami ve Necip Asım Servet-i Fünun döneminde Türkçecilik hareketini sürdürmüşlerdir.
Bu tartışmaları biraz da küçümseyerek izleyen Servet-i Fünuncuların ileri gelenlerinden Tevfik Fikret, 1 Nisan 1315 (1899) günlü Servet-i Fünun dergisinin 422. sayısında yayımlanan Tasfiye-i Lisân başlıklı yazısında şöyle yazar:
“... lisan nasıl tasfiye edilecek ? Osmanlıcanın yüzlerce seneden beri alışmış olduğumuz Arabî ve Farsî kelimelerini, terkiplerini kaldırarak yerine Türkçelerini koymak suretiyle mi ? Bu epeyce bir zaman için tevlîd-i garabet ü müşkilât etmekten başka bir şeye yaramaz... Şimdi ne yapacağız ? Sırf Türkçe mi yazacağız ? Zannetmem ki bu mümkün olsun; olsa bile hâlâ ihtilâfından şikâyet ettiğimiz lisân-ı tekellüm ile lisân-ı tahririmiz yine ittihat edemeyecektir, çünkü o zaman da yazacağımız Türkçe kelimeleri, tekellüm ettiğimiz lisandan değil, bize Arabî ve Farsîden daha uzak bir menba-ı metrûkten alacağız.”
Halit Ziya da Servet-i Fünun’un 428. sayısında Karilerime Mektuplar başlıklı yazısında sadeleşme çalışması sırasında Türkçesi bulunan Arapça, Farsça sözlerin dilden çıkarılması durumunda karşılaşılacak durumu şu sözlerle anlatıyor:
“Deniyor ki fazla lugat-ı Arabiye ve Farsiyeyi atalım. Meselâ ‘gök’ varken ‘sema’ niçin kalsın ? Semayı kaldırıyoruz., ‘semavât, sümüv, semavî’ bittabî beraber gidecek. Biraz münakkaş biraz müzeyyen bir cümle arasında ‘saharî-i semavât, sümüvv-i cenab, nazar-ı semavî’ diyemeyeceğiz ‘göklerin kırları, öz ululuğu, gök bakış’ diyeceğiz. Nahoş ! Fakat zarar yok madem ki ‘sema’yı ortadan kaldırdılar, yerine ‘gök’ diktiler, bu büyük muvaffakiyet sayılacak. Sonra ‘hava, rüzgâr, feza, esir, nesim, cev, felek’ için birer Türkçe mukabil bulunacak, bunları hep öğreneceğiz.”
Bu satırların yazarı Halit Ziya, yıllar sonra geçmişin bir değerlendirmesini yapacak ve düşüncelerini şöyle değiştirecektir:
“Süs merakı bize neler yaptırmış, ne manâsız, ne sebepsiz iptilâlara yol açmış ! Bugünün telâkkisiyle bunu izah etmek oldukça zor bir iş... ‘Bir mehd-i gaşy-aver-i hülya’, nigâh-ı müceffü müncemidiyle hadaret-i mütemevviceyi’, ‘zevk-ı bedayi-perestî-i sanatkârane’ ... sanki Türkçeden ne kadar uzaklaşılırsa o kadar hüner gösterilmiş olacak vehmiyle bu garibeleri icat etmek işte o zamanın bir illeti idi...”
Öte yandan İkdam gazetesinde yer alan kimi yazılarda dildeki Arapça, Farsça kökenli sözlerin atılarak yerlerine öz Türkçe sözler konulması yolunda yazılar yayımlanıyordu. Necip Asım da bu gazetede öz Türkçe sözlerle yazı yazmayı denemişti, ancak daha sonraki yazılarında tasfiyeci olmadığını açıklamak zorunda kalacaktı. Ziya Gökalp’a göre bu dönemdeki tasfiyecilerin önde gelen kişisi Fuat Raif (Köseraif) idi. Gökalp, tasfiyecilerin halk diline geçmiş Arapça, Farsça sözleri dilden çıkarma isteğinde olduğunu belirterek, bu düşüncenin lideri durumundaki Fuat Raif ile görüşmesini anlatır. Fuat Raif, halk diline geçmiş Arapça, Farsça kökenli sözlerin Türkçe sayılması görüşüne katılmakta, ancak edatların kullanılışında Türkçe kökenli edatların (eklerin) tercih edilmesi konusunda ısrar etmektedir. Fuat Raif Beye göre Türkçenin her türlü eki ile yeni kelimeler yapılabileceği gibi, Kırgızcadan, Özbekçeden, Tatarcadan alınacak eklerle yeni sözler türetilebileceği düşüncesindedir. Gerektiğinde yeni ekler de yaratılabilmelidir. Ziya Gökalp, bu düşünceler doğrultusunda, daha önce tasfiyecilik konusunda yazdığı yazıları düzeltmek gerektiğini belirtir. Ancak, Fuat Köseraif’in ve İkdam gazetesindeki aşırı özleştirmeci birkaç yazarın başını çektiği tasfiyecilik akımı tamamen başarısız olacaktır. Böylesine köklü ve kesin değişiklikler içeren girişimlerin vakti henüz gelmemişti.
Aynı dönemde, bir yanda sadeleşme, bir yanda tasfiyecilik, bir yanda Arapça, Farsça sözleri yaygın biçimde kullanma düşünceleri ileri sürülürken diğer yandan da Arapça ve Farsça alıntı sözlerin Türkçede kullanıldıkları biçimde değil de aslına uygun biçimlerde yazılması ve söylenmesi gerektiğinin savunulduğu bir başka düşünce daha ortaya çıkmıştı. ‘Fesahatçiler’ adıyla anılan bu düşüncedekiler, yıllardır Türkçede kullanılırken Türkçenin ses ve biçim özelliklerine uymuş sözlerin özgün biçimleriyle kullanılması gerektiğini yazılarında işliyorlardı. Fesahatçilere göre iştah dememeli iştiha denmeliydi. Beyhude yerine bihude, beynamaz yerine binamaz, tercüme yerine de terceme kullanılmalıydı. Fesahatçiler, bu tür kullanışları “galat” sayıyorlar, Arapça ve Farsça sözlerin asıllarında olduğu gibi kullanılmasını istiyorlardı. Fesahatçiler, alıntı sözlerin Türkçede kazandıkları anlamda kullanılmasına da karşıydı. Arapçada göz ucuyla bakmak anlamında kullanılan iltifat sözünün Türkçede kazandığı anlamla kullanılması fesahatçilere göre yanlıştı. Fesahatçilerin bu tavrını Ziya Gökalp şöyle anlatır: “İltifat kelimesi lisanımızda başka mânayadır denildi. ‘Öyle şey olmaz, Arapça Acemce kelimeler bizim lisanımızda kadim asaletlerini ve fesahatlerini muhafaza edeceklerdir. Avamın cehaletle yaptığı tahriflere galatat denilir. Bunların hepsini terk ederek kelimelerin fasih şekillerine rücu etmek lâzımdır’ diye cevap verildi.”
Bu tartışmaların sürdüğü bir ortamda, Mehmet Emin’in sade bir Türkçeyle yazdığı Cenge Giderken başlıklı şiiri büyük bir yankı yarattı. 1897 Yunan savaşı dolayısıyla yazılan bu şiir, edebiyatta olduğu kadar dilde de yeni bir akımın başlangıcı olacaktı:
Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur
Sinem özüm ateş ile doludur
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evlâdı evde durmaz giderim.
Mehmet Emin Yurdakul’un “Yurdumun koç yiğitlerine” diyerek Türk askerine ithaf ettiği bu şiir, daha sonraki yıllarda başlayacak olan Yeni Lisan hareketinin merkezi Selânik’te yayımlanan Asır gazetesinde çıkmıştı. Bu yepyeni bir gelişmeydi. Yıllardır tartışılan dil, ölçü, üslûp, deyiş gibi çeşitli sorunlar bir anda çözülmüştü. Arapça, Farsça tamlamalar, sözler olmadan Türkçe değil yazmak, konuşmak bile mümkün değildir diyenlere verilmiş bir karşılıktı. Düşünce açısından da yenilikler taşıyordu bu şiir: Osmanlılık düşüncesinin hâkim olduğu bir zamanda Mehmet Emin Yurdakul bu şiirinde Türklüğü ile övünüyordu.
Mehmet Emin Yurdakul’un bu şiiri edebiyat ve düşünce dünyasında övgüyle karşılandı. Şairin bu tarz şiirlerinin yer aldığı Türkçe Şiirler adlı kitabı 1900 yılında çıktı. Bu şiir tarzını örnek alan pek çok şiir yayımlandı. Kırım Türklerinin tanınmış aydını, yazarı ve düşünce adamı Gaspıralı İsmail Bey bile bu şiirden etkilenmiş ve Mehmet Emin’e kutlama yazısı yazmıştı. Gaspıralı İsmail Beyin, Mehmet Emin’e yazdığı yazıda şiirin dilini övüyor ve bütün Türk dünyasında anlaşılacak bir dil kullandığını belirtiyordu:
“Şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetle okuyacakları gibi, Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaklardır. Bu şerefe Nef’î ve Nabi nail olamadılar. Kırk elli milyonluk ve otuz asırlık bu âleme ilk önce bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki, size şeref bize saadettir.”
Dil üzerindeki bu tartışmaların ve Türkçe Şiirler’in etkisiyle Türkçülük akımı da gelişmeye başladı. Bu nedenle Türkçülük tarihinde Türkçecilik önemli bir yer tutar. Türkçülük hareketi önce dilde Türkçülük olarak kendisini gösterir. Osmanlı devletinde farklı uluslardan insanların yaşadığı bir dönemde Türkçülük hareketi başlamadan önce Türkçecilik hareketi başlamıştı.
Bir yandan da Türkçe üzerine çalışmalar artarak sürüyordu. Orhon bölgesinde bulunan yazıtların kimlerin eseri olduğu üzerine batıda araştırmalar yapılırken Danimarkalı Türkolog V. Thomsen, 1893’te yazıtların alfabesini çözmüş ve Orhon vadisindeki bu yazıtların Türklere ait olduğunu bilim dünyasına duyurmuştu. Yıllardır Arapçanın, Farsçanın etkisinde kalan ve avam dili diyerek hor görülen Türkçenin yazı dili tarihi birden bire 1200 yıl öncesine uzanmıştı. Türkçenin binlerce yıllık geçmişi olduğu artık yazılı kaynaklarla da ortaya çıkıyordu. Bu buluş, Türk aydınları arasında büyük ilgi uyandırdı. Türkçecilik ve Türkçülük hareketlerinin artarak gelişmesini sağladı.
Türk aydınları üzerinde etkisi olan Şeyh Cemalettin Afganî, ırkı tıpkı Alman filologları gibi dil birliği ile tanımlıyordu. Bu bakımdan da dile, dil zenginliğine ve dil temizliğine, yani terimlerin sözlerin tamam olmasına ve aynı zamanda dilin bütün bireylerce anlaşılacak biçimde olmasına önem veriyordu. Afganî, insanın dinini değiştirebileceğini, ama ana dilini ve ırkını değiştiremeyeceğini söylüyor, bu yüzden de dili ırk ile birlikte baş sıraya yerleştiriyordu. 1897’de İstanbul’da ölen Şeyh Cemalettin Afganî ırk bütünlüğünün korunmasını dil birliğinin korunmasına bağlıyordu:
“Lisansız cemiyet olmaz, bütün sosyal tabakalar ve sınıfların ifade ve istifadesini temin etmeyince de bir lisan meydana gelmez... İnsanı birbirine bağlayan iki bağ vardır: Biri dil birliği, diğer bir deyimle ırk birliği, ikincisi din. Dil birliğinin, yani ırk birliğinin dünyada beka ve sebatı hiç şüphe yoktur ki dinden daha devamlıdır. Çünkü az bir zamanda değişmez. Hâlbuki tek bir dil konuşan ırkı görürüz ki bin yıllık bir müddet zarfında dil birliğinden ibaret olan ırka bir bozulma söz konusu olmadığı hâlde, iki üç defa din değiştiriyor... Belirli bir ırka mensup olan çeşitli tabakaların ifade ve istifadesini temin edemeyen bir dil, o ırkın bütünlüğünü koruyamaz.”
Şeyh Cemalettin Afganî, ırk esası üzerine kurulacak birliklerin yapmaları gereken ilk işin dillerin genişletilmesi, zenginleştirilmesi olduğunu belirtmektedir. Ana dilinin geliştirilmesi, genişletilmesi işinin bilginlerin görevi olduğuna değinen Afganî, dilin yeterli olmaması durumunda başka dillerden söz alabileceğini, ancak gerekli sözlerin alınması gerektiğini söyler. Bu durumda Afganî’nin bir de şartı vardır: “... kelimeleri kendi dillerinin kisvesine sarmak şarttır; o kadar ki yabancı oldukları anlaşılmasın...”. Afganî’nin dil konusundaki bu görüşlerinden etkilenen kişilerden biri de Mehmet Emin Beydir. Mehmet Emin Yurdakul, genç yaşlardayken, Şeyh Cemalettin Afganî’nin Nişantaşı’ndaki konağına sık gidip geldiği bilinmektedir.
Türkçecilik ve Türkçülük akımının ilk temsilcilerinden Necip Asım (Yazıksız) Bey, dil ve tarih alanlarındaki çalışmalarını Orhon yazıtları ve bu yazıtlarda kullanılan yazı üzerine yoğunlaştırdı. 1895’te Ural-Altay Lisanları adlı eserini, 1897’de de En Eski Türk Yazısı adlı eserini yayımladı. Necip Asım’ım Orhon yazıtlarıyla ilgili eseri, daha sonra 1914’te yayımlanacaktır. Osmanlıdan önceki Türk tarihini ele alan ve inceleyen Türk Tarihi adlı eseri de 1898’de yayımlanmıştır. Necip Asım Bey, bu çalışmalarının yanı sıra Türkçenin Arapça ve Farsça etkisinden kurtulması gerektiğini daima dile getirdi.
1882-1883’te Kamus-ı Fransevî’yi, 1888-1899 yıllarında da Kamusü’l-âlâm’ı yayımlayan Şemsettin Sami, hazırladığı büyük sözlüğe Kamus-ı Türkî adını vermişti. 1899-1901 yıllarında yayımlanan Kamus-ı Türkî, Osmanlı devletinde konuşulan dilin adının Türkçe olduğu, sözlüğünün de adının Türkçe olması gerektiğini vurguluyordu. Türkçenin Osmanlıdan önce de var olduğu, köklerinin derinlere uzandığı sözlüğün girişinde belirtiliyor, Arapça ve Farsça yerine Çağataycadan alınacak sözlerle Türkçenin daha da zenginleşeceği işleniyordu.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte Türk dili üzerine çalışmalar daha da yoğunlaştı. Bu arada yaşanan siyasî olaylar, Türk aydınlarının gelecek konusundaki düşüncelerinin de şekillenmesini sağlıyordu. Müslüman olmayan halklardan sonra, Müslüman olan Arap ve Arnavutların da ayaklanmaları; Türk aydınları arasında önce Osmanlıcılık, sonra da İslâmcılık düşüncelerinin zayıflamasını, Türkçülük düşüncesinin güçlenmesini, artmasını sağlıyordu. İttihat ve Terakki hareketi içerisinde yer alan aydınların çoğunluğu Türkçeci idi. İttihat ve Terakki Partisinde Türkçecilik eğiliminin güçlü olması, kendisini ilköğretimde Türkçenin zorunlu dil olarak okutulması kararında gösterdi. Türk olmayan halkların yaşadığı bölgelerde Türkçenin yanı sıra başka diller de okutulabilecekti. Ancak bu karar, Türk olmayan halkların memnuniyetsizliği ile karşılaştı.
1909 yılının Kasım ayında Adliye Nezareti, mahkemelerde Türkçe kullanılmasını isteyince Arap vilâyetlerinde direnmeler başladı. Meclis-i Mebusan’da konu gündeme geldiğinde, mahkemelerde Türkçenin kullanılması bir yana, hâkimlerin bulundukları yörelerde konuşulan dilleri öğrenmesi bile önerildi.
Böyle bir ortamda, Türkçecilik hareketi daha örgütlü, daha sistemli, daha bilimsel ve her şeyden önemlisi daha kararlı atılımlarla gelişmeye başladı.
Yeni Gazete bürosunda toplanan Necip Asım, Ahmet Midhat, Emrullah, Darülfünun Riyaziye Şubesi Müdürü Agop Boyacıyan, Mülkiye Mektebi Müdürü Celâl, Celâl Korkmazof, Ahmet Hikmet, Rıza Tevfik, Bursalı Tahir, Ferit, Fuat Köseraif, Harbiye Mektebi Rusça öğretmeni Musa, Velet Çelebi, Orenburg Vakit gazetesi muhabiri Yusuf Beyler, 1908 yılının sonlarında Türk Derneğinin temellerini attılar. Derneğin kuruluşundan sonra bu isimlere Mehmet Emin, Gaspıralı İsmail, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyin Cahit, Köprülüzade Mehmet Fuat, Hüseyinzade Ali, Fuat Sabit, Ispartalı Hakkı Beyler de eklendi.
Derneğin 25 Aralık 1908 tarihinde yayımlanan “nizamnamesi”nin ikinci maddesinde amaç şu şekilde açıklanıyordu: Cemiyetin amacı, Türk diye anılan bütün Türk kavimlerinin mazi ve hâldeki eserlerini, işlerini, durumlarını ve muhitini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak, yani Türklerin eski eserlerini, tarihini, dillerini, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnolojisini, sosyal durumlarını ve mevcut medeniyetlerini, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim dili olabilecek şekilde geniş ve medeniyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak ve imlâsını ona göre incelemektir.
Dernek kurucuları, çıkardıkları Türk Derneği dergisinin başında yayımladıkları “beyanname” ile amaçlarını kamuoyuna duyurdular. Beyannamedeki ana düşünceler şunlardı:
1. Osmanlı Türkçesini bütün Osmanlılar arasında konuşulan millî bir dil hâline getirmek ve bütün Osmanlıları aynı kutsal amaç etrafında toplamak.
2. Arapça, Farsça sözlerin bütün Osmanlılar tarafından anlaşılması için yaygınlaşanları seçerek sade bir Osmanlı Türkçesi meydana getirmek.
3. Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişteki ve günümüzdeki tüm hâllerini öğrenmek, öğretmek ve bütün dünyaya yaymak; Osmanlı Türkçesinin açık, sade, güzel ve bilim dili olabilecek surette ve uygarlığa elverişli bir düzeye gelmesine çalışmak, imlâsını buna göre düşünmek.
4. Türk dili üzerinde derlemeler yapmak.
Derneğin Türk dili hakkındaki düşünceleri beyannamenin 9. maddesinde aynen şöyle açıklanmaktadır:
“Osmanlı lisanının Arabî ve Farsî lisanlarından ettiği istifade gayr-ı münker bulunduğundan ve Osmanlı Türkçesini bu muhterem lisanlardan tecrit etmek hiçbir Osmanlının hayalinden bile geçmeyeceğinden Türk Derneği, Arabî ve Farsî kelimelerini bütün Osmanlılar tarafından kemal-i sühuletle anlaşılacak vechile şayi olmuşlarından intihap edecek ve binaenaleyh mezkûr Derneğin yazacağı eserlerde kullanacağı lisan en sade Osmanlı Türkçesi olacaktır.”
Türkçecilik düşüncesinin bu dönemdeki en etkili ve sonuç verici girişimlerinden biri de Selânik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisi çevresinde toplanan genç yazarların ve genç aydınların başlattıkları Yeni Lisan hareketidir. Genç Kalemler dergisi, 11 Nisan 1911’de Ali Canip ve Ömer Seyfettin’in öncülüğünde Selânik’te yayımlanmaya başlamıştır. Selânik, öteden beri Türk kültür ve düşünce hayatında yeri olan bir merkezdi. Burada 1905’te çıkan Çocuk Bahçesi, başlangıçta bir okul dergisi iken Ali Ulvî, Âkil Koyuncu, Celâl Sahir ve takma adla yazı ve şiir yazan pek çok kişi ile birlikte giderek bir edebiyat dergisi kimliğine bürünmüştü. 1910 yılında Selânik’te yeni bir dergi yayımlanmaya başlamıştı: Hüsün ve Şiir. Sadece sekiz sayı yayımlanabilen Hüsün ve Şiir, dili açısından bir bilince sahip değildi. Dergide Ali Canip başyazı yazıyordu. Ali Canip, derginin adını beğenmediğini ve değiştirmeye karar verdiğini hatıralarında şu satırlarla anlatıyor: “Ben bu Hüsün ve Şiir unvanını beğenmiyorum. Arkadaşlara bunu değiştirelim; yalnız hüsün ve şiirden mi bahsedeceğiz ? Hiç ilmî makale yazmayacak mıyız ? diyordum. Bunun üzerine değiştiriyoruz ve Genç Kalemler koyuyoruz.”. Derginin sorumlu müdürlüğüne İttihat ve Terakki Umumî Merkezi kâtibi Nesimî Sarım getirilir ve böylece derginin yayın hayatında yeni bir döneme girilirken, Türkçecilik tarihinde de yeni bir dönem başlamaktadır.
Derginin, kendi ifadeleriyle gazetenin, ilk sayısında Müdiriyet imzasıyla yayımlanan yazıda Hüsün ve Şiir’in devamı olduğu şu sözlerle anlatılır:
“Bugün birinci nüshasını okuduğunuz Genç Kalemler evvelce intişar eden Hüsün ve Şiir’in bir şekl-i mütekâmilinden başka bir şey değildir. Evet, gazetemizin heyet-i tahririyyesi sizin evvelce tanıdığınız gençlerdir. Onlar düşündüler ki Hüsün ve Şiir namı yalnız ihtisasata müteallik mevadda taallûk ediyor, hâlbuki maksatları yalnız bu değildi; Hüsün ve Şiir’in şümûl-i manâsından maada mahsulât-ı fikriyye de gazetelerinde geniş bir mevkii haizdi. Binaenaleyh risalenin ismini değiştirdiler. Ona Genç Kalemler dediler.”
Başlangıçta Genç Kalemler dergisinde kullanılan dil, o dönemde kullanılan dilden farksızdır. Arapça ve Farsça sözler, tamlamalar dikkati çekmektedir. Derginin birinci cildinin dördüncü sayısında Kâzım Nami’nin Türkçe mi Osmanlıca mı ? başlıklı yazısı yayımlanır. Bu yazıda Kâzım Nami, kullandığımız dilin adını sorgulamakta, bunu anlamak için önce dilin aslını aramak gerektiğine değinmektedir:
“Söylediğimiz dile Türkçe mi, yoksa Osmanlıca mı demek lâzımdır. Bunu anlamak için lisanımızın aslını aramamız iktiza ediyor. Bazıları bu lisanı Türkçe, Arapça ve Farsçadan mürekkep bir lisan olmak üzere göstermek istiyorlarsa da bu iddia fikrimizce muvafık değildir. Dilimizin aslı Türkçedir. Bugün Osmanlılardan gayrı olan Türklerin söylediği dil ile bizim dilimiz arasında şayan-ı dikkat farklar varsa da bunlar, lisanın aslına tesir edecek mahiyeti haiz değildirler. Osmanlı Türkleri bugün Bahr-ı Sefidden Bahr-i Muhit-i Kebire kadar Avrupa ve Afrika’nın bir kısmıyla bütün Asya’nın şimal ve vasatında yaşayan aile-i azime-i Turaniyyedendirler. Tarihin idad ettiği bir çok tekebbülat-ı şuun dolayısıyla muhtelif tecellilerle zuhur eden bu kavmin, ırkî ve lisanî ihtilâtat ile muhtelif kısımlar göstermesi hiçbir vakit asıllarını büsbütün kaybedecek kadar yekdiğerinden ayrılmış olmalarını icap etmez.”
Kâzım Nami, yazısında ‘Osmanlı dili’ diye bir dilin olmadığını ve dilin sadeleştirilmesi durumunda Türkçeciliğin daha açık bir biçimde ortaya çıkacağını, böylece kullanılan dile Osmanlıca diyenlerin de cesaretinin kırılacağını belirterek yazısını şu sözlerle bitirir:
“Dilimiz Türkçedir; bütün Türk lehçeleriyle mukayese ederken buna Osmanlı Türkçesi deriz. Nitekim Uygurların söylediği Türkçeye Uygur Türkçesi, Azerbaycanlıların söylediğine yanlış, fakat yerleşmiş bir tabir ile Çağatay Türkçesi diyoruz.”
Derginin birinci cildi altıncı sayının yayımlanmasıyla sona erer. Genç Kalemler dergisinin ikinci cildinin 29 Mart 1327 tarihli ilk sayısında imza yerinde büyük bir soru işareti bulunan Yeni Lisan başlıklı bir yazı yer almaktadır. Gazetenin adının hemen üzerinde ise “Yeni lisanın tamimine hizmet eder” sözü yer almaktadır.
Ömer Seyfettin tarafından yazıldığı bilinen bu yazıda önce eski dil üzerinde durulmaktadır:
“Eski Lisan: Nedir ? Asla konuşulmayan, Lâtince ve İbranice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taallük eden bir şey !... Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz Asya’dan Garba, Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyat bize Arabî ve Farisî öğretmiş. Hatta bir zamanlar resmî lisanımız Farisî olduğu gibi, bir padişahımız da Arapçayı bize umumî ve millî bir lisan olarak kabul ettirmeye kalkışmış. Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî bir çok kelimeler lisanımıza girmiş. Bunun katiyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün-i fikrî Arabî ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini kaybetmiş. Tabiata muhalif ve son derece sun’î bir hâl kesp etmiş. Fakat nasılsa yine aslını, esası olan fiiller ve sigaların istiklâlini muhafaza etmiştir. İşte bu istiklâldir ki bugün bize Türkçeyi tekrar eski safiyet ve sühuletine, tabiîliğine irca etmek ümidini veriyor.”
Yazıda edebiyatımızdaki akımların diline değinilerek bu edebî eserlerde kullanılan dil eleştirilmekte, kullanılan dilin halk tarafından anlaşılmaz oluşu yüzünden çoğunluğun edebiyata, kültüre ve bilimlere kayıtsız kaldığı yazılmaktadır. Bu yüzden kitaplar satılmamakta, otuz milyonluk bir ülkede en büyük gazete bile otuz bin basılmamaktadır. Dilde yapılması gereken değişiklikler nelerdir, Yeni Lisan hangi esaslara göre kurulacaktır ? Bu soruların cevabı da bu ilk yazıdan başlayarak verilmiştir:
“Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz zinetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya, yahut icat etmiş olacağız.”
Aynı yazıda Yeni Lisan’ın bir tasfiyecilik hareketi olmadığına değinilmektedir. Beş yüzyıldan beri kullanılan Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri ve aruz veznini terk etmenin mümkün olmadığı belirtilmekte, Mehmet Emin’in hece vezniyle yazdığı şiirleri hiçbir şairin kabul edemeyeceği yazılmaktadır.
Yeni Lisan’da tamlamaların Türkçe kurallara göre kurulmasıyla, Arapça, Farsça gereksiz sözler kendiliklerinden Türkçeden ‘savuşacak’lardır. Ancak “ilmî, fennî ve edebî ıstılahlara” şimdilik dokunulmayacaktır. Bu terimler birer söz gibi kabul edilecektir. Tamlamalarla ilgili ilkeler şu şekilde sıralanmıştır:
Arapça ve Farsça kurallarla yapılan fevkalâde, hıfzısıhha, darbımesel, sevkitabiî gibi tamlamalar dışındaki bütün tamlamalar bırakılacaktır.
Türkçe çokluk ekinden başka ecnebî çokluk ekleri, edatları kullanılmayacaktır. Kâinat, inşaat, maâliyat, ahlâk, Müslüman gibi klişe biçimindeki çokluklar kalacaktır.
Türkçeleşmiş olan ama, şayet, şey, keşke, lâkin, naşi, heman, hem, henüz, bari, yani gibi edatlar dışındaki eya, ecil, ez, min, an, ender, bâ, berây, bî, nâ, ter, çe, çend, zihî, alâ, fî, keenne, gâh, kâr, gîn, âsâ, veş, ver, nâk, yâr gibi diğer Arapça ve Farsça edatlar bırakılacaktır.
Yeni Lisan’ın özellikleri için bu yazıda anılan diğer ilkeler şunlardır:
Alıntı sözlerde Türkçenin yapısını bozan Arapça ve Farsça dil kurallarına aldırış edilmeyecektir.
Türkçede kalacak Arapça ve Farsça sözlerin yazılış biçimlerinin “dinî bir taassupla muhafaza edileceği” belirtilirken Türkçe kökenli sözlerde benzerlikten dolayı şaşırtmacalara son vermek için “huruf-ı imlâ”nın kullanılacağı kaydedilmektedir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan amacın “millî bir lisan, millî bir edebiyat vücuda getirmek” olduğuna değinilmekte ve genç kuşaklara şöyle seslenilmektedir: “Ey gençler ! Hepiniz yeni lisanı ihya ve icada çalışınız. Zekânızı, maharetinizi dünküleri körü körüne taklide değil yeni lisanı vaz ve tesise sarf ediniz. Yazdığınızı herkes anlarsa, severse; kitaplarınız çok satılacak, zengin olacak, sa’yinizin mükâfatını göreceksiniz...”
Osmanlı Türkçesinde kullanılan Arapça ve Frasça dil bilgisi kurallarının kullanımına son verilmesi ve konuşma dilinde Türkçe karşılığı bulunan Arapça ve Farsça sözlerin dilden ayıklanması çağrısında bulundular. Diğer yandan bütün Arapça ve Farsça kökenli ortak sözlerin ayıklanmasını isteyen tasfiyecilerin görüşlerini de reddediyorlardı. Eski Türkçe kökenli sözlerin canlandırılması, diğer Türk lehçelerinden sözler alınması, Türkçe köklerden yapay yeni sözler türetilmesine de karşı çıkıyorlardı.
Genç Kalemler dergisinin izleyen sayılarında da Yeni Lisan yazı dizisi olarak sürmüştür. Bu yazıların bir bölümü imza yerinde “?” ile, bir bölümü de “Genç Kalemler Tahrir Heyeti” imzasıyla yayımlanmıştır. Bu yazıların büyük bir bölümü Ömer Seyfettin tarafından, bir bölümü de Ali Canip, Ziya Gökalp tarafından yazılmıştır. Bu yazılarda dilin adı, kökeni, eskiliği; Arapça, Farsça kökenli sözler ve dil bilgisi kuralları, imlâ gibi konular üzerinde durulmuştur.
Dergi, “Yeni Lisan” ile ilgili ilkeleri bu şekilde ortaya koyarken, bu ilkelere uygun yazı ve şiirlere de yer vermeye başlamıştır. İkinci cildin birinci sayısında H. Hüsnü’nün, Ömer Seyfettin’in yazıları “Yeni Lisanla” notu ile yayımlanmıştır. Yeni Lisan ilkelerine uymayan kimi şiir ve yazılar için de “Yeni Lisandan Evvel” açıklaması yapılmıştır.
Genç Kalemler dergisiyle başlayan Yeni Lisan hareketi bir anda kültür ve düşünce dünyamızı etkiledi. Özellikle Balkanlarda yayımlanan gazete ve dergilerde yer alan yazı ve şiirler sade bir Türkçe ile çıkmaya başladı. Ancak, Selânik’te başlayan Yeni Lisan ve Millî Edebiyat hareketi yeni bir tartışmayı da başlatmıştı.
Köprülüzade Mehmet Fuat Servet-i Fünun’da yazdığı yazıda dilin gelişme çizgisini çizenlerin büyük yazarlar ve sanatçılar olduğunu belirtiyor, Ahmet Haşim’in bir şiirini örnek göstererek Yeni Lisan taraftarlarının ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar şiirde geçen “ab” sözünü dilimizden çıkarmayı başaramayacaklarını yazıyordu.
Sonradan Türk Dili Tedkik Cemiyetinin (Türk Dil Kurumu) kurucuları arasında yer alacak olan Yakup Kadri, Rübab dergisinde yayımlanan Netayiç başlıklı yazısında Yeni Lisan hareketiyle şu sözlerle alay etmektedir:
“Yeni... Satıyorlar. Kaça ? Nasıl, Bilmiyorum fakat satıyorlar. İki yıldır gazetelerde ilânlarını görmediniz mi ? ‘Yeni lisan’, ‘yeni fikir’, ‘yeni hayat’...
Yalnız bir şey var, ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler, yalnız bir şey var ki tatbiki sizin için biraz güç olacak: ‘Yeni fikir’i kalıplı bir fes gibi başa giymek kolay, ‘yeni hayat’ı alafranga bir elbise gibi sırta almak kolay, fakat ‘yeni lisan’... Yeni lisan sizin için muhakkak kullanılması pek güç bir zinet olacaktır... Dilimizi irsî, kisbî bütün itiyatlarından tecrit edeceksiniz, yeni lehçeniz olacak. Meselâ ‘millet’ kelimesi bilmem nasıl bir istihale ile ‘budun’a inkılâp edecek, ‘yaşasın millet’ diyemeyeceksiniz ‘yaşasın budun’ diyeceksiniz...
Biz Osmanlıyız ve bu Osmanlı lisanıdır. İstiyorlar ki biz Çağatay olalım ve Çağatayca söyleyelim. Hayır, bu kabil olmayacaktır. Hayır... Zavallı yenilik, zavallı bayramlık elbiselere benzeyen garip yenilik...”
Bu yazılara karşılıklar Kâzım Nami imzasıyla ve “Genç Kalemler Tahrir Heyeti” imzasıyla verilir. Tartışmaya daha sonra Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin Beyler de katılır. Özellikle Cenap Şahabettin alaycı ve küçültücü ifadeler kullanarak Yeni Lisancıları eleştiriyordu. Ali Canip, Cenap Şahabettin’in yazılarına karşılıklar verdi. Yeni Lisan hareketi üzerine yapılan bu tartışma Balkan savaşının çıkmasıyla sona erdi. Ancak, Genç Kalemler’in başlattığı Yeni Lisan akımı, Türkçenin sadeleşmesi yolunda önemli bir adım oldu. Dergide Yeni Lisan ilkelerine göre yazılan yazı ve şiirler, özellikle de Ömer Seyfettin’in eserleri, sade bir Türkçe ile her türlü edebî eserin yazılabileceği düşüncesini Türk aydınları arasında yaygınlaştırdı.
Genç Kalemler dergisinin başlattığı Yeni Lisan hareketinde yer alan ve eserlerinin bir bölümü 1920’den sonra yayımlanan Ziya Gökalp’ın dil ile ilgili düşüncelerini de bu bölümde ele almak gerekir. Genç Kalemler’in 5. sayısındaki Yeni Lisanın Güzelliği başlıklı yazısında dilde ikili bir şekilde kullanılan Türkçe, Arapça, Farsça kökenli sözlerle diğer ecnebî dillerden geçen sözlerin söyleyiş özelliklerini ele almıştır. Âlimlerin sözleri söyleyişleriyle, avamın bu sözleri söyleyişlerini karşılıklı olarak değerlendiren Gökalp, âlimlerin kangı, kanı, dürlü; ruze, nerdüban, kûşe; ebdal, suret, avret; bank, post, vapör biçiminde kullandığı sözleri avamın hangi, hani, türlü; oruç, merdiven, köşe; abdal, surat, avrat; banka, posta, vapur biçimlerinde kullandığını yazar. Avamın kullanışında bir uyum olduğunu belirten Ziya Gökalp yazısını şu satırlarla sonlandırır:
“Ahenkli kelimelerin, ahenksiz kelimelerden daha güzel olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Türkçe terkiplerin, cemlerin, edatların Arapça, Acemce terkiplerinden, cemlerinden edatlarından daha güzel olduğu da misallerle ispat edilebilir.
Kütüp – kitaplar, mekâtip – mektepler, lisan-ı millî – millî lisan, edebiyat-ı cedide – yeni edebiyat, kıymetdar – kıymetli, maddiyyun – maddeci. Yeni Türkçenin eski Türkçeden hem daha güzel, hem daha faydalı olduğu şimdiye kadar gösterilen misallerden tamamıyla anlaşıldı. İlmin, felsefenin bütün bu teminlerine istinat ederek biz şiddetle iddia ediyoruz: İstikbal yeni lisanındır !”
Genç Kalemler dergisinin yayına başladığı 1911 yılında bir başka dergi, Türk Yurdu da yayın hayatına başlamıştı. Türk Yurdu doğrudan doğruya Türkçenin sadeleşmesi gibi bir ülküyü başlıca amaç edinmemişti, fakat derginin yayın ilkeleri arasında hem de birinci ilke olarak sade bir dille yayımlanacağı belirtiliyordu.
Ziya Gökalp’ın 1918’de yayımladığı Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinin ikinci bölümü dile ayrılmıştır. Türkçenin elli altmış yıldır genişlemek yolunu tuttuğunu, yüzyılın yeni ışıkları ülkemize etki ettikçe yeni kavramları gördüğümüzü belirten Ziya Gökalp, bu kavramlar adsız kalamayacağı için her gün pek çok kavram, dilimizden yeni sözlerin meydana getirilmesini istediğini yazar. Dilimiz, gelişmiş dillerle karşılaşınca da bire bir onların taklidini yapmaktadır. “Bazen hurdabin-microscope, dürbün-telescope, şehkâr-chef d’oeuvre, mefkûre-ideal kelimelerinde olduğu gibi lafzi (istinsah-calque)ler yapıyor. Bazı kere de tayyare-aeroplan, tekâmül-evolution, meşrutiyet-constitution, bediiyat-estetique tabirlerinde olduğu gibi manevi istinsahlar husule getiriyor...”
Gökalp, dilimizi anlam (kavramlar) açısından çağdaşlaştırmak, terim açısından İslâmlaştırmak gerektiği gibi dil bilgisi, söz dizimi, yazım bakımından da Türkleştirmek gerektiği düşüncesindedir. Ancak, kavramlara Türkçe karşılık bulunamazsa Fransızca veya Rusça yerine Arapça ve Farsça olmasının daha hayırlı olacağı düşüncesindedir. Ziya Gökalp, dilimizi Türkçeleştirirken bütün soydaşlarımızın anlayacağı genel bir Türkçeye doğru gidilmesi gerektiğini belirtir.
İlk baskısı 1923’te yayımlanan Türkçülüğün Esasları’nda da “Lisanî Türkçülüğün Umdeleri” başlığını taşıyan bölümde Türkçe ile ilgili görüşlerini şöyle belirtmiştir:
1. Millî dili meydana getirmek için Osmanlı dilini bir tarafa bırakarak, halk edebiyatına temel vazifesini gören Türk dilini aynen kabul edip, İstanbul halkının, özellikle de İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.
2. Halkın dilinde karşılığı bulunan Arapça ve Farsça sözleri atmak, tamamen karşılığı olmayan küçük farklılıklar gösteren sözleri dilimizde korumak.
3. Halk diline geçip yapı bakımından veya anlam bakımından galat olan sözlerin bozulmuş biçimlerini Türkçe saymak, yazılışlarını da söyleyişine uydurmak.
4. Yerlerini yeni sözler aldığı için fosilleşmiş eski Türkçe sözleri diriltmemek.
5. Yeni terimler bulunacağı zaman önce halk dilindeki sözler arasına bakmak, bulunmadığı durumlarda Türkçenin yapım özelliklerine göre yeni kelimeler meydana getirmek.
6. Türkçede Arap ve Acem dillerinin kapitülâsyonları kaldırılarak, bu iki dilin ne çekimleri ne de tamlamaları dilimize alınmalıdır.
7. Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir. Halka sevimli gelen ve yapay olmayan her kelime millîdir. Bir milletin dili, kendisinin cansız köklerinden değil, canlı tasarruflarından meydana gelen canlı bir organdır.
8. İstanbul Türkçesinin ses bilgisi, biçim bilgisi ve söz varlığı yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne söz, ne çekim, ne edat, ne tamlama kuralları alınamaz.
9. Türk uygarlık tarihine ilişkin eserler yazıldıkça, eski Türk kurumlarının adları, çok eski Türkçe sözler olarak yeni Türkçeye girecektir. Fakat bunlar terim olarak kalacaklarından bunların gündelik hayata dönüşü fosillerin dirilmesi gibi düşünülmemelidir.
10. Sözler karşıladıkları anlamların tarifleri değil, işaretleridir. Sözlerin anlamları türeyişlerini bilmekle anlaşılmaz.
11. Yeni Türkçenin bu esaslar dâhilinde bir sözlük bir de dil bilgisi meydana getirilmeli, bu kitaplarda yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Acemce sözlerin ve tabirlerin bünyelerine ve terkip tarzlarına ait bilgiler türetme kısmına dâhil edilmelidir.
Ziya Gökalp, on bir maddede topladığı dil ile ilgili bu düşüncelerini Lisan şiirinde şiirleştirmiştir:
Güzel dil, Türkçe bize,
Başka dil, gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Manası anlaşılan
Lügate atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı
Fikre ışık salmalı;
Müteradif sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse
Bunda da uy herkese;
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Türkçeyi incitmeden,
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini, olsun yeden.
Arapçaya meyletme
İran’a da hiç gitme;
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
Gaynlı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz !
Birkaç dil yok Turan’da
Tek dilli bir kümeyiz.
Turan’ın bir ili var,
Ve yalnız bir dili var.
“Başka dil var...” diyenin
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisanı bir.
Ziya Gökalp’ın bu düşünceleri, o dönemdeki dil tartışmalarında önemli bir çekim merkezi hâline gelmiş, pek çok kişiyi etkilemiştir.
Öte yandan, Tanzimat döneminde başlayan alfabe tartışmaları İkinci Meşrutiyet döneminde ve ardından gelen dönemlerde de hararetli bir biçimde sürmüştür. Öneriler daha çok, harflerin bitiştirilmeden yazılmasında yoğunlaşıyordu. Hurûf-ı Munfasılacılar diye anılan bu grubun başında Milâslı İsmail Hakkı, Necmettin Arif, Cihangirli M. Şinasi, Ismayıl Hakkı Beyler bulunuyordu.
Hüseyin Cahit Bey ise Tanin gazetesinde yazdığı yazılarda çekingen bir biçimde de olsa Lâtin harflerini savunmaya başlamıştı. Celâl Nuri Bey de Tarih-i İstikbal adlı eserinde Lâtin harflerinin alınması gerektiğini açıkça yazıyordu. Türkçüler ise, Arap alfabesinin Rusya Türkleriyle irtibatı sağladığı için bırakılmaması gerektiğini savunuyorlardı.
Alfabe üzerinde bu tartışmalar yapılırken Harbiye Nazırı Enver Paşa, harflerin birbirine bitiştirilmeden yazılması esasına dayalı olan sistemi uygulamaya koydu. Hatt-ı Cedid, Ordu Elifbası, Enver Paşa Yazısı gibi adlarla anılan bu yazı düzeni, biraz da tehdit altında, orduda kullanılmış, kimi askerî kitaplar bu yazı ile basılmıştı. Bu girişim, sonuçta başarısız olacaktır.
Gerek dil, gerek alfabe tartışmaları bitmek bilmemiştir. Osmanlı devletinin son yıllarında yaşanan bölgesel savaşların ardından başlayan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mütareke yıllarında da tartışmalar sürdü. Özellikle mütareke döneminde Türkçülük ve Türkçecilik düşüncelerine karşı saldırılar daha da arttı. Ancak, bütün bu tartışmalar, Türkiye Cumhuriyeti devletinde gerçekleştirilecek olan Alfabe ve Dil Devrimlerinin oluşumuna zemin hazırlayacaktı. Cumhuriyete kadar uzanan dönemde yazı dilinde sınırlı bir sadeleşme olmuştu. Ancak, sadeleşme ile birlikte alfabe sorunu gibi diğer sorunlar da Türkiye Cumhuriyetine aktarıldı. Bu konuda kararlı ve sonuç alıcı adımlar Cumhuriyet döneminde atılacaktır, ancak dil tartışmaları da bitmeyecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçe; Yazı ve Dil Devrimi
Millî Mücadele zaferle sonuçlanmış, genç Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yapılacak pek çok şey vardı; son yirmi yıl pek çok cephede açılan savaşlarla geçmiş, ülke işgal döneminden sonra bağımsızlığını elde etmişti, ancak millet yokluk içerisinde, ülke harap durumda idi. Cumhuriyetin ilânının ardından çeşitli alanlarda atılımlar yapılırken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, kültür konularına büyük önem veriyor, sık sık bu konularda konuşmalar yapıyordu. Yeni kurulan devletin kültür temelinde yükseleceğini açıkça “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözü ile ortaya koymuştu.
Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra, 12 Kasım 1924’te Bakanlar Kurulunun 111 sayılı kararnamesi ile İstanbul’da Türkiyat Enstitüsü kuruldu. Enstitünün ilk müdürü, daha önce dil tartışmalarında da yer alan edebiyat araştırmacısı Mehmet Fuat Köprülü idi. Enstitünün amacı, eski çağlardan başlayarak Türk kültürünün çeşitli kollarında araştırma ve yayınlar yapmaktı. Ancak, böyle bir enstitü kurma düşüncesi cumhuriyetin ilânından çok değil dört-beş gün sonra ortaya çıkmıştı. Gazi Mustafa Kemal, M. Fuat Köprülü’yü çağırarak “Fuat Bey, cumhuriyeti kurduk. Artık cumhuriyeti ve devletimizi ilmî temeller üzerinde yükseltmek zamanı gelmiştir. Lütfen İstanbul Darülfünunu bünyesinde Türkiyat Enstitüsünü kurunuz.” talimatını verir. İstanbul Darülfünununda on aylık bir hazırlık çalışması başlatılır. Hazırlanan dosya Gazi Mustafa Kemal’e sunulur. Savaştan yeni çıkmış genç Türkiye Cumhuriyetinin kıt bütçesinden 200.000 TL. tahsisat çıkarılır, böylece enstitü kurulur. M. Fuat Köprülü, enstitünün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğunda, Gazi Mustafa Kemal, Türkiyat Enstitüsünün amblemini şöyle tanımlar: “Fuat Bey ! Karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale tutan bir bozkurt olsun, bu meşale genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilminin ifadesi olsun. Ergenekon’dan çıkmamızda kılavuz olan bozkurt Türklüğün Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin.” Türkiyat Enstitüsünün kuruluşu, Gazi Mustafa Kemal’in daha sonra dil ve tarih alanlarında yapacağı çalışmaların ilk işaretiydi.
Ulusal devleti tarihî temellere ve coğrafî bütünlüğe dayandırmak düşüncesi ile Atatürk’ün ortaya koyduğu ve Afet İnan’ın savunduğu “Genel Türk Tarihi Tezi”ne göre Türkler Anadolu’da devlet kuran ilk ulustu. Osmanlı döneminde batıda ileri sürülen, hatta Anadolu’nun işgaline sebep gösterilen, Türklerin sarı ırktan ve Avrupa anlayışına göre ikinci sınıf bir insan tipi olduğu, sonradan gasp ettikleri Anadolu topraklarında köklü bir haklarının bulunmadığı iddialarına karşı geliştirilen bu tarih tezinde Anadolu’nun Türklüğü Sümerlerin ve Hititlerin Turanî kavimlerden olduğu düşüncesi ile kanıtlanmaya çalışılmıştır. Afet İnan, bu tezi şöyle özetler: “Türk çocuğu yakın bir tarihte göç etmiş olmakla bu vatanın hakikî sahibi olamaz: Bu fikir tarihen, ilmen yanlıştır. Türk brakisefal ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu ilk zamanlarda, iklimi müsait olan Orta Asya’da idi. İklim tabiî şartlar dâhilinde değişti. Taşı cilâlamayı bulan, ziraat hayatına erişen, madenlerden istifadeyi keşfeden bu halk kütlesi göç etmeye mecbur kaldı. Orta Asya’dan şarka, cenuba, garpta Hazar Denizi’nin şimal ve cenubuna olmak üzere yayıldı. Gittikleri yerlere yerleştiler, kültürlerini oralarda kurdular. Bazı mıntıkalarda otokton oldular, bazılarında otokton olan diğer bir ırk ile karıştılar. Avrupa’da tesadüf ettikleri ırk tipi dolikosefal idi. Irak, Anadolu, Mısır, Ege, medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın mümessilleridir. Biz bugünkü Türkler de onların çocuklarıyız.” Tarih alanında yürütülen çalışmalar, dil alanındaki çalışmalara da temel teşkil edecekti.
Cumhuriyetin ilânından sonra dil konusunda tartışmalar daha çok imlâ ve alfabe üzerine yoğunlaşmıştı. Osmanlı devletinin son yüzyılında başlayan alfabe tartışmaları, yazı devriminin yapıldığı 1928’e kadar sürmüştür. Yazarlar arasında dil tartışmaları, az da olsa sürüyordu.
Rıza Nur’un 1920’deki Maarif Vekilliği sırasında yazı sorunu ele alınmadan önce, dili arındırma yönünde bir karara varılmış ve özel bir yönetmelikle Anadolu ağızlarındaki Türkçe sözlerin derlenmesine başlanmıştı. Bu yıllarda Besim Atalay, Hars Müdürü olarak, yapılan çalışmaları yönetmiş; küçük ölçüdeki bu derleme, birkaç yıl içerisinde tamamlandıktan sonra, 1925’te, toplanan söz ve deyimlerin sınıflandırılmasına başlanmıştı. Bu çalışmayı yapanların başında Ahmet Saffet bulunuyor, denetleme ve genişletme işini de Velet Çelebi, Hasan Fehmi gibi tanınmış bilginler yapıyordu. Yazı Devrimi sırasında 1928’de kurulan Dil Encümeninde derleme işini üzerine alan Ragıp Hulûsi, 1929-1930 yıllarında yeni derlemeler yaptırmıştı. Bu gereçleri değerlendiren Hamit Zübeyir ile İshak Refet, 1932’de Anadilden Derlemeler adı altında bir sözlük yayımlamışlardı.
Dil sorunu konusunda, Sarf Encümeni, 1920’den başlayarak Sarf ve Nahv-i Türkî başlıklı dört defter çıkarmış, 1923’te de Maarif Vekâleti, Velet Çelebi’nin Türk Diline Medhal adlı kitabını yayımlamıştı. Tunalı Hilmi Bey, Türkçenin özleşmesi konusunda ilk yasal girişimi başlatan kişi olarak görülür. Daha cumhuriyet bile ilân edilmeden, 1923 Ağustosunda Türkiye Büyük Millet Meclisine Türkçe Kanunu önerisi vermiştir. Bu öneriye göre, Maarif Vekilliğinde bir Türkçe komisyonu kurulacak, terimler Türkçeleştirilecek, okul kitapları öz Türkçe kurallara göre hazırlanacak, bu kurallara uyması durumunda gazete ve dergilere yayın hakkı verilecek, resmî yazılar buna göre yazılacak, kanunlar da Mecliste bu yolla hazırlanacaktı. Ancak bu öneri, ortam hazır olmadığı için gerçekleşememiştir. Tunalı Hilmi Beyin bu isteği, Türkçenin özleşme hareketinde sonuçsuz kalan bir adım olmuştur.
1922 yılının Ekim ayında Gazi Mustafa Kemal, Bursa öğretmenleriyle yaptığı görüşmede, Türkçeyi Arapça kalıplardan kurtarma düşüncesini savunur. Türkçe ile ilgili olarak, dilin türeyişi konusunda 1922’de Samih Rifat’ın Tasrîf-i Hurûf Kanunları adlı kitabı yayımlanır.
Yazı Devrimi
Hiç kuşkusuz, Dil Devrimine giden yolda en önemli adım Yazı Devrimidir. Yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilmesi öyle kolay bir iş değildi. Ancak, bu konudaki tartışmalar yazımızın önceki bölümlerinde gördüğümüz gibi Osmanlı devleti döneminde başlamış, yazının değiştirilmesi düşüncesinin her geçen gün kamuoyunda biraz daha ağır bastığı görülmüştür.
Yirminci yüzyılın başlarında Türk soylu halkların büyük bir çoğunluğu Arap kaynaklı yazıyı kullanıyordu. Arapça için belki mükemmel olan Arap yazısı Türkçe için ve bütün Türk soylu halkların dilleri için hiç de uygun bir yazı sistemi değildi. Arapçada ünlü sayısı son derece az iken, Türk lehçelerinde ünlü sayısı sekiz, dokuz, hatta on olabilmektedir. Yazının Türkçe için yetersizliği öteden beri tartışılıyordu. Arap kaynaklı Osmanlı yazısında oldu’nun yazılışı ile öldü’nün yazılışı; kol ile kul’un yazılışı, göl ile gül (gülmek fiili)’ün yazılışı, güz ile göz’ün yazılışı birbirine karışıyordu. Sözlerdeki ünlüler birbiriyle karışıyor, okumak bilmece çözmeye dönüşüyordu. Osmanlı yazısında ünlülerle ilgili bu güçlüklerin yanında bazı ünsüzlerin yazıda gösterilişinde de güçlükler yaşanıyordu. Söz gelişi /k/ ile /g/ ünsüzleri Osmanlı yazısında aynı harfle (kef harfiyle) yazılıyordu. Bu durumda da kör ile gör’ün yazılışı, köz ile göz’ün yazılışı, kül ile göl’ün yazılışı hep birbirine karışıyor, bu sözlerin ne olduğu da ancak cümlenin veya metnin bağlamından çıkarılıyordu.
Lâtin yazısına geçen ilk Türk halkı Yakutlardır. 1917-1918 yıllarında Yakutlar Lâtin yazısını kullanmaya başlamışlardır. 1926’da Bakû’de Birinci Türkoloji Kongresi yapıldı. Türkiye’den Köprülüzade Mehmet Fuat ve Hüseyinzade Ali Beylerin katıldığı bu kongrede uzun tartışmalardan sonra Lâtin kaynaklı bir alfabe benimsendi ve buna Birleştirilmiş Türk Elifbası adı verildi. Bu alfabe aşamalı olarak Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetlerince kullanılmaya başlandı. 1927’de Azerbaycan’da Lâtin yazısı kullanılmaya başlanmıştı.
Gazi Mustafa Kemal’in 1927’de Nutuk’u okuduktan sonra, alfabe tartışmaları alevlenmişti. Türk Ocaklarının Merkez ve Hars Heyetleri toplantısında, 8 Ocak 1928’de, Adalet Vekili Mahmut Esat, Lâtin harflerinin kabulünü hararetle istediğini bildirmiş, 8 Mart 1928’de de Başvekil İsmet Paşa Lâtin harflerini överek bu konuda bilginlerin düşüncesini sormuştur. 3 Şubat 1928’de İstanbul’da hutbe Türkçe olarak okunmaya başlanmış, aynı yılın 24 Mayısında da Türkiye Büyük Millet Meclisi, yazı devriminin öncüsü olarak Lâtin rakamlarını kabul etmişti. Bu tarihten birkaç gün önce, 20 Mayısta, Maarif Vekili Mustafa Necati’den Başvekâlete gelen bir tezkere ile “Lisanımızda Lâtin harflerinin suret ve imkân-ı tatbîkini düşünmek üzere, mebus Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve Darülfünun Müderris Muavini Ragıp Hulûsi ve sabık Darülfünun muallimlerinden Ahmet Cevat ve muallimlerden Fazıl Ahmet, Hariciye memurlarından İbrahim Grandi, Talim ve Terbiye Reisi Mehmet Emin, azadan İhsan Beylerden mürekkep bir heyetin teşkilinin muvafık görülmekte olduğu” bildirilmişti. Maarif Vekâleti, Başvekâletin onayını 27 Mayıs 1928’de almış, 26 Haziran 1928’de de kurul, bakanlık binasında ilk toplantısını yapmıştı. 16 Haziran 1928’de Konya’dan başlayarak yurt gezisine çıkan Maarif Vekili, 10 Temmuzda Dolmabahçe Sarayı’na gelerek gezisinden edindiği izlenimleri Gazi Mustafa Kemal’e bildirmişti. İsmet Paşa da 17 ve 19 Temmuzda Dil Heyetinin toplantılarına katılarak çalışmaları konusunda bilgi almıştır. Dil Encümeni adıyla da anılan Dil Heyeti iki kola ayrılmıştı. Bu kollardan biri yazı, diğeri de dil bilgisi üzerine çalışıyordu.
Alfabe yasası çıkmadan önce Gazi Mustafa Kemal, 9 Ağustosu 10 Ağustosa bağlayan gece Sarayburnu’nda yaptığı konuşmada yeni Türk harflerinin kullanılmaya başlanacağını açıkça söylemişti. Bu tarihten sonra Dolmabahçe Kurultayı düzenlenmiş, kabul edilecek yeni harflerle ilgili çalışmalara başlanmıştı. Gazi Mustafa Kemal, çıktığı yurt gezilerinde yeni harfleri halka tanıtmaya başlamıştı. Bu çalışmalar, yasanın başarıya ulaşmasına zemin hazırlıyordu.
Dil Encümeni çalışmalarını tamamlar ve Gazi Mustafa Kemal’in düzeltmeleriyle yeni Türk alfabesine son şekli verilir. 22 Eylül 1928’de Başbakanlığa bir tezkere ile sonuç bildirilir. Bu tezkereden sonra, Maarif Vekâleti, Türk Harfleri Kanun Tasarısını, Dil Heyeti de İmlâ Lûgati’ni hazırlamıştı.
1 Ekim 1928’de tamamıyla Lâtin esaslı Türk harfleriyle basılan ilk dergi Türkçe Gazete yayımlanır. 2 Ekim 1928’de yapılan öğretmenlerin yazı sınavında da yüzde 95 başarı sağlanır. 1 Kasım 1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen ve 3 Kasım 1928’de yayımlanan Resmî Gazete ile yürürlüğe giren 1353 sayılı yasayla Lâtin harflerine dayalı yeni Türk alfabesi uygulamaya konulur.
1928 yılının ikinci yarısında yayım yapmaya başlayan Dil Heyeti, Aralık ayı sonuna dek altı kitap yayımlar: Elifba Raporu; Gramer; Halk Dershanelerine Mahsus Türk Alfabesi; Yeni Türk Alfabesi. İmlâ ve Tasrif Şekilleri; Yeni Yazı ile Kırâat; Dil Encümeni Alfabesi.
3 Kasım 1928 günü, Resmî Gazetede yayımlanan Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Yasa, getirdikleri sınırlı olan, belirli olayları veya kişileri konu alan herhangi bir yasa değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Kasım 1928 günkü oturumunda görüşülerek kabul edilen ve 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren yeni Türk harfleriyle ilgili yasa, toplum hayatında yeni ufuklar açacak, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak, milletçe aydınlanmasını sağlayacak bir yasaydı.
Aslında bu, Türklerin ilk alfabe değişikliği de değildi. Daha önce de çeşitli alfabeler kullanılmış, zaman içerisinde alfabeler değiştirilmişti. Ancak, tarihte yaşanan bu alfabe değişiklikleri uzun bir süreçte gerçekleşmiş, çeşitli coğrafî sahalarda aynı zamanda değişik alfabeler kullanılmıştı. 3 Kasım 1928’de ise yürürlüğe giren bu yasayla bir millet topyekûn alfabe değişikliğini birkaç ay gibi kısa bir süre içerisinde gerçekleştirmiştir. Bu kadar kısa sürede ve topluca yapılan alfabe değişikliğinin başarıyla gerçekleşmesinin ardında Gazi Mustafa Kemal’in kararlılığı, azmi ve kültür konusuna verdiği önem bulunmaktadır.
Yeni Türk yazısının bu kadar kısa süre içerisinde büyük bir hızla öğrenilmesinin ve çabucak benimsenmesinin ardında ise bu yazının Türkçeyi en iyi şekilde ifade eden bir yazı olması gerçeği yatmaktadır. Yeni Türk yazısında 29 harf bulunmaktadır. Matbaa yazısında harflerin kelime başında, kelime ortasında ve kelime sonunda yazılışları için ayrı ayrı şekiller bulunmamaktadır. Kelimenin neresinde olursa olsun matbaa yazısında harflerin tek bir yazılış şekli bulunmaktadır. Arap kökenli Osmanlı alfabesinde matbaa yazısında bile her harfin kelime başında, ortasında ve sonunda yazılışı için farklı şekilleri bulunabilmekteydi. Bu durum, yazıda şekil kalabalıklığını ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramıyordu. Osmanlı yazısındaki o günün basım evlerinde dizginin elle yapıldığını, harflerin teker teker alınarak bir araya getirildiği düşünülecek olursa, bir kitabın veya bir gazetenin dizgisinin ne kadar güç bir iş olduğu anlaşılacaktır. Kullanılan yeni yazıdaki her harfin bir ses değerinin olması, harflere iki veya daha fazla sesi gösterme veya bir sesi birkaç harfle gösterme görevinin yüklenmemiş olması, okumayı ve yazmayı son derece kolaylaştırmıştır. Yeni Türk yazısının bir başka önemli özelliği, harflerin yazılışında sözlerin şekil bütünlüğünün korunmasıdır. Osmanlı yazısında bazı harfler kendilerinden sonra gelen harflerle bitişmemekteydi. Arap alfabesinin özelliğinden kaynaklanan bu durum, sözlerin şekil bakımından bölünmesine yol açıyordu. Bitişmeyen harften sonra bırakılan boşluk, sözler arasında bırakılan boşluğa benziyordu. Böyle bir durumda okuyucu, bir sözü bitişmeyen harf yüzünden iki ayrı söz gibi görüyordu. Sözlerin şekil bütünlüğünü bozan bu durum, Osmanlı yazısında yanlış okumalara yol açıyordu. Kullanmakta olduğumuz yeni yazıda kelimelerin bütünlüğünü bozan ve yanlış okumaya yol açan yazım özelliği bulunmamaktadır.
Yeni Türk harflerinin kabulünden sonra ülkede büyük bir seferberlik başlatıldı. İngiliz gazeteleri Türkiye’deki yazı değişikliği çalışmalarını okuyucularına “Türkler topyekûn bir kültür seferberliği başlattılar” cümlesiyle duyurdular. Mustafa Kemal’in, il il, kasaba kasaba dolaşarak elinde tebeşir tahta başında bakkala, kasaba, işçiye, erkeğe, kadına okuma yazma öğrettiği bu haberlerde yer alıyordu. Dünya, ilk defa bir cumhurbaşkanının elinde tebeşir halka okuma yazma öğrettiğini görüyordu.
Yasanın çıkarılmasından sonra yasa hükümleri hemen işletilmeye başlandı. Yasada devlet dairelerinde 1 Ocak 1929’dan itibaren eski yazının kullanılmasına son verileceği bildiriliyordu. 1 Ocak 1929 tarihinde bütün devlet dairelerinde yeni Türk yazısının kullanımına başlandı. Yeni yayımlanacak kitapların yeni Türk yazısıyla yayımlanması mecburiyeti getirildi. 1929 yılının Haziran ayında tapu senetleri, nüfus ve evlenme cüzdanları, askerlik belgeleri yeni Türk yazısıyla işlendi. Devlet dairelerindeki daktilolar sür’atle değiştirildi.
Basın kuruluşları da 1 Aralık 1928 günü bütün Türkiye’de yeni Türk harfleriyle yayın yapmaya başlamıştı. Gazeteler, dergiler artık yeni harflerle basılmış bir şekilde okuyucusuna ulaşıyordu. İlk günlerde gazetelerin baskı sayısında ve satış sayısında bir düşüş olduğu görüldü. Bunun sebebi pek çok gazetenin yeni harflerle basım yapabilecek teknik donanıma sahip olmamasından kaynaklanıyordu. Hükûmet bütün ekonomik sıkıntılara rağmen gazete ve dergilere aylık maddî yardımda bulunmaya başlamıştı.
Yeni harflerin kabul edilmesiyle birlikte yeni Türk yazısıyla basılmış kitap yayımı hemen başladı. Yeni bir yazıya geçilmesine rağmen kitap yayımında azalma olmadığı gibi büyük bir artış da görülüyordu. 1876’dan 1928 yılına kadarki elli iki yıllık dönemde yaklaşık 27.000 kitap yayımlanmıştı. Bu yılda ortalama 519 kitap demekti. Yeni bir yazıya geçildikten sonra 1928-1938 yılları arasındaki on yıllık dönemde 15.244 kitap yeni harflerle yayımlanmıştır. Bu dönemde bir yılda yayımlanan kitap sayısı ortalama olarak 1524’tür ki bu oran 1928 öncesi dönem için bir yılda yayımlanan kitap sayısının üç katı demektir.
Devlet dairelerinde kurslar düzenlendi. Milletvekilleri, bakanlar, müdürler, memurlar, müstahdemler yeni yazıyı en kısa sürede öğrendiler. Yeni yazıyı öğrenenlerin ilk sınavı yasanın çıkarılmasından altı gün sonra yapıldı. 3 Kasım 1928’de yeni harfler kabul edilmiş, bu harflerden sınavlar 9 Kasım 1928’de başlamıştı. Okullarda ise uygulama daha yasa çıkmadan başlamıştı. Ekim ayı başında okullar açılmış ve elde henüz yeni yazının alfabe kitabı, okuma kitabı olmadan yeni harflerin öğretilmesi işine girişilmişti. Öğretmenler yasanın çıkarılmasını beklemeden, Atatürk’ün Ağustos ayı başında verdiği işaretle okullarda yeni yazıyı öğretmeye başladılar.
Yasanın çıkarılmasından dört gün sonra 7 Kasım 1928’de başbakan İsmet İnönü Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada halkın yeni harfleri öğrenmesi için Millet Mektepleri açılacağını söyledi. Böylece, yeni yazıyı sadece devlet görevlileri ve öğrenciler değil milletin tamamı öğrenecekti. Amaç, okuma yazma oranını artırmak, milleti cehaletten kurtarmaktı. Millet Mektepleri 1 Ocak 1929 günü resmen açıldı. Kadın erkek, genç yaşlı demeden herkesin Millet Mekteplerinde yeni yazıyı öğrenmesi amaçlanmıştı. İllerdeki, ilçelerdeki Millet Mekteplerinin açılışları bir törenle yapılıyordu. Öğretmen, okuma yazma ve yeni Türk harfleri konusunda bir konuşma yapıyor, ardından Atatürk’ün Türk harfleri konusundaki konuşmasının yer aldığı Gazi Hitabesi Plâğı dinletiliyordu. Plâğın dinlenmesinden sonra açılış tamamlanmış oluyor, derslere başlanıyordu. Yeni Türk harflerini bilmeyen, hiçbir okula veya memuriyete devam etmeyen 16-40 yaş arasındaki her Türk vatandaşı bulunduğu mıntıkada açılacak olan Millet Mektebine devam etmekle mükellef kılındı. Eski yazıyı bilenler iki aylık öğretimden geçiriliyordu. Eski yazıyı bilmeyenler ise ayrı bir programda dört aylık kursa devam ediyordu. Kursların sonunda yapılan sınavda başarılı olanlara diploma veriliyordu. Millet Mekteplerine bir ay içinde 856.000 kişi kaydoldu. Beş yıl içinde 2.305.924 kişi Millet Mekteplerinden mezun oldu. Okul çağındaki öğrenciler ve devlet dairelerinde çalışanlar, bu sayıya dâhil değildir.
Millet Mektepleri gibi, Türk Ocakları, Halkodaları, Halkevleri de çeşitli zamanlarda açtıkları kurslarla okul çağı dışındaki yurttaşlarımız için okuma yazma kursları düzenlemişlerdir.
Devlet dairelerindeki makam adlarının levhalarının yeni yazıyla yazılması sırasında bir başka iş daha yapıldı. Yıllarca Farsça tamlama şeklinde kullanılan daire adları Türkçenin söz dizimi özelliklerine uygun hâle getirildi: Kalem-i mahsusa hususî kalem olarak, müessesat-ı diniyye müdiriyeti dinî müesseseler müdürlüğü olarak, emval-i eytam müdiriyeti yetim malları müdürlüğü olarak, kısm-ı siyasî siyasî kısım olarak değiştirildi. Kelimeler Türkçeleştirilmese bile tamlamalar Türkçeye uygun hâle getirilmiş oluyordu. Bu değişiklikler, 1932’deki özleştirme akımının ilk işaretleri idi.
Türk Dil Kurumunun Kuruluşu
Yazı Devriminden sonra Dil Heyeti dağılmamış, yeni üyelerin katılmasıyla genişletilmişti. Çoğunlukla Dil Encümeni, kimi zaman Dil İstişâre Heyeti veya Türk Dili Lûgati Encümeni adıyla tanınan kurulun kullandığı mektup kâğıdının başlığından anlaşıldığına göre, resmî adı daima Dil Heyeti olmuştur. Heyetin yeni üyeleri Ahmet Rasim, Reşat Nuri, Celâl Sahir, Velet Çelebi, İsmail Hikmet, Besim, İbrahim Necmi, Hamit Zübeyir, Hasan Fehmi, İshak Refet, Mehmet Baha, Yaşar Beyler ile Ankara Etnografya Müzesi Müdürü Gyula Mészáros idi. Kurul, Ankara’da Mithatpaşa Caddesi’ndeki binada çalışmış, Talim Terbiye Heyeti başkanı Mehmet Emin Bey toplantılara başkanlık etmişti.
1928 yılı sonunda, yazı sorunundan dil sorununa geçilecektir. 1928 yılının Aralık ayında terimlerin Türkçeleştirilmesi sorununu görüşmek üzere, İstanbul Darülfünununda 15 üye, Darülfünun Emini Prof. Dr. Neşet Ömer’in başkanlığında toplanmış ve bulunan karşılıklar Ankara’daki Dil İstişâre Heyetinin onayına sunulmuştu. Bu kurul, İcra Vekilleri Heyetinin 5 Aralık 1928 günkü kararı üzerine Maarif Vekâletince kurulmuştu. Kurulun görevleri şunlardı: 1. Bütün okul kitaplarının temelini oluşturacak iyi bir dil bilgisi kitabının hazırlanması. 2. Temel gereksinimlere cevap verebilecek bir Türkçe sözlüğün hazırlanması. Sözlüğün hazırlanmasında elden geldiğince Arapça ve Farsça yabancı sözlerin yerine halk dilinden ve eski kitaplardan seçilecek Türkçe sözlerin konulması. 3. İstanbul ağzına göre imlâ kurallarının belirlenmesi.
Dil İstişare Heyeti ilk iş olarak, yeni alfabenin kabulünden sonra, eski Dil Heyetinin ele aldığı “İmlâ Lûgati”nin hazırlanmasını hızlandırmıştır. Çalışmaların başında, bu iş için Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türkî’siyle Mehmet Baha’nın Yeni Türkçe Lûgat’ini esas almıştır. 29 Ekim 1928’e dek 25.000 sözden oluşan bu İmlâ Lûgati her hafta 5 formalık fasiküller hâlinde yayımlanmış ve kitap 12 Aralık 1928 tarihli bir ön sözle piyasaya çıkmıştır. Ön sözün altında Ahmet Cevat, Ahmet Rasim, Celâl Sahir, Falih Rıfkı, Fazıl Ahmet, İbrahim Necmi, İbrahim Osman, İsmail Hikmet, Mehmet Baha, Mehmet Emin, Mehmet İhsan, Ragıp Hulûsi, Ruşen Eşref, Yakup Kadri imzaları bulunmaktadır.
Bu İmlâ Kılavuzundaki ön söz, Türkçemizdeki sözleri şöyle sınıflamıştı: 1. Halkça benimsenen sözler, 2. Yazarlarca kabul edilip halkça benimsenmeyen sözler. Birinci kümede şunlar yer almıştır: 1. Türkistan’dan gelen ve Türk aslından olan sözler. 2. Anadolu kıyıları ile Rumeli’nin ele geçmesi sonucu olarak Türkçeye giren sözler; 3. Batı kökenli olan sözler. İkinci kümede de şunlar yer almaktaydı. 1. Arap ve Fars aslından olup halk dilinde yaşayan sözlerin yerini tutmak üzere eski yazarlarca kullanılan sözler. 2. Türkçeleri bulunmadığından dolayı eski ve yeni Türk yazarlarınca kabul edilen Arap ve Fars kökenli sözler. 3. Yeni bilim kollarıyla ilgili terimler için Arapça köklerden Türk bilginlerince türetilmiş sözler. 4. Ya hiç Türkçeleri olmayan ya da Arapça köklerden yapılan sözlerin daha kolay anlaşılan Fransızca, Almanca ve İngilizceden alınmış karşılıkları.
Encümen, birinci kümedeki sözleri, halkça benimsenmiş olduğu için, ulusun malı saymış ve kılavuzda bunlara yer vermiş, Türkçe kökenli hiçbir sözü atmamıştı. İkinci grupta yer alan sözlere ise başka işlem yapmak gereğini duymuştu: Yazı dilinde önemli bir özelliği ve anlatış gücü olmayan sözleri önemsememiş, fakat öz Türkçede karşılıkları bulunmadığından veya bilimsel bir yolla yapılmış Türkçe sözlerle anlatılamadığından dolayı, şimdilik gerekli görülen sözlere, hangi asıldan olursa olsun, dokunmamış ve bunları kılavuza almıştı. 1928 yılı sonunda yayımlanan İmlâ Lûgati, 1941’e dek dairelerde ve okullarda kullanılmıştı. Encümen 1929 yılında, Türkçede Kelime Teşkiline Yarayan Lâhikalar adıyla bir kitapçık yayımladı.
17 Şubat 1929’da, Ankara’da, Başvekil İsmet Paşanın başkanlığında bir toplantı yapılmıştı. Talim ve Terbiye Heyeti üyeleri, Dil Heyeti, Darülfünun müderrisleri, Güzel Sanatlar Akademisi temsilcilerinin katıldığı toplantıda bir “Türk Sözkitabı”nın hazırlanması karar altına alınmış, bu alanda çalışacak olanlara “dili saf olarak meydana çıkarmak” yönergesi verilmişti. Tasarlanan sözlüğe girecek olan terimlerin düzenlenmesi işini Darülfünun üzerine almıştır.
Bu girişimi ve girişimin amacını Falih Rıfkı Atay, şöyle anlatır:
“Dil meselesi ilk önce Başvekil İsmet Paşa’nın bir parolası ile doğmuştur. İsmet Paşa:
-Larousse’un bir türkçesini yapınız, diyordu.
Başvekilin iddiası sade idi: İki ciltlik Larousse lûgatinin kelimeleri türkçede karşılanmalıdır...
Larousse tercümesine başlanınca Osmanlıcanın fakirliği hemen meydana çıktı. Birçok kelimeye ihtiyaç vardı: Bunlar ya eski metinlerde bulunacak, yahut yeniden yapılacaktı.”
Fransızcadan Türkçeye ve Türkçeden Türkçeye sözler üzerinde çalışan Dil Encümeni 1931 yılı ortasına dek 50.000 sözü gözden geçirmiş, birkaç binini baskıya hazırlamıştı. Ancak, bu çalışma bir sonuca ulaşamadan ödeneğin kesilmesi üzerine Encümen dağılmak zorunda kalır.
1932’ye gelene kadar dille ilgili kimi yayınlar dikkati çeker. Ali Ekrem’in dili arılaştırma konusunda tutucu olan Lisanımız kitabı, Prof. Yusuf Ziya’nın dil karşılaştırmalarına girişen Yunandan Evvelki Türk Medeniyeti adlı incelemesi ve İshak Refet’in Dil Kavgası adlı tartışma yazısı basılmıştır. Bu kitaplar arasında öyle bir kitap vardı ki içeriğinin yanı sıra Gazi Mustafa Kemal’in bu esere yazdığı küçük bir yazı bu kitabı Türk dili tarihi açısından önemli kılacaktı. Prof. Sadri Maksudi, 1930 yılı sonlarına doğru Türk Dili İçin: Geçmişteki, Bugünkü ve Gelecekteki Yazı Dilimiz Üzerinde Düşünceler adlı kitabını Türk Ocaklarının yayın dizisi arasında yayımlamıştı. Gazi Mustafa Kemal, bu kitabın başına şu sözleri yazdı:
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Gazi M. Kemal
Bu öz deyişinin başında 2 Eylül 1930 tarihi yazılıydı. İşte bu sözler, 1932 yılının yaz aylarında yapılacak girişimin ana düşüncesini oluşturuyordu. Ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişte tarih ve dil birliğinin sağlanması gerekliydi. Bunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal, tarih ve dil konularında araştırma yapmak üzere birer cemiyet kurulması düşüncesindeydi. Türk tarihi ile ilgili bilimsel çalışmalar yapmak üzere önce Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 19 Nisan 1931’de kurulur. 2-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında da I. Türk Tarih Kurultayı toplanır. Kurultay hazırlıkları sırasında dil sorunu da gündeme gelir.
“1932 Temmuz ayında toplanacak olan Birinci Türk Tarih Kurultayı’nda okunacak tezlerin, Kurultay’dan önce, tartışmaları Atatürk’ün huzurunda yapılıyordu. İşte bu tarih çalışmaları ilerlerken Atatürk dil meselesini de ele almak gerekliliğini duymuştu.
Çünkü tarihî konuların işlenmesi sırasında filolojik, etnolojik araştırmaların zarurî olduğu meydana çıkıyordu. Atatürk dil nazariyelerini izah eden kitapları okuyor ve her tarihî konu içinde dil belgeleriyle halledilecek meseleler olduğunu görüyordu. İşte bu Birinci Türk Tarih Kurultayı’nın hazırlıkları sırasında, bu meselelerle meşgul oluyordu.
Tarihe yardımcı olacak dil incelemelerini aynı kurum içinde birçok kol olarak ayırmayı konuşmalarımız arasında bana telkin ediyordu”.
Tarih Kurultayı’nı büyük bir dikkatle takip eden Atatürk, bildirilerin sunulması sırasında dil sorununa yeniden eğilme fırsatı bulmuştu. Bildirilerini sunan değişik kuşaklardan tarihçilerin dilleri, özellikle kullandıkları tamlamaların farklılığı, dilin ön plâna alınması düşüncesini uyandırmıştı. Hatta Gazi Mustafa Kemal’e göre, bu işte hiç gecikilmemeliydi. Başlangıçta dil sorununun Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti bünyesinde bir kol olarak ele alınması düşünülür. Ancak, dil sorunu başlı başına ele alınması gereken bir konudur. Nitekim Tarih Kongresi’nin sonlarını Prof. Âfet İnan şöyle anlatır:
“Tarih Kurultayı’nın bitmek üzere olduğu günlerde, dil incelemeleri için ayrı bir teşekkülün lüzumu üzerine bana sorular sormaya başlamıştı... Benim bu hususta cevabım şu olmuştu: ‘Dil, tarihten ayrı bir metot ile incelenmesi gereken bir konudur.”
Kurultay’da seçilen Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin üyeleri 11 Temmuz 1932 günü Gazi Mustafa Kemal tarafından Köşk’e davet edilmişlerdi. Âfet Hanım, Yusuf Akçura, Samih Rifat, Sadri Maksudi, Hamid Zübeyr ve Macar Profesör Zayti Frenç’in de aralarında bulunduğu bir kurul, gelecek yıla yetiştirilecek büyük tarih kitabının bölümlerini ve bunları kimlerin yazacağını konuşuyorlardı. Akşamüzeri toplantıya Ruşen Eşref Bey de Gazi’nin özel konuğu olarak çağrılır. Ruşen Eşref Ünaydın, anılarında Türk Dil Kurumunun kuruluşuna nasıl karar verildiğini şu sözlerle anlatır:
“Akşamüzeri Çankaya’ya gittim. Kendileri birkaç vakittir Yeni Köşk’e geçmişlerdi. Yukarı katta, kitap odasının yanında çalışma salonunda huzurlarına çıktım... Salonun orta yerinde uzun masasının başında oturuyorlardı. O masanın etrafında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti azaları da vardı... Tarih konuşması bitmek üzere iken Gazi hazretleri, oradakilere sordular:
-Dil işlerini düşünecek zaman da gelmiştir. Ne dersiniz.”
Dil Encümeni görev yaptıktan bir süre sonra, çalışma hızını kaybetmiş, tahsisatı kesilmişti. Kısacası Encümen artık çalışmıyordu. Bunları yakından bilen Atatürk, o akşam Köşk’te hazır bulunanlara düşüncelerini şöyle açıklar:
“Öyle ise, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.”
Böylece bir dil “cemiyet”inin kurulması için ilk adımlar atılır. Ancak, hareketin çok çabuk gerçekleşmesini isteyen Gazi, bu arzusunu hazır bulunanlara söylediği şu sözleriyle belirtir:
“Yarın Hükûmete istida verip Cemiyet’in iznini almalı. Fakat bunun için daha önce bir reis, bir de umumî kâtip seçmeli. Ben her ikisini de burada, aramızda görüyorum.”
Samih Rifat başkan, Ruşen Eşref de kâtip olacaklardır. Üyelikler için de Ruşen Eşref’in teklifi üzerine Yakup Kadri ile Celâl Sahir uygun görülürler. Gazi Mustafa Kemal, cemiyetin nizamnamesinin hazırlanması için geçici olarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin nizamnamesinden yararlanılmasını, yenisinin ilerde yapılmasını önerir.
Gazi Mustafa Kemal, “bir dil cemiyeti kuralım” derken yeni cemiyetin ne gibi işlerle uğraşacağını kendi eliyle çizdiği şemada şöyle belirtmişti:
Filoloji ve Lengüistik Türk Dili
Filoloji ve Lengüistik Lûgat ve Gramer ve Etimoloji
Istılah Sentaks
Gazi Mustafa Kemal’in bu şema ile göstermeye çalıştığı konulara Âfet İnan daha değişik bir açıdan yaklaşıyor ve Gazi’nin görüşlerini şu ifadelerle ortaya koyuyordu:
“Atatürk’ün Türk Dil Kurumu için hedefi iki cepheli olmuştur:
1. Türk dilinin sadeleşmesi, halkın konuşma dili arasında bir birlik ve ahenk kurulması. Konuşma, edebiyat ve bilim dilimizin kesin kurallarla tespit edilerek tarihî metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar, derlemeler yaparak bir kelime ve terim hazinesi vücuda getirilmesi.
Bunların başarılması için zamana ve yeni bir kurulun sürekli çalışmalarına ihtiyaç gösteriyordu.
2. Dil incelemelerinde ikinci hedef, tarihî araştırmalarda belge olan, ölü veya eski dillerin metotlu bir şekilde incelenmesi ve mukayese edilmesi”
12 Temmuz 1932 günü Türk Dili Tetkik Cemiyetinin (TDTC) izinnamesi Emniyet-i Umûmiye (Emniyet Genel) Müdürlüğüne gönderilir ve böylece Cemiyet resmen tescil edilmiş olur. İzinname suretinde Cemiyetin kuruluş amacı “Türk dilini tetkik ve elde edilecek neticeleri neşretmek” olarak yazılmıştır.
TDTC’nin nizamnamesinin birinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti adlı bir cemiyet kurulduğu yazılmıştır. Maarif Vekilinin “fahrî reis” olduğu ikinci maddede belirtilmiş, Cemiyetin amacı ise nizamnamenin 3. maddesinde yer almıştır: “Cemiyetin maksadı Türk dilini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir”.
Birinci Türk Dil Kurultayı
Kuruluş işlemlerinin tamamlanmasının ardından Cemiyetin yapılanma işleri hızla tamamlanır. Ancak Cemiyetin kurulması, işlerin hallolduğu anlamına gelmemektedir. Yaz tatili için Yalova’ya giden, oradan da İstanbul’a geçen Gazi Mustafa Kemal, kurduğu Cemiyetin istediği faaliyetleri gerçekleştirebilmesi için tatil süresince bu yeni eseriyle yakından ilgilenmeyi sürdürecektir. Yalova’da dil işi için Türk tarihine çizdiği programdan ayrı ve yepyeni bir yol izler.
“Önce Kurultayı toplamak, tezi orada anlatmak, dil mütehassıslarının, ediplerin, şairlerin, gazetecilerin, muallimlerin düşüncelerini dinlemek, bütün milleti kendi dilinin işlerinde alâkalandırmak, nizamnameyi, programı kurultayda konuşturmak, merkez heyetini ona göre seçtirmek, sonra hızla çalışmaya geçmek.”
Daha sonra Dolmabahçe Sarayı’nda devam eden çalışmalar sırasında Eylül ayı içinde bir Dil Kurultayı’nın toplanacağının ilân edilmesini ve ilgililerin bu kurultaya çağrılmasını ister. 3 Eylül 1932 günü basına verilen ve ertesi gün gazetelerde yer alan bir beyanname ile toplantının yapılacağı duyurulur. Kadın, erkek her yurttaşın davetli olduğunu, doğrudan doğruya çalışmak arzusunda olanların Dolmabahçe Sarayı’ndaki Cemiyet Kâtipliğine başvurmaları istenir.
Yusuf Akçura, H. Cemil Çambel, Yunus Nadi gibi ilk müteşebbis heyet üyelerinden kimileri hastalık, gezi gibi sebeplerden dolayı İstanbul’da bulunamadığından, Gazi’nin isteğiyle yerlerine, dil tezini anlatıp savunacak kişilerden oluşan yeni bir kurul seçildi. Samih Rifat, Ruşen Eşref, Ragıp Hulûsi, Reşat Nuri, Dr. Ali Saim, Celal Sahir, Ahmet Cevat, Ahmet İhsan, Ali Canip, Hasan Âli, İhsan, Ruşeni, Yakup Kadri Beylerden oluşan bu kurulun başkanı Samih Rifat, Genel Sekreteri Ruşen Eşref, Veznedarı Celâl Sahir Bey’di. Samih Rifat Bey, hasta olduğu için Çamlıca’daki evinden Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir odaya taşınmış, doktor gözetiminde hasta yatağında Kurultay çalışmalarını yönetmiş, program ve tüzük taslağını hazırlamıştı.
Kurulun çalışmaları Gazi Mustafa Kemal tarafından benimsenir ve Kurultayın toplanacağı gün, 20 Eylül 1932’de basın aracılığıyla bütün yurda duyurulur. Kurultay’da konuşulacak başlıca konular şu üç başlık altında toplanmıştır:
1. Dilin menşei
2. Türk dilinin bugünkü hâli, asrî ve medenî ihtiyaçları
3. Türk dilinin müstakbel inkişafları
Kurultay, iki ay gibi çok kısa bir sürede hazırlanır ve 26 Eylül-4 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanır. Çağrılılar arasında dilciler olduğu kadar, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade, Halit Ziya, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, Hüseyin Rahmi, Mehmet Emin, Ahmet Haşim, Ahmet Rasim, Falih Rıfkı, Yunus Nadi gibi şair ve yazarlar da bulunmaktaydı. Daha Kurultay öncesinde Hüseyin Cahit’in tezi büyük tartışma yaratmıştı. Falih Rıfkı da Hüseyin Cahit’in düşüncelerine benzer düşünceler taşımaktaydı. Kurultay öncesi, bu görüşünü Atatürk’e açıklayan Falih Rıfkı’ya Atatürk:
-Çocuğum, senin de Hüseyin Cahit gibi düşündüklerin olabilir. Fakat ona cevap verecek olanların cesaretini kırma, der.
Hüseyin Cahit’in dilin kendi doğal gelişmesine bırakılması gerektiği ve dilde zorlama yapılamayacağı şeklindeki konuşmaları Kurultayda büyük tartışma yarattı. Ali Canip, Fazıl Ahmet, Hasan Âli, Samih Rifat karşı düşüncelerini belirttiler. Kurultay, Kurumun yürüteceği çalışmaların programını yapmış ve yöneticileri seçmişti. Kurultayda alınan kararlar, çalışmaların nasıl yapılacağını ortaya koyuyordu. Yapılması gereken işler şöyle sıralanmıştı: Türkçenin Sümer, Eti gibi en eski dillerle, Hint-Avrupa ve Sami dilleriyle karşılaştırmasının yapılması; Türkçenin tarihî gelişiminin araştırılması ve karşılaştırmalı dil bilgisinin yazılması; lehçeler ve terimler sözlüklerinin hazırlanması, Türkçe sözlük çıkarılması; halk dilindeki ve tarihî metinlerdeki Türkçe kökenli sözlerin derlenmesi, taranması ve yayımlanması; Türkçede söz türetme ilkelerinin belirlenmesi ve bu ilkelere uygun biçimde Türkçe köklerden yeni sözler türetilmesi; özellikle yazı dilinde sıkça kullanılan yabancı kökenli sözlerin yerini alacak öz Türkçe sözlerin önerilmesi ve yaygınlaştırılması; başka ülkelerde yayımlanan Türk dili ile ilgili yayınların toplanması, gerekli olanların Türkçeye çevrilmesi; Türk dili ile ilgili yazıların yer aldığı bir derginin yayımlanması; gazetelerde dil konularına özel sayfa ayrılması.
Birinci Türk Dil Kurultayı’nın ardından 17 Ekim 1932 günü Cemiyetten yapılan açıklamada Kurultay’da dil konusunda köklü işlerin yapılmasına karar verildiği ve bu işlerin yapılmasıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti Merkez Heyetinin görevlendirildiği belirtilir. Türk dilini, millî kültürün eksiksiz bir anlatım aracı hâline getirmek, çağdaş uygarlığın önüne koyduğu bütün gerekleri karşılayacak bir mükemmelliğe eriştirmek, temel unsurları öz Türkçe olan millî bir dil yaratmak Kurultayın amacı olarak gösterilmişti. Halkçılık ilkesine göre halk ile aydınlar arasında mahiyet bakımından iki ayrı dilin varlığı ortadan kaldırılmalı ve millî bir dil yaratılmalıydı. Bu amacı gerçekleştirmek için Türkçeye yabancı olan unsurları yazı dilinden atmak gerekiyordu. Bunun için de yazılı kaynakları, halk ağzında yaşayan dil malzemesini araştırarak geniş derleme ile büyük bir Türk Lûgati’nin hazırlanması, Türk lehçelerini içine alacak bir Türk Lûgati meydana getirilmesi, Türkçenin yazısını, bağlı olduğu oluşum yasalarını belirleyerek Türkçenin dil bilgisi ile söz diziminin ortaya çıkarılması sağlanmalıydı. Açıklamada terimler konusuna da önemli bir yer ayrılmıştı. Batı dillerinin hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki yüksek kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı taşımak üzere bilim dilimizin belkemiği olan terimleri de belirlemek gerekiyordu. Bütün bunlar, en güzel en uyumlu Türkçeye bağlı kalmak ilkesini gözden uzak tutmadan yapılacaktı.
Açıklamada bu çalışmaların başarıya ulaşabilmesi için bütün milletin, köylüsüyle şehirlisiyle emek birliği yapması gerektiği vurgulanıyordu. TDTC’nin açıklaması şu cümle ile sona eriyordu: “Bize en büyük güçlükleri yenmek için, en çetin engelleri yıkmak için her zaman fikir, kuvvet, cesaret ve emniyet veren Gazi Hazretlerinin Türk dilinin canlandırılması işinde de başımızda bulunması, bize yüksek delâlet ve işaretleriyle rehberlik etmesi işlerimizde muvaffakiyetin en kat’î bir delilidir”
Kurultay Sonrası Çalışmalar
Bu duyurudan sonra Bakanlar Kurulunca 21 Kasım 1932 tarihinde kabul edilen 13507 sayılı Söz Derleme Talimatnâmesi ve ardından da 1933 yılı baharında yayımlanan beyannamelerle, daha sonra Dil Devrimi olarak adlandırılacak çalışmalar başladı. Bütün ülkede bir anda dil seferberliği başladı. Yazı ve konuşma dilinde kullanılan Arapça sözlerin Türkçe karşılıklarının en kısa yoldan ve az zamanda bulmak işini yurttaşların yardımıyla gerçekleştirmek için anket hazırlandı. Bu anket için Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türkî adlı eseri esas alınacaktı. Bu sözlükte bulunan sözlerden konuşmada ve yazmada kullanılmakta olan Arapça ve Farsça sözler taranarak bunlardan karşılıkları aranacak olanlar birbiri ardınca listeler hâlinde her gün ajans, radyo ve gazetelerde bildirilecekti. Anketin sonucunun üç ayda alınması tasarlanıyordu. Bu çalışmayla bir karşılıklar kılavuzunun hazırlanması amaçlanmıştı. Açıklamada gazetelerin bu listeleri açacakları dil sütununda “halkın dikkatine çarpacak bir yolda neşredecek ve herkesin bu sözlere karşılık bulmasını teşvike elinden geldiği kadar çalışacak”ları özellikle belirtiliyordu. Listedeki sözlere karşılık olarak gönderilecek teklifler de gene bu dil sütunlarında yayımlanacak ve bu nüshalardan üçer adet Cemiyet merkezine gönderilecekti. Gazetelerin hacminin bütün cevapları basmaya yetmediği durumlarda basılamayan cevapların da gazeteler tarafından Cemiyet Merkezine gönderilmesi isteniyordu. Gazetelerin görevleri bununla da bitmiyordu. Gazetelerdeki bütün yazarlar, beğendikleri karşılıkları yazılarında kullanacaklardı. Böylelikle bu karşılıkların dilde tutunması amaçlanıyordu.
Ülkenin aydınlarından, okuryazarlarından da beklenenler bu beyannamede yer almaktaydı. Gazetelerde çıkacak, ajanslar ve radyolarla bildirilecek olan Arapça ve Farsça sözlere düşündükleri, beğendikleri öz Türkçe karşılıkları teklif olarak yazmak, bu karşılıkların bir suretini doğrudan doğruya Ankara’da TDTC Merkezine göndermek ve bir suretini de bulunduğu yerdeki gazeteye bildirmek görevi veriliyordu.
Cemiyet, 10 Mart 1933’te Anadolu Ajansına ve diğer basın kuruluşlarına gönderdiği beyannamede anket uygulamasının başlayacağını duyurmaktadır:
“TDTC’nin açtığı anket yarın başlıyor. Cemiyet, yarın radyolara, ajansa, gazetelere birinci liste olarak 16 söz bildirecektir. Bu sözler Kamus-ı Türkî’den seçilmiştir. Gazetelerin birinci dil anketi listesinin çıktığını birinci sayfalarında kalın harflerle göstermeleri ve listeyi göze çarpar bir yolda basmaları rica olunur.
Birinci listede yazılı sözlerin ister birine, yahut birkaçına, ister hepsine karşılık bulan yurttaşlar, bu karşılıkları gazetelere ve Cemiyete bildireceklerdir. Karşılık gönderenlerin listeleri birbirine karıştırmayarak, her listedeki sözler için ayrı birer kâğıt yazmaları, gelen karşılıkları dizilemekte çok işe yarayacaktır. Gazetelerin de gelen karşılıkları liste sayılarına göre ayrı ayrı yazmaları kolaylık verici bir şeydir.
Listedeki sözlere karşılık ararken, her sözün anlattığı düşünceye yakın başka düşünceleri de göz önünde bulundurmak, doğru ve uygun karşılık bulmaya yarar. Birinci listede çıkacak sözlerden biri de ‘âti’dir. Buna karşılık ararken, buna çok yakın olan ‘istikbal’, ‘müstakbel’ sözleriyle aradaki ince ayrılığı da düşünmelidir.
Bir sözün anlattığı türlü düşüncelere ayrı ayrı karşılıklar gösterilebilir. ‘Ati’ sözünün ‘gelecek zaman’, ‘aşağıda’ düşüncelerine uyan iki manasını birden bir Türkçe karşılıkla anlatamazsak ikisine ayrı ayrı karşılık ileri sürebiliriz. ‘İstikbal’ sözünün ‘zaman’ ve ‘karşılama’ manaları da böyledir.
Listeler sıra sayılarıyla çıkarılacaktır. Her listeye karşılık verenler cevaplarında liste sayısını anarak karşılık buldukları sözleri sıralamalı ve karşılarına da buldukları karşılıkları yazmalıdır.
Cemiyete gelen cevaplar ve gazetelerde yazılacak karşılıklar, sıralanarak, ileri sürülen türlü karşılıklar arasında en uygun görülen bir, yahut birkaç karşılık basılacak olan karşılıklar kılavuzuna konulacaktır.
Bu anket, her gün konuşup yazdığımız dilin içinde duran Arapça ve Farsça sözler yerine öz Türkçe sözler konulmasını kolaylaştıracağı için yurttaşların bu büyük dil işine ellerinden geldiği kadar yardım etmek isteyecekleri belli bir şeydir.
Türk yazarları da, ortaya dökülecek olan bu karşılıklardan beğendiklerini şimdiden yazılarında kullanarak dilimizin özleşmesinde öncülük etmiş olacaklardır.
Söz listeleri, günlerce bir harfle başlayan sözlere bağlanarak bıkkınlık vermemek için, her gün başka harfle başlayan sözlerden verilecek, sonra gene başa dönülerek kalanlar başka listelere konulacaktır.
Karşılıkları aranacak sözler için yabancı kökten geldiği sanılan her söz bulunacaktır. Bunların içinde çok yayılmış herkesin söylediği sözler de olabilir. O sözlere karşılık aranması, hatta bulunması onların dilden çıkarılacağı demek değildir.
Anketin nasıl yapılacağı için üç günden beri yazılan şeyler, bu işin her yanını ortaya koymuştur. Bununla beraber gazetelerden, yahut yurttaşlardan bir noktada tereddüde düşenler olursa, TDTC Merkezinde Neşriyat Kolundan sorulabilir.”
Belirlenen amacı gerçekleştirmeye yönelik çabalarda hükûmet ve yönetim Kurumu tam yetkiyle destekliyordu. Her ilde bir ‘dil heyeti’ kuruldu. Valinin başkanlığındaki heyette TDTC’nin yerel şubelerinin üyelerine ek olarak belediye başkanı, üst düzey bir askerî yetkili, maarif ve sağlık müdürlüklerinden yetkililer, lise müdürleri ve diğer yetkililer bulunuyordu. Aynı şekilde her ilçede en yüksek yerel görevlilerden oluşan benzer heyetler kuruldu. Çoğunluğunu öğretmenlerin oluşturduğu derleyiciler, derledikleri sözleri çeşitli bilgilerle birlikte fişlere yazıyorlar, bu fişleri TDTC Genel Merkezine gönderiyorlardı. Bu çalışmanın yapılmasında gösterilen özene karşılık derleyicilerin çoğunun dil bilimi öğretiminden yoksun olması yüzünden fişlerde yanlışlıklar ve eksiklikler vardı. Derleyicilerin çoğunun yeni Türk yazısını sözlerdeki sesleri işaret etmeden kullanması, imlâda birliğin sağlanamamasına yol açmıştı. Bu yüzden daha sonra yayımlanacak sözlükteki bu türden yanlışlar, eleştiri konusu olacaktır. TDTC, halk ağzından söz derleme çalışmasının yanı sıra tarihî metinleri de tarayarak yazı dilinde kullanılmayan eski Türkçe sözleri ortaya koydu.
İkinci Türk Dil Kurultayının toplandığı 18 Ağustos 1934 tarihine kadar olan dönemde TDTC’nin çalışmaları şöyle özetlenebilir: Halk ağzından söz derleme işi 1933 yılının ilk ayında başlamış, Kurultaya kadar Ankara’da biriken fiş sayısı 130.000’e ulaşmıştı. Yabancı sözlere karşılık bulma işi 12 Mart 1933’te başlamış, duyurulan 1.382 Arapça ve Farsça söze gelen karşılıklardan 1.100’ü anket komisyonunca seçilmiş, bunlardan 640’ı Merkezce kabul edilmişti. Çeşitli kaynakların taranmasıyla elde edilen 125.000’den fazla fişten 7.572’si Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi’nin birinci cildini meydana getirmişti. Çeşitli bilim dallarına ait terimleri bulmak üzere Cemiyetin Lûgat-Istılah Kolu 16 dala ayrılmış, hazırlanan Osmanlıca terimler, Türkçe karşılıkları bulunmak üzere ilgililere gönderilmişti. Türkçenin ana gramerini meydana getirebilmek için Gramer-Sentaks Kolu bir anket açmış ve ilgililere göndermişti. İki kurultay arasında 10’a yakın kitap yayımlanmıştı.
1934 yılında bu çalışmaların ilk ürünlerinden biri olan Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi yayımlandı. İki ciltten oluşan ‘dergi’nin birinci cildi Osmanlıcadan Türkçeye karşılıkları içeriyordu. İkinci cilt ise Türkçeden Osmanlıcaya indeks idi. Birinci cildin ilk sayfasındaki ithaf dikkati çekiyordu:
Türk Dili Tetkik Cemiyeti,
Türk dilinin özleştirilmesi ülküsünü ortaya atan, canlandırdığı, yenileştirdiği, ileri götürdüğü milletine asrın bütün medeniyetini, kültürünü ve tekniğini anlatabilecek bir öz dil yaratmak yolunu da açan
Yüksek Hami Reisi
Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine
borçlu olduğu tükenmez şükranlarını bir daha tekrarlar, bu değersiz eseri o çok değerli Başbuğun yüce adına en derin saygılarla ithaf eder.
Eserin ön sözünde 90.000’e varan tarama fişlerinin Cemiyetçe birer birer denetlenmesine imkân ve zaman bulunamadığı belirtiliyordu. Tarama Dergisi, esas itibarıyla bir işlenmemiş malzeme listesiydi. Dergi’de rastlanacak yanlışların hemen Cemiyete bildirilmesi de isteniyordu. Ön söz şu cümlelerle sona ermekteydi: “Hulâsa, Tarama Dergisi dilimizde kullanılan yabancı sözlere öz Türkçe karşılık arama yolunda yeni ve geniş bir adımdır. Bütün Türklüğün el birliğiyle bunun daha geniş adımlarla tamamlanacağını umarız.”
Dergi’de madde başında yer alan Arapça, Farsça kökenli sözlere karşılık olarak Türkçede, tarihî ve çağdaş lehçelerde yaşayan sözler verilmişti. Ön sözde de belirtildiği gibi Arapça, Farsça kökenli sözler yerine burada karşılıkları verilen Türkçe sözlerin kullanılarak Türkçenin özleşmesi amaçlanıyordu. Bu karşılıklar, pek çok kişi tarafından kullanılmaya başlandı. Bu, gerçekten sonuç verici bir çalışmaydı. Halkın konuşma dilinde veya Türk lehçelerinde bulunan sözlerin Türk yazı diline kazandırılması amaçlanıyordu. Tarama Dergisi’nin ikinci cildi gözden geçirildiğinde önerilen pek çok sözün zamanla tutulup yaygınlaştığı görülecektir: Ana yol, armağan, aydın, duyum, katıksız, olağan, olgun, onarmak, onay, ondalık, oturum, örnek, pekişmek, sayı, tüketmek... Bununla birlikte tutulmayan, yaygınlaşmayan sözler de az değildir: Alağsatmak, astrav, aylandırmak, aylanç, bayağut, dığaz, dımcukmak, dırdalaş, obuçin, sağut, soksok, tımarsık, tiriklük, yavzağırmak... Kimi sözlerin ise bugün başka anlamda kullanıldığı görülür. Sorun sözü “matlap, mesalih, mutalebe” karşılığında önerilmiş olmasına karşılık bugün “mesele” karşılığında kullanılmaktadır. Mesele karşılığında önerilen söz ise sorum idi. Tayyare karşılığında önerilen uçkan sözü tutulmamış, aynı Dergi’de yer alan uçak sözü tutulmuştur.
Osmanlı Türkçesinde kullanılan bir söze karşılık Dergi’de birden fazla Türkçe söz öneriliyordu. Bu durum, Arapça, Farsça söze karşılık verilen Türkçe sözlerden hangisinin kullanılacağı konusunda bir karışıklık yaşanmasına yol açtı. Herkes beğendiği bir sözü kullanıyordu. Dergi’de akıl sözü için 28 karşılık bulunuyordu: an, ang, anlayış, arga, ay, ayla, baş, biliğ, bilgü, böğüş, düşünme, es, is, kapar, kıygı, ok, on (ön), oy, öğ (ök), sağ, sağış, sime, uğuk, us, uz, üğ, ük, zerey. Acele sözü için ise tam 41 karşılık verilmişti.
Günlük dilde canlı bir biçimde kullanılan ve kullanım sıklığı yüksek olan sözler bile Arapça, Farsça oldukları için dilden atılacak sözler olarak anket listesinde yer alıyordu. Türkçenin özleşmesi çalışması bir anda yeni bir tasfiyecilik akımına dönüşmüştü. Bu dönem, bu yüzden daha sonra aşırı özleştirmecilik, tasfiyecilik dönemi olarak adlandırılacaktır. Türkçeye yabancı sesler taşıyan dükkân gibi sözlerin dilden çıkarılması yerine, biçimi ve anlamı değişmiş olan cömert, fırka gibi Arapça, Farsça sözlere karşılık önerilmesi, yabancı araştırmacılar tarafından da eleştirilecektir.
18 Ağustos 1934’te İkinci Türk Dil Kurultayı toplanır. Bu Kurultayda Türk Dili Tetkik Cemiyetinin adı Türk Dili Araştırma Kurumuna çevrilir. Takrirler ve teklifler komisyonunun raporunda resmî devlet yayınlarını ve devlet duyurularını öz Türkçeye çevirmekte iş birliği yapmak için Cemiyet Merkezinde devlet kurumlarına yardımcı bir büro kurulması teklifi de yer almaktadır. Prof. Meşçaninof, Prof. Samoiloviç gibi çeşitli yabancı Türkologların da katıldığı Kurultayda terimlerin Türkçe köklerden Türkçe eklerle türetilmesi ilkesi benimsenir. Kesin zorunluluk durumunda, batıda kullanılan bilim ve teknik terimlerin yaşayan yabancı dillerden değil de bu dillerin ana dili sayılan eski dillerden alınması ilkesi de terim komisyonu raporunda yer almaktadır. Bundan anlaşılan; gerektiğinde Fransız, Alman, İngiliz dillerinden terim almak yerine bu dillere kaynaklık etmiş olan Lâtince, Grekçe gibi ölü dillerden terim alınabileceğidir. Bu düşünce zamanla batı dillerinden geçen sözlere karşı daha ılımlı yaklaşıma dönüşecektir..
Gazi Mustafa Kemal, 3 Kasım 1934’te İsveç Veliahtı Prens Gustav Adolf’ü Çankaya Köşkü’nde kabul eder. Kabul töreninde Gazi, şu konuşmayı yapar:
“Altes Ruvayâl,
Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duygum tükel özgü bir kıvançtır.
Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan hiç durmıyacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız.
İsveç Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu bu iki ulus, ünlü, sanlı özlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.
Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir.
Avrupanın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmıya anıklanıyorlar: Baysal utkusu.
Altes Ruvayâl;
Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal, içinde erk sürmenin gücü işte bundadır.
Ünlü babanız yüksek kıralınız Beşinci Gustav’ın gönenci için en ısı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin, Altes Ruvayâl Prenses Luiz’in, sevimli kızınız Altes Ruvayâl Prenses İngrid’in esenliğini; tüzün İsveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum.”
Gazi Mustafa Kemal’in bu konuşmasında geçen tükel ‘tam’, uz ‘süre’, süerdemlik ‘askerî fazilet ve hüner’, yaltırıklı ‘nurlu, aydınlık’, özenç ‘gıpta’, bitim ucu ‘nihayet’, ıssı ‘sahip’, baysak ‘huzur’, önürme ‘gelişme’, kıldacı ‘amil’, anıklanmak ‘hazırlanmak’, tüzün ‘asil’ gibi sözler, tarama veya derleme yoluyla Dergi’ye alınmışlardı.
Gazi Mustafa Kemal, 1934’te Dil Bayramı dolayısıyla Kuruma gönderdiği iletide de öz Türkçe sözler kullanmıştı:
“Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genelözeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlarından birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım.
Gazi M. Kemal”
İlk geri adım, İkinci Kurultaydan sonra atılacaktır. Tarama Dergisi’nin yayımlandığı yıldan İkinci Türk Dil Kurultayına kadar geçen süre içerisinde Kurumun tutumunda önemli değişiklikler ortaya çıkmıştı. 1933-1934 yıllarında desteklenen aşırı özleştirmeciliğin dil karmaşasına yol açtığı, Arapça ve Farsçadan alıntılanan ve gündelik hayatta kullanılan yüzlerce sözün, Türkçe karşılıkları halk tarafından benimsenmeden dilden ayıklanması belirgin bir durumdaydı. Bu yüzden özleştirme girişiminde belirgin bir yavaşlama görülür. 1935’te yayımlanan Cep Kılavuzu’nun ön sözünde kılavuzun “yazarlarımıza ve okurlarımıza osmanlıcadan türkçeye geçit devresinde yol göstericilik edebilmek umudu ile” ortaya çıktığı belirtilmektedir. Bu dönem daha sonra “mutedil özleştirmecilik, tereddüt” dönemi olarak da adlandırılacaktır.
Öte yandan Kurum, bazı durumlarda Türkçedeki Avrupa dillerinden gelme söz sayısını bilerek artırıyordu. Cep Kılavuzu’nda Arapça, Farsça aktarma sözlerin bir bölümünün yerine batı dillerinden sözler alınmıştı: Kâtip yerine sekreter, müdür yerine direktör, nazariye yerine teori ve timsal yerine sembol. Bu düşüncenin güvenilir bir açıklaması 1935 yılında Kurumun Genel Sekreteri İ. N. Dilmen tarafından yapıldı. Dilmen, kâtib, müdir (müdür) gibi sözlerin geçmiş dönemin birer kalıntıları olduğunu söylüyordu. Türklerin batı uygarlığını bütünüyle benimsemekte olduğu bir dönemde bu tür terimlerin batı dillerinden olanları tercih edilmeliydi. Bu düşünce, Kurumun daha sonraki yıllarında da etkili olacaktı.
Dilde bir karmaşadır gidiyordu. Yeni sözlerle gazetelerin dil köşelerinde yazılar, şiirler yayımlanıyordu. Bu yazı ve şiirlerde herkes önerilen sözlerden hoşuna gideni kullanıyordu. Yerel gazetelerde de aynı yol izleniyordu. Ancak, gazetelerde dikkati çeken bir durum vardı: Dil köşesi dışındaki sayfalarda yer alan haber, yazı ve tefrikalarda kullanılan sözler açısından aynı özen gösterilmiyordu.
Kimi yazarlar, yazılarını önce kullandıkları dille yazıyorlar, daha sonra Tarama Dergisi’ne bakarak yazdıkları yazıda geçen ve yabancı sayılan sözlere karşılık öz Türkçelerini yazıyorlardı. Ertesi gün gazetede çıkan yazılarını yazarları bile anlayamıyordu. Bir akşam Atatürk, Şükrü Kaya’ya öz Türkçe konuşma yapmasını söyler. Şükrü Kaya, kekeler kalır. Olayı izleyen Falih Rıfkı Atay “İçişleri Bakanımız Orta Asya’dan gelip derdini anlatamayan birine benziyor.” demekten kendisini alamaz.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde Atatürk’ün dil konusunda bir deneme yaptığını yazacaktır. Halk ağzından tarama sözlerin, sadece görünürde ve sayı bakımından zenginliği ile öz ve ileri bir Türkçe davası üzerine Atatürk’ün o kadar merakını uyandırmışlardı ki, bu bir denemeye değerdi. Atatürk, denemeden ürkmeyen, onun bütün risklerini kabul eden bir liderdir. Öz bir dil denemesinde sonuç alıncaya kadar, bu teze inanmış ve bağlanmış etkisi verecek, en “acayip” sözleri bizzat Atatürk Meclis kürsüsünde kullanmaktan çekinmeyecekti. Daha Birinci Türk Dil Kurultayının ilk günü Hüseyin Cahit’in tezi ve yapılan tartışmalar üzerine Atatürk, Hüseyin Cahit ile benzer düşünceleri savunan Falih Rıfkı’ya:
-Çocuk senin hakkın varmış ! diyecekti. Ancak, aşırı özleştirmecilik yeni bir anlaşılmaz dil yarattığında Falih Rıfkı, Atatürk ile aralarında geçen konuşmayı şu sözlerle anlatır:
“Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti,
-Dili bir çıkmaza saplamışızdır, dedi.
Sonra:
-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda ? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız, dedi.”
Falih Rıfkı Atay’ın deneme diyerek tanımladığı bu yaklaşımı Hikmet Bayur “keşif” olarak adlandıracaktır.
Atatürk’ün Üçüncü Dil Bayramı dolayısıyla Türk Dil Kurumuna gönderdiği telgrafta kullandığı dil, gelişmelerin ilk işareti olacaktı:
“İbrahim Necmi Dilmen,
Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri, Dolmabahçe,
Üçüncü Dil Bayramını kutlayan telgrafınızı aldım. Türk Dil Kurumunun verimli çalışmasını ve bütün yurttaşların dil işlerine gösterdiği büyük ilgiyi sevinçle anarım. Bayramınız kutlu olsun.”
Yerleşmiş ve yaygınlaşmış yabancı kökenli sözlerin dilden atılmasının tam anlamıyla tasfiyeciliğe döndüğü bir dönemde, yitirilen bu sözler başta yazarlar olmak üzere pek çok aydının dikkatini çekiyordu. Yabancıdır diye tasfiye edilen, ancak dilde gerekliğine inanılan sözlerin kurtarılması için bir şeyler yapılması gereğine inanan Falih Rıfkı Atay, bu işi nasıl yaptıklarını şöyle anlatır. ‘Lûgat Komisyonu’ genişletilerek yeni üyeler çalışmaya katılır. Yabancı kaynaklı hangi söz gündeme gelse, bu sözün Türkçe kökenli olduğu söyleniyor ve bu söz dilden çıkarılmaktan kurtuluyordu. Yusuf Ziya Bey batı kökenli sözlerin, Naim Hazım Bey de Arapça kökenli sözlerin köklerini Türkçeye çıkarıyorlardı. Sıra hüküm sözüne gelir. Falih Rıfkı “Bir karşılığı yoksa, alıkoyalım.” der. Üyeler, kabul etmez ve tartışma çıkar. Toplantıdan sonra Prof. Abdülkadir (İnan), Falih Rıfkı’ya gelerek, üzülmemesini, hüküm sözünü bir sonraki toplantıda Türkçe yapacaklarını söyler. Ertesi gün toplantıdan önce Prof. Abdülkadir İnan, Falih Rıfkı Atay’ın eline küçük bir kâğıt tutuşturur. Kâğıtta Radloff sözlüğünde Türk lehçelerinde akıl için ög, ök, ük sözünün kullanıldığı yazılıdır. +(ü)m eki ile de ad türetildiğini bilen Falih Rıfkı Atay sözü alarak Arapça ‘hüküm’ sözünün Türkçe olduğunu örneklerle anlatır. Komisyonun üyeleri susup kalırlar. Böylece hüküm sözü dilde kalır. Falih Rıfkı, uydurmacılığın değil, ama yakıştırmacılığın temelini attıklarını yazacaktır. Hukuk profesörü olan Yusuf Ziya Bey, hızını alamamış Aphrodite adının Türkçe avrat ya da arvat’tan, deniz ilahı Poseidon adının Türkçede gemi anlamındaki bostagen sözünden, vulcanus sözünün de Türkçe bulanık anlamındaki bulkanığ sözünden geldiğini ileri sürmüştür.
Güneş-Dil Teorisi ve Özleşmede Geri Adım
İşte tam bu günlerde, 1935 yılının sonlarına doğru Viyanalı Dr. Hermann F. Kıvergitsch, 41 sayfalık basılmamış bir çalışmasını Atatürk’e gönderir. La psychologie de quelques elements des langues turques “Türk Dillerindeki Kimi Ögelerin Psikolojisi” adındaki bu eser, sosyolojik ve antropolojik çalışmalara dayanmaktadır. Bu veriler, psikanaliz görüşleri ile de birleştirilerek, insanın iç benliği ile dış dünyası arasındaki bağlantının dildeki seslerin sembolizmine dayandığı düşüncesiyle de pekiştirilmektedir. Dr. Hermann F. Kıvergitsch, bu düşünceden hareketle kendi yöntemini uygulayarak, Türk, Moğol, Mançu, Tunguz dilleri ile Fin, Macar, Japon, Hitit dilleri arasında bir yakınlık olduğunu ortaya koyacak delilleri değerlendiriyordu. O sonbahar, İstanbul’dan Ankara’ya rahatsız dönen Atatürk, Kurum üyelerini yanına çağırır. TDK üyelerini yatakta karşılayan Atatürk, Dr. Hermann F. Kıvergitsch’in çalışmasından söz eder. Dr. Kıvergitsch’e göre ilk tefekkür güneşle ilgilidir. Dillerin doğuşu da bu nedenle güneşe bağlanmalıdır.
Bu çalışmadan etkilenen Atatürk, konu üzerinde çalışmaya başladı. Bu çalışmanın sonucunda Atatürk tarafından hazırlanan bir eser yayımlanır. 68 sayfalık bu eserde Dr. Kıvergitsch’in çalışmasının okunduğu ve bu çalışmadan yararlanıldığı belirtilmektedir. Kısaca ‘Güneş-Dil Teorisi’ adıyla anılacak bu yeni düşünce şöyle özetlenebilir. Güneş Dil Teorisine göre dilin doğuşunda ilk etken güneştir. Bu da güneşin insan varlığı üzerindeki ana işlevi ile ilgilidir. Güneş, dünya ve insanlık tarihinin gelişmesi üzerindeki bu ana işlevi ile dinî ve felsefî düşüncenin doğuşuna kaynaklık ettiği gibi dilin doğuşunda da başlıca etken olmuştur. Çünkü insanoğlu içgüdüleri ile davranan bir yaratık olmaktan çıkıp da düşünebilen bir varlık hâline gelince, dış alanlar dediğimiz evrende her şeyin üstünde tuttuğu ilk nesne güneş olmuştur. Güneş; ilkin kendisi, sonra saçtığı ışık, verdiği aydınlık ve parlaklık, ateş, taşıdığı yükseklik, zaman, büyüklük, güç, kudret, hareket, süreklilik, çoğalma ve benzeri nitelikleri ile düşünen insanın kafasında çok yönlü bir kavram olarak belirmiştir. Bu yüzden ilk insanlar su, ateş, toprak, büyüklük ve benzeri bütün maddî ve manevî kavramları birbirlerine, güneşe verdikleri tek adla anlatmışlardır. Bu kavramı anlatan ilk ses de Türk dilinin kökü olan ağ sesidir.
Güneş-Dil Teorisi Üçüncü Türk Dil Kurultayı’nda
Türk dilinin eskiliğini ortaya koyan bu teori, aynı zamanda dünyadaki dillerin de Türk dilinden kaynaklandığını ve Türkçenin bütün dillerin kökü olduğu düşüncesini de işliyordu. Yıllardır Arapça ve Farsçanın etkisi altında kalan, bir dönem Osmanlı aydınları ve yazarları tarafından avam dili diyerek hor görülen Türkçe için bu teori bir övünç kaynağı olmuştu. Aynı yıl İbrahim Necmi Dilmen, teorinin ana hatlarını ele alan bir kaynak eser yayımladı. 1936’da da bu eserin Fransızcaya çevirisi çıktı. Güneş-Dil Teorisini açıklayan çalışmalar birbirinin ardı sıra yayımlanıyordu. Çalışmalar ve yayınlar birbirini izlerken 24 Ağustos 1936 günü Üçüncü Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurumun adının Türk Dil Kurumuna dönüştüğü bu Kurultayda en fazla gündeme gelen, üzerinde durulan ve tartışılan konu Güneş-Dil Teorisidir. Kurultayda İbrahim Necmi Dilmen, H. Reşit Tankut, tezlerini okurken dinleyenlerin örnekleri kolay izleyebilmesi için kitapçıklar da bastırmışlardı.
Kurultaya aralarında Dr. Kıvergitsch’in de bulunduğu çok sayıda yabancı bilim adamı katılıyordu. Bunlar arasında Prof. Dr. Gies, Prof. Dr. M. J. Deny, D. Ross, Dr. Bombaci, Dr. Bartalini, Prof. Dr. G. Németh, Prof. Dr. M. Zajanczkowski, Prof. Dr. Samoiloviç gibi tanınmış Türkologlar da bulunuyordu. Kurultayda Genel Sekreterliğe İbrahim Necmi Dilmen seçilmişti. Kurum Başkanı ise ana tüzük gereği yine dönemin Maarif Vekili idi. Bu dönemde Kültür Bakanı Saffet Arıkan bu görevi yürütüyordu.
Üçüncü Türk Dil Kurultayından sonra Güneş-Dil Teorisi üzerine çalışmalar ve yayınlar artarak sürdü. Özellikle 1936 yılında yoğunlaşan bu yayınlarda yabancı kökenli sözlerin neredeyse tamamının Türkçe kökenli olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştı. Teorinin ortaya atılmasından önce başlayan yabancı sözlerin kökenini Türkçeye bağlama düşüncesi, bu teori ile artık bir dayanağa da kavuşmuştu. Elektrik sözü tarihî Türkçe metinlerde geçen yaltırık > yıltırık > ıltırık ‘parlak’ ile açıklanıyor, botanik sözü bitki’ye bağlanıyor, sosyal sözünün kökünün soy, termal sözünün kökünün ise ter olduğu ileri sürülebiliyordu. Abdülkadir İnan yazdığı ders notlarında Slâv dillerindeki kimi sözleri de Güneş-Dil Teorisine göre Türkçeye bağlıyordu. Yer adları üzerine de çalışan H. Reşit Tankut; Sümer, Akat, Frig, Asur gibi eski uygarlıklardan kalan adları da Güneş-Dil Teorisine göre açıklıyordu. Örneğin Amazon adı şu gelişmenin sonucunda ortaya çıkmıştı: Amazon = ağ + am + az + on. Aristotales adının ise Ali usta’dan geldiğini yazanlar bile vardı.
Bilimsel bir değeri olmayan bu açıklamalar ve yayınlar bir süre daha devam etti. Teorinin ortaya atıldığı 1935 yılında 1 kitap yayımlanmıştı. 1936’da ise 17 kitap yayımlanmıştı. 1937’de yayımlanan 4 ve 1938’de yayımlanan 3 kitaptan sonra bu teoriyi işleyen, yayan başka kitap yayımlanmadı. Bu durum 1938’den sonra Güneş-Dil Teorisinin ele alınmadığının göstergesidir.
Güneş-Dil Teorisi, Dil Devriminde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Teoriye göre madem bütün dillerin kaynağı Türkçe idi, o halde Türkçeye bu dillerden geçen sözlerin kökeni de Türkçe idi. Bu düşünce ile dildeki yabancı kökenli sözlerin atılması hareketi olan tasfiyecilik tamamen durdu. Agâh Sırrı Levend, bu durumu yabancı sözlere Türkçe karşılık bulma işinin durması olarak yorumlayacaktır. Levend’in belirttiği bir diğer sonuç ise aşırı çabaların durması, dil çalışmalarında yeni bir döneme girilmesi, hatta devrimcilik bakımından geriye dönüşe yol açılmasıdır. Kâmile İmer de, yabancı sözlere karşılık bulma işinin bir süre duracağını yazacaktır. Daha sonra belirtileceği gibi Atatürk, dilde aşırı gidişi durdurmak için bu teoriyi kullanmıştı. Zeynep Korkmaz’a göre Güneş-Dil Teorisi, tasfiyecilik hareketini frenleme görevini yüklenmiştir. Hikmet Bayur, Atatürk’ün Dil Devrimindeki çalışmalarını “keşif” ve “keşf-i ta’arruzî” gibi askerî terimlerle açıklamıştır. Bayur’a göre Güneş-Dil Teorisi “keşf-i ta’arruzî”dir. Güneş-Dil Teorisinin tasfiyeciliğin sona erdirilmesinde ve orta yola dönülmesinde oynadığı rol, pek çok araştırmacının yazısında ele alınmıştır.
Atatürk’ün 1936 yılındaki Dil Bayramı dolayısıyla gönderdiği telgrafta kullandığı sözler ilgi çekicidir:
“Bay İ. N. Dilmen,
Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri
İstanbul
Dil Bayramını mesai arkadaşlarınızla birlikte kutladığınızı bildiren telgrafı teşekkürle aldım. Ben de sizi tebrik eder ve Türk Dil Kurumuna bundan sonraki çalışmalarında da muvaffakiyetler dilerim.”
Atatürk, Kurumun bir bilim akademisine dönüşerek çalışmalarını tamamen bilimsel temellere dayalı olarak sürdürmesi için “akademi” hâline gelmesi dileğini 1 Kasım 1936’da TBMM’nin beşinci dönem ikinci yasama yılının açış konuşmasında seslendirecektir:
“Başlarında kıymetli Maarif Vekilimiz bulunan Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun, her gün yeni hakikat ufukları açan, ciddî ve devamlı mesaisini takdirle yâd etmek isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddolunamaz ilmî belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim âlemi için, dikkat ve intibahı çeken, kutsal bir vazife yapmakta olduklarını emniyetle söyleyebilirim. (Alkışlar). Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar neticesinde, meydana çıkardığı, beş bin beş yüz senelik maddî Türk tarih belgeleri, cihan kültür tarihini yeni baştan tetkik ve tamik ettirecek mahiyettedir. Birçok Avrupalı âlimlerin iştirakiyle toplanan, son Dil Kurultayı’nın ışıklı neticelerini bizzat görmüş olmakla çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde, ulusal akademiler hâlini almasını temenni ederim. Bunun için, çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin, dünya ilim âlemince tanınacak, orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmamızı dilerim.”
Terimlerin Türkçeleştirilmesi ve Geometri Kitabı
Atatürk, bu arada geometri terimleri üzerinde çalışmış ve yıllardır kullanılan çoğu Arapça kökenli terimleri Türkçeleştirmiştir. Türk Dil Kurumunun yayımladığı Geometri kitabındaki üçgen, dörtgen, açı gibi pek çok terim Atatürk’ün buluşu olarak dilimize kazandırılmış ve yaygınlaşmıştır. Atatürk, Kurumun çalışmalarını her zaman yakından izlemiş ve pek çok çalışmaya bizzat katılmıştır. 12 Mart 1937’de yapılan Terim Kolu toplantısına katılan Atatürk, altı saat süreyle üyelerle birlikte çalışmıştır.
Atatürk, 26 Eylül 1937’de Dil Bayramı dolayısıyla Kurum Genel Sekreterine gönderdiği telgrafta da o gün için dilde yaşayan Arapça sözleri de kullanır: “Dil Bayramı münasebetiyle Türk Dil Kurumunun hakkımdaki duygularını bildiren telgrafınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmalarınızda muvaffakiyetlerinizin temadisini dilerim.” Sadece Dil Bayramlarında gönderdiği telgraflarda kullandığı dil dikkate alınırsa Atatürk’ün Dil Devriminde izlediği yol açıkça görülür.
Atatürk’ten Sonra Türkçe
Kurumlara verdiği önemi, İş Bankasındaki hisselerinin gelirlerinden Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun pay alması için vasiyetnamesine bir madde ekleyerek gösteren Atatürk’ün ölümünden sonra Türk Dil Kurumunun Koruyucu (Hami) Başkanı İsmet İnönü olur. 1940’tan sonra 1950’ye kadar olan dönemde görülen durum, yabancı sözler yerine Türkçe kök ve eklerden yeni sözlerin türetilme çalışmalarının yapılmasıdır. 1945’te Teşkilât-ı Esasiye Kanununun Türkçeleştirilmesi, önemli bir çalışmadır. Bu çalışma, genel dil ile devlet dili arasındaki ayrılığın ortadan kaldırılması bakımından önemli bir iş olarak değerlendirilecektir. 1944’te TDK’nin başvuru kaynaklarından Türkçe Sözlük yayımlanır. Sözlük Cumhur Reisi İsmet İnönü’ye ithaf edilmiştir. Ön sözde Türkçe Sözlük’teki yabancı kökenli sözlerle ilgili olarak yapılan açıklama ilgi çekicidir: “Bundan önce çıkmış lûgat ve kamuslardaki yabancı söz bolluğu ve öz Türkçe söz azlığı göz önünde tutularak bu eserler Sözlükle karşılaştırılırsa, görülecektir ki günümüzün canlı dilinde yaşıyan yabancı kelimeleri ihmal etmediği halde, bu kitap dil devrimi yolunda atılmış bulunan adımın genişliğini belirtmektedir. Bununla beraber Kurum burada yer almış yabancı sözlere dilde yaşama hakkını vermek istemiş olmadığını açıkça bildirmeği borç sayar; bu yabancı sözlerden öz Türkçe karşılığı bulunmuş ve karşısına yazılmış olanları konuşmada ve yazıda kullanmamalarını bütün dilseverlerden diler; henüz karşılığı bulunmamış olanlara da birer öz Türkçe karşılık aramayı kendisine ödev bilir; bu sözlüğün ileriki basılışlarında yabancı sözlerden daha pek çoğunun karşısına öz Türkçelerini koymak mutluluğuna ereceğini umar...” Sözlüğün söz varlığı 15.000 civarındadır. Şemsettin Sami’nin 1899-1901 yılları arasında yayımladığı Kamus-ı Türkî’sinde 26.000 söz varlığı bulunduğu dikkate alınırsa, aradan geçen 45 yıldaki dilde gelişmeye karşılık söz varlığındaki azalma, tasfiyeciliğin boyutlarını ortaya çıkarır.
Sonuç
Türk yazı dilinin tarihçesini verdiğimiz ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçenin gelişimini, genel görünümüyle ele aldığımız bu yazımızda görüleceği gibi, Türkçe en büyük gelişmeyi, sadeleşmeyi ve zenginleşmeyi son yetmiş yılda yaşamıştır. Yetmiş yıllık bu dönemde Türkçenin gelişmesinde Dil Devriminin ve Türk Dil Kurumunun önemli bir yeri vardır. Gerek Tanzimat döneminde, gerek Servet-i Fünun döneminde, gerek Millî Edebiyat döneminde yapılan dil tartışmaları Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra da sürmüştür. Ancak, bu tartışmalar Atatürk’ün dil konusundaki en büyük atılımı yapmasına zemin hazırlamıştır. Hiç kuşkusuz, gerek yazı konusunda, gerek dil konusunda en etkili, en kararlı ve sonuç alıcı adımları Atatürk atmıştır.
Alfabe konusundaki tartışmalar, bugün artık tamamen sona ermiştir. Yeni Türk yazısının Türkçeyi karşılamadaki mükemmelliği konusunda tereddüt yoktur. Üstelik bütün Türk dünyasında ortak alfabe olarak Lâtin kökenli yeni Türk alfabesinin kullanılması konusunda Türk kamuoyunda düşünce birliği de oluşmuştur.
Türkçenin sadeleşmesi konusu da zaman içinde çeşitli tartışmalardan sonra durulmuş ve dil doğal gelişimi içerisinde Türk Dil Kurumunun da bilimsel çalışmalarıyla gelişimini sürdürmüştür. Bugün artık aşırı özleştirmeciliğin, daha doğru bir söyleyişle tasfiyeciliğin Türkçeye yarar sağlamayacağı anlaşılmıştır. Dilde zorlama olamayacağı, dilde yaşayan hiçbir sözün zorla dilden atılamayacağı veya yasaklanamayacağı artık herkesçe anlaşılmıştır. Küreselleşmenin getirdiği bir olumsuzluk olarak Türkçedeki batı kökenli sözlerin çoğunluğunun ve yoğunluğunun artmasının getirdiği olumsuzluklar, dildeki kirlenme ve bu yabancılaşmaya karşı mücadele edilmesi düşüncesi, hemen her dilcinin ortak görüşüdür. Ortak noktalarda buluşmak ve anlaşmak, tartışmaları sona erdireceği gibi, oluşacak anlaşma zemini, dildeki diğer görüş ayrılıklarının da zamanla ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.
Kaynakça:
Prof. Dr. Mine Mengi, Mesîhî Dîvânı, Atatürk Kültür Merkezi yayını, Ankara, 1995, s. 231