ç.ü. türkolojiÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

MAKALELER

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAKİ CERRAHİ ÇALIŞMALARINDAN BAZI ÖRNEKLER

ESİN KÂHYA*

Cerrahi diğer tıp konularına nisbetle daha yavaş bir gelişim çizgisi izlemiştir. Her ne kadar cerrahi uygulamaları arasında kabul edilen kı­rıkçılık tatbikatları ve bazı basit yara tedavilerine çok erken tarihlerden itibaren raslanmaktaysa da, konuyla ilgili gelişmelerin belli bir düzeyde ele alınması için, hatta bugünkü anlamda cerrahi için ondokuzuncu yüzyılı beklemek gerekir.

Tarihte cerrahi ile ilgili ilk uygulamalara ilk uygarlıklarda rastlanmaktadır. Bunlardan Mezopotamya’da uygulamanın kurallarını belirle­mek üzere bazı yasaların getirildiğini görüyoruz. Hamurabi kanunlarında ameliyatlarda başarı olmadığı takdirde, eğer hasta asillerdense dokto­run elleri kesilmekteydi. Bazı tıp tarihçilerine göre, bu tip uygulamalar cerrahinin gelişimini menfi yönde etkilemiştir. Ancak, fikrimizce bu tip yasal uygulamalardan çok cerrahinin gelişmesini etkileyen nedenler, anatomi ve fizyoloji bilgisi kadar, bunlara dayalı olarak yeterince gelişmemiş olan patoloji bilgisidir. Bunlara ilave olarak, şüphesiz ki Pasteur’ün çalışmalarının ve buna bağlı olarak, antibiyotik ve analjezikler üzerin­de çalışmaların son derecede önemli rolü vardır.

Genel olarak tıpta otorite olarak kabul edilen Hippokrates, Galen ve daha sonra İslâm Dünyasında Razî, Ali b. Abbas ve İbn Sînâ gibi he­kimler, her ne kadar pek cerrahi ile ilgilenmemişlerse de, zaman zaman cerrahi tedaviye baş vurmak zorunda kalmışlardır. Onların cesaretini kıran şüphesiz ki cerrahi tedavinin sonucunun daima başarılı olmama­sı, hatta ölüm riskinin yüksek olması olmuştur. Yukarıda adı geçen he­kimlerden İbn Sînâ ve Ali b. Abbas bu konuya nisbeten daha cesaretle yakalaşan hekimler arasındadır. Onlar da yukarıda ifade edilmiş olduğu gibi, cerrahi tedavide anatomi bilgisinin önemini vurgularken, cerrahi müdahale sırasında ve daha sonraki temizlik kuralları üzerinde ısrarla durmuşlardır. Her ikisi de ameliyat sırasında temiz aletlerin kullanılması gerektiği, hastanın ameliyat sonrası bakımının çok önemli ol­duğu ve nasıl muamele edilmesi gerektiği üzerinde önemle durmuşlardır.

İslâm Dünyasında cerrahi konusunda, her ne kadar başka bazı he­kimlerde de az da olsa bilgilere rastlamak mümkünse de, bu alanda isim yapmış olan kişi Ebu’l-Kasım ez- Zehravî’dir. Zehravî onuncu yüzyıl sonu onbirinci yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir bilim adamı olup, bu bil­gilere göre, o İbn Sînâ ile çağdaştır. Zehravî, meşhur eseri et-Tasrifın dokuzuncu bölümünü cerrahi tedavisine ayırmış; bu konuda ayrıntılı bilgi vermiştir. Daha sonra yapılan çalışmalarda ve yazılan eserlerde onun bu açıklamaları önderlik etmiştir.

Onun etkisini taşıyan Osmanlı devri bilim adamlarından biri de Sa­buncuoğlu Şerefedin’dir. Sabuncuoğlu’nun (doğumu 1404, Amasya) üç kitabı vardır. Bunlardan biri Cerrahiyetü’l-Haniye adlı eseridir. O bu eserini 1465-66 tarihinde zamanın Sultanı Fatih için yazmıştır. Cerrahiyetü’l-Haniye Osmanlı İmparatorluğunda yazılmış nadir cerra­hı eserlerindendir. Ayrıca resimli olması açısından da önem taşıyan bu eser, biraz önce adı geçen İslâm Dünyasının meşhur cerrahi, Zehravî’­nin söz konusu eserinin çevirisi olduğu iddia edilmiştir. Cerrahiyetü’l­-Haniye, Zehravî’nin söz konusu eseri ile mukayese edildiğinde, her ne kadar iki eser birbirine benzerse de bazı farklı noktalar da yok değil­dir. Benzerliklerden biri her iki eser de resimlidir. Bunlardan Zehravî’­nin eserinde sadece cerrahi müdahelerde kullanılan alet resimleri verilmişken, Sabuncuoğlu’nda cerrahi aletlerin yanı sıra, cerrahi müdahaleleri gösteren resimler de bulunmaktadır. Bu resimler sayesinde biz, cerrahi aletlerin yanı sıra onların nasıl kullanıldığı, hasta ve dokto­run cerrahi müdahale sırasındaki pozizyonları hakkında da fikir edinmemiz mümkün olmaktadır.

İki eser içerik olarak karşılaştırıldığında, bazı farklı noktalar belir­lemek mümkündür. Örneğin dağlama kısmı, her iki eserde de karşılaştı­rıldığında, benzer açıklamalar bulunduğu görülür, ancak, Şerefeddin Sabuncuoğlu’da, farklı olarak kulunç tedavisinde de dağlama yapılabileceği ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda açıklamalar vardır. Ge­rek Zehravî’deki gerekse Sabuncuoğlundaki dağlama noktaları günümüzde incelendiğinde, akupunktur noktalarıyla bir paralelizm gösterdiği belirlenmektedir.

Aynı şekilde, her iki yazar da idrar tutulması ve mesane taşlarıyla ilgili açıklamalar karşılaştırıldığında konunun ortaklığının getirdiği ba­zı benzer veya aynı bilgilerle karşılaşılmaktadır ki bu da doğaldır. An­cak Sabuncuoğlu’nun sözkonusu eserinde Zehravî’den farklı bazı uygulama ve aletlere raslanmaktadır. Örneğin Zehravî’den farklı olarak Sabuncuoğlu böbrek ağrılarında dağlama yapılmasını önermektedir. Sabuncuoğlu bu konuda yapılacak dağlamayı şöyle belirlemektedir: “dağlama böbrek üstüne üç gün üstüste uygulanmaktadır. Dağlamadan sonra, dağlama yerine melhem tatbik edilir. Bu usul pek az kullanılır, çünkü çok acı verir”. 1

Sabuncuoğlu, mesane taşlarında uygulanan ameliyattan sonra, ame­liyat sonrası kanama olduğu takdirde ne gibi bir muamele yapılması gerektiğini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Ona göre, kanama olduğu takdirde bu kan eğer mesanede kalırsa tehlike yaratır; dolayısıyla yapı­lacak müdahale son derecede önemlidir. Burada Zehravî’nin önerdiği kanamayı durdurmak için kullanılan göz taşının yanı sıra, kardeş kanı da kullanılmış, ayrıca daha sonra ağrıyı ve gerginliği almak üzere ılık su ve zeytinyağı ile pansuman yapılması önerilir.

Aynı şekilde, mesane yaralarının tedavisi konusunda, Zehravî dahil, daha önceki hekimlerden farklı olarak, Sabuncuoğlu lavman tedavisi öner­mektedir. Bu tedavide o iki farklı alet kullanmaktadır. Bunlardan biri bir nevi kabaktan yapılmıştır. Ona zerrâka der. Aletin iğneye tekabül eden bir ucu vardır. Gövde kısmında, enjeksiyonun piston görevini yapacak bir kısım bulunur. İnce, uzun olan kısmın yan taraflarında delik­ler vardır. Bu delikler aletin sıvıyı içine çekmesi ve dışarı atmasında yardımcı olur. Alet penise tatbik edilir.

Sabuncuoğlu’nun aynı şikayette kullandığı bir başka alet, kama şek­lindedir; onun ucuna kuzu mesanesi geçirilmiştir. Mesane kama şeklin­de bir yapıya bağlanmadan önce, içine zerkedilecek ilaç konmuştur. Bu alet de penisten tatbik edilir.

Bunlara ilave olarak, hekimimiz aynı hastalık için bir üçüncü düze­nek kullanmıştır. Burada ‘dağarcık’ alınır, ona sofra gibi bir şekil veri­lir, torba şekline sokulup, ağız kısmına delikler açılır; ve bu deliklerden ipler geçirilerek, o bir torba şeklinde ağzı büzülerek kapatılır, ama da­ha önce içine gerekli ilaç konur, ve hastaneye uygulanır. 2

Osmanlı İmparatorluğunda genellikle, daha önce İslâm Dünyasında görüldüğü gibi cerrahi konusundaki eserlere az rastlanır. Örneğin, da­ha önce, İslâm dünyasında yaşamış olan meşhur hekim İbn Sînâ da cer­rahi ile ilgili müstakil bir eser kaleme almamış olmamakla birlikte, el-Kânun adlı eserinin dördüncü cildinde muhtelif cerrahi müdahale­lerle ilgili ayrıntılı bilgi vermektedir. Aynı şekilde, onuncu yüzyılda yaşamış olan Ali b. Abbas’da da bu konuda bazı kıymetli açıklamalar vardır. Özellikle göz hastalıklarıyla ilgilenen hekimleri medikal tedavinin yanı sıra, göze yapılacak cerrahi tedaviler hakkında ayrıntılı açıklamalar ver­mişlerdir.

Yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, hekimler genel olarak cerra­hi ile ilgili bilgileri kaleme aldıkları eserlerin patoloji kısmında tedavi­nin bir parçası olarak ele almışlardır Ancak, yine yukarıda da belirtildiği gibi, az da olsa cerrahi ile ilgili bazı monografik eserler vardır. Bunlar­dan biri de, onsekizinci yüzyılda yaşamış olan Bursalı Ali Müngi’ye ait­tir. Ali Münşi’nin kaleme aldığı eserleri incelendiğinde, gerek çevirileri gerekse telif eserlerinde iatrokimya ceryanının etkisini yoğun olarak belirlemek mümkündür. Yazarımız, bu cereyanının iki önemli temsilcisi, Etmüllerius ve Myntsicht’in eserlerini çevirmek suretiyle bu konuda et­kin iki eseri, her ne kadar bu eserlerin tamamını çevirmemiş olsa da Türkçeye kazandırmıştır.

Bursalı Ali Müngi’nin iatrokimya cereyanını tanıtan eserleri ve çevirilerinin yanı sıra, Cerrahname adlı bir eseri vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, onda iatrokimya cereyanının yoğun etkisi görülür. Özellikle bu cereyanın kurucusu olarak kabul edilen, Paracelsus’un etkisi kendi­sini hissettirir. Bu etkiden hareket ederek, Paracelsus’un cerrahi ile ilgili görüşlerine göz atalım ve Ali Müngi’nin bu konudaki görüşleriyle bir benzerlik olup olmadığını belirlemeye çalışalım.

Paracelsus, cerrahiden çok, medikal tedavi ile ilgilenmiştir, ancak yine de bir hekim olarak, onun cerahi konusunda düşünceleri nelerdir? Paracelsus’a göre, dahili tıp ve cerahi sadece bilim değil, fesefeye de da­yanmalıdır, ve bir doktor sadece tıp doktoru değil, aynı zamanda hem cerrah hem hekim olmalıdır. Tıp sadece günlük değişme ve gelişmeler­den ibaret değildir; hekim bütün hastalıkları, yaraları ve nasıl tedavi edebileceğini bilmek zorundadır. Hekim gözlerini ve kulaklarını kullanmak zorundadır; soru sormaktan utanmamalıdır. Her şeyi Galen ve Hippok­rates’in kitaplarında bulamazsınız.

Aynı şekilde, Paracelsus, yeni cerrahi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Cerrahi insanın kemiklerini ve diğer yapısını bilmek zorundadır; aksi taktirde nasıl teşhis koyabilirsiniz? Sadece dış yapıyı bilmeniz yetmez, aynı zamanda iç yapıyı da bilmek zorundasınız, bütün ven ve arterleri, sinirleri, kemikleri, onların şekil ve uzunluklarını, yerlerini bilmek zorundasınız.

Aynı şekilde, İbn Sinâ gibi, Paracelsus da cerrahi müdahale için anatomi bilmek gerektiğini ileri sürer. Ona göre, cerrah, bir berberin ya da bir kasabın tendonları ya da lifleri ayırmasından daha çok şey bilmek zorundadır. Hatta cerrahın ne gibi bir bilgi sahibi olması gerektiğini bir örnekle şöyle belirtmektedir. Cerrah hastanın mizacını bilmek zorun­dadır aksi taktirde yanlış bir ilaç verir, ve hastayı harap eder, o kesilmiş bir bacak yerine yeni bir bacak koyamaz. Ben Veriul’da bir berber-cerrah gördüm. O kesilmiş bir kulağı bir nevi yapıştırıcı ile yerine yapıştırmaya çalışıyordu. Bu yapılan hareket mucize olarak nitelendirildi; sevinç çığ­lıkları atıldı; ancak, kulak ertesi günü düştü. Aynı şekilde bacak da yapıştırıldığında o da düşecektir.

Burada Paracelsus, devrindeki organ reparasyon ameliyatları konu­sundaki çalışmalara karşı çıkmaktadır. Bu tip çalışmalar Ambroise Pa­re dahil birçok cerrahın ilgisini çekmiştir.

Paracelsus’a göre, bir cerrah bütün bitkileri tanımak, bilmek zorun­dadır; onları nasıl kullanacağını, onların çok hızla mı yoksa yavaş mı etki ettiğini bilmek zorundadır. Ayrıca, onların etkilerinin bilinmesi ge­rekir, etkilerinin kaslar mı, kemikler mi yoksa damarlar üzerinde mi olduğunun cerrah tarafından bilinmesi lazımdır. Örneğin balsamın kı­rık için mi, yoksa yaralarda mı etkin olduğunun bilinmesi gerekir. Buna ilave olarak, yaranın açık ve korumasız olmasına göre, uygun bir pansu­manla, yarayı temizleyip, onu dış etkilerden korumalıdır. Mümkün ol­duğu kadar doğanın tedavi gücünün yarayı iyileştirmesine yardımcı olmalıdır. Bu da herşeyden önce iyi beslenme ile mümkün olur. 3

Bursalı Ali Efendi’nin Cerrahname adlı eserinde cerrahiyi nasıl ta­nımladığına bakalım: ‘fennü cerahat sanattır; onda vücutta arız olan çe­şitli durumlar ele alınır; vücudun alışık olduğu hale iade edilmesi için yapılan işlemlerdir. Örneğin oluşmuş şişlerin tedavisi gibi: Cerrahi’yi bu şekilde belirleyen Ali Münşi de, Paracelsus ve İbn Sinâ gibi bu sanatı icra edebilmek için anatomi bimenin önemini vurgulamaktadır. Ayrıca, yine Paracesus gibi, onun da cerrahinin felsefi yanı olduğunu vurguladığını görmekteyiz.

Cerrahnâme, incelendiğinde, genellikle, tedavinin, Paracelsus’un öner­miş olduğu Gibi, daha çok medikal olarak yürütüldüğü belirlenmekte­dir. Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Cerrahname tipik bir cerrahi kitabı değildir. Muhtemelen yazarımız Ali Münşi, Paracelsus ve ondan bir sü­re sonra yaşamış olan Hildanus’un ( 1560-1624) etkisiyle böyle bir eser kaleme almış olmalıdır. Cerrahname’de Hildanus’un adına, Galen ve İb­ni Sîna’nın yanı sıra sık sık rastlanmaktadır. Hildanus devrinde Alman­ya’da cerrahinin kurucusu olarak kabul edilmiş bir bilim adamıdır. Onun Observationes Medico-Chirurgicae (Basel 1606) adlı eserindeki gangren olaylarındaki amputasyon ve özellikle de kalça amputasyonundaki bağ­lama tekniği ile ilgili açıklamalarıyla dikkati çekmiştir. Bilindiği gibi o devir, cerrahinin henüz bilim olma yolunda önemli adımlar atmakta ol­duğu bir zaman kesitini oluşturmakta idi.

Ancak hekimimiz Bursalı Ali üzerinde bu iki bilim adamından Pa­racelsus’un etkisinin daha baskın olduğu, Cerrahname ve onun diğer eser­lerinden anlaşılmaktadır. Cerrahname, adlı eserinde Bursalı Ali Münşi’nin cerrahi vakalarda çok ilaçla tedaviyi tercih etmesi de bunun delili ola­rak kabul edilebilir. Ayrıca, etkilendiği bilim adamlarında da görüldü­ğü gibi, Ali Münşi’de de, Galen ve diğer klasik tıp yazarlarının etkisinin devam etmekte olduğu da aşikardır. Burada Cerrahnameden bazı açık­lamaları ele alıp, inceleyelim.

Bursalı Ali Efendi’nin Cerrahnamesinin ilk kısmı şişlerle ilgilidir. O, şişleri ilkin büyük ve küçük şişler diye ayırmıştır. Bunlardan büyük şişlerin meydana geliş sebebini, Galen gibi, besinlerin sindiriminin ge­rektiği gibi olmamasıyla açıklar; ona göre, organlara giden besin mad­delerinin yeterince sindirilmemesinden şişler meydana gelmektedir. Bunun yanı sıra, eğer ana damarlar küçük damarları iyice doldurursa bu da şişlere sebep olur.

Burada hekimimizin verdiği şişlerle ilgili açıklamasından şişlerin oluş­masında etkin olan damarlar arasında lenflerin de adı geçmektedir. Bi­lindiği gibi, lenf terimi onyedinci yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Daha önce, lenf sistemi ile ilgili çalışmalar yapan, örneğin Aselli gibi hekimler, lenfatik sıvının rengine bağlı olarak, onlara süt da­marları adını vermişlerdir. Zaten, bu sistemle ilgili çalışmalar onyedin­ci yüzyılda gelişme göstermiş, ve Thomas Bartholin ve Olaf Rudbeck’in çalışmalarıyla, lenfatik dolaşım belirlenmiştir. Ancak onsekizinci yüz­yılda bu çalışmalar, mikroskobik çalışmaların gelişmesiyle, daha çok len­fatik sıvının incelenmesi üzerinde yoğunlaşır. Lenfatik sıvı ve hücreleri konusunda Hewson, Cruckshank ve Caldani gibi bilim adamlarının ça­lışmaları görülmektedir. Lenf sistemi hakkında hekimimiz Bursalı Ali Efendi’nin bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. İkinci grup, yani lenfa­tik sıvı ve lenf hücreleri hakkında ilk bilgiler Osmanlı tıbbına, Mustafa Behçet Efendi’nin Caldani’den çevirdiği Fisiologicae veya Mustafa Beh­çet Efendi’nin ona verdiği adla Tercüme-ü Fisiolociya’ya girmiştir.

Ali Münşi’ye göre, küçük şişler, yaralardan ve yarıklardan kay­naklanır.

Ayrıca o, şişleri, mizaçlarına göre, sıcak ve soğuk şişler olarak ikiye ayırır Sıcak şişler, ona göre, ateşli hastalıklardan kaynaklanır, soğuk şiş­lerin sebepleri çok değişik olabilir Bunlar arasında seretan (kansero­jen mizaçtaki şişler) da vardır. Bunları şöyle tanımlamaktadır: “Bunlar katı şişlerdir; hastanın nabzı süratlidir; ağrı vardır. Bu tip şişler genel­likle kadınlarda memelerde, dudakta, koltuk altında görülür. Şekil ola­rak yuvarlaktırlar. Onlardaki damarların dağılımı seretan’a (akrep) benzediği için bu adla anılır.

Ali Münşi bu şişleri de kendi aralarında iki ana grupta toplamıştır: a. korkulacak olanlar; b. rahat olanlar. Korkulaçak olan tipte, “şişin özel bir şekli yoktur; şiş serttir; büyüdükçe ağrılı hale gelir; bu tip şişlerin rengi koyudur; zaten onlar çoğunlukla renkleriyle ayırdedilir.”

Aslında bu tip şişlerle ilgili açıklamalara bir hayli eski tarihlerden itibaren rastlanır; bunlardan biri Celsus’tur. (M.S I.yy.). Celsus, bu ko­nuda Hippokrates’te pek bilgi olmadığını belirterek, daha çok bu şişle­rin kadınların memelerinde görüldüğünü belirtmektedir; ayrıca bu şişlerin iç organlarından karaciğer ve pankreasta görüldüğünü belirtmiş­tir. Tedavisi ile ilgili olarak, “hiç bir ilacın bu şişlere deva olamıyacağını belirtmektedir. Hiç kimse onların iyileştiğini görmemiştir, kesilip atıl­maları gerekir. 4

Yaklaşık bir yüzyıl sonra yaşamış olan, Galen’le aynı dönemde yaşa­mış İskenderiyeli bilim adamı, Leonides ise, fıtık dahil, cerrahi müda­hale gerektiren çeşitli hastalıkları ele almış, tartışmıştır. Bu arada amputasyon uygulanan vakalar arasında meme kanserlerine de değin­miştir. O da Celsus gibi kanserli kitlelerin kesilip atılmaları ve o kısma dağlama uygulanmasını önermektedir, ancak konuyla ilgili ayrıntı vermez. 5

Celsus ve Leonides’in yanı sıra bu konuda, ayrıntıya girmeden bir­çok hekim bilgi vermiştir. Bunlar arasında Aetius da vardır; o da yuka­rıda adı geçen doktorların görüşlerini paylaşmaktadır. 6

Bu urlarla ilgili ilk ayrıntılı bilgi Paulus Aeginata’da bulunur. Pau­lus bu yapıları deniz poliplerine benzetir; onlar değişik yerlerde bulu­nabilir; Örneğin burun boşluğunda teşekkül edebilirler. Bu durumda solunumu güçleştirip, konuşmayı zorlaştırırlar. Bunlar iyi veya kötü mi­zaçli olabilirler. Bunların operasyonla kesilip atılmaları gerekir; bir başka tedavi yolu da dağlamadır. 7

Yine aynı yazar `kanser’le ilgili olarak şöyle bir tanı vermektedir: “bunlar gizli, şiş, acılı, ulserasyon göstermeyen şekilleri gayri munta­zam şişlerdir. Onların oluşmasının sebebi kara safradır; vücudun deği­şik yerlerinde bu şişler oluşabilir. Damarların şişlerin içindeki dağılımına bağlı olarak onlara bu isim (kanser) verilmiştir Bunların tedavisi, onla­rın bulunduğu yerin temizlenmesi ile mümkündür. Ancak eğer uterusta olursa onların ne kesilip atılması ne de dağlanması uygun olmaz.

Paulus, ayrıca, ameliyatta kanama olduğu takdirde, bu yapıların oluş­masına sebep olan zararlı maddelerin kanda bulunmasından dolayı, ka­namaya müsaade edilmesinin iyi olacağını düşünmektedir. Bu arada Galen’in de bu yapıların kesilip atılmasını önerdiğini belirtir. 8

İslâm Dünyasında konuyla yakından ilgilenenlerden birisi, daha çok hekim olarak şöhret yapmış olan İbn Sîna’dır. İbn Sînâ için tıpla cerra­hiyi birbirinden ayrı iki disiplin olarak mütalaa etmiş ilk hekimdir der­ler İbn Sînâ da, kanser vakalarında ameliyat önermektedir Ancak, buraya kadar adı geçen doktorlardan farklı olarak kanamanın tehlikeli olduğu­nu vurgulayarak, onun kontrol altına alınıp, durdurulması gerektiğini söyler.

Şişler, özellikle de kanser özelliği gösterenler hakkında verilen bil­giler, yukarıda verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, her ne kadar bazı hekimler bunların vücudun farlı yerlerinde olabileceğini söylüyor­larsa da, daha çok meme kanserleri olarak ele alınıp, anlaşılmış; açık­lanmıştır. Bunların diğer organlardaki teşekkülleri ile ilgili olarak ondördüncü yüzyılda yaşamış Arderne’li John’da ( 1306-1390?) bazı bil­giler buluyoruz. O bu yapıları ‘ bubo’ olarak adlandırmaktadır. Onun Tıp ve Cerrahi Sanatı adlı eserinde rektum kanserlerinden söz ettiğini görüyoruz. Bu konuda o şöyle bir açıklama vermektedir: ‘bubo rektum­daki katı, sert şişlerdir. Bunlar ilkin belirgin değildirler; zaman içinde belirgin hale gelirler. Dışkılamayı zorlaştırırlar; Hekim anuse elini koyduğunda sert bir kütle hisseder. Bu hastalığın belli başlı belirtisi, dışkı­lama güçlüğü, iyileşmeyen yara özelliği, ağrı ve sancıdır. Dışkılama sırasında kanama olabilir. Bu kanama dolaysıyla, hastalık yanılgılara yol açabilir; dizanteri veya bir başka bağırsak hastalığı ile karıştırılabilir. En kesin teşhisi, doktorun elle yaptığı muayene belirleyecektir.”

Ardeneli John, hastalığın tedavisi ile ilgili olarak, ‘ben rektum kan­serinden iyi olan kimse görmedim, ama pekçok hastanın öldüğünü bili­yorum, demektedir. 9

Daha sonra, ondokuzuncu yüzyıla kadarki dönemde yaşamış olan cer­rahlarda konunun nasıl ele alındığına göz atacak olursak, yukarıda ve­rilen klasik hekimlerin açıklamalarından daha fazlasını bulmak pek mümkün olmamaktadır.

Hekimimiz, Bursalı Ali Münşi de bu konuda verdiği açıklamaların­da, kanserojen şişlerin tedavisi ile ilgili olarak, yukarıda söz konusu edilen tedavilerde önerildiği gibi ameliyat önermez; çeşitli civali terkiplerle bun­ları tedavi etmeye çalışmıştır Ayrıca, adı daha önce geçen hekimler gi­bi, o da bu hastalığın meydana gelmesinde kötü ve bozuk hıltların etkisinin olduğunu kabul ettiğinden bunlardan kurtulmak, bunları atmak üzere hastaya tenkiye yapılmasını önermektedir. 10

Burada, Bursalı Ali Münşi’nin Etmüllerius’tan Kitab-ı Etmüllerius adıyla çevirdiği, Epitome totius Medicina Institutiones, Chymam Ratio­nalem’i hatırlamakta yarar vardır. Hekimimiz bilindiği gibi bu eserin bi­rinci ve ikinci kitaplarını çevirmiş; eserin dördüncü ve beşinci kitaplarını çevirmemiştir. Söz konusu çeviri incelendiğinde, hekimimizin, Cerrah­namesinde, bu eserden yararlandığı gözlenmektedir. 11 Ali Münşi, Cerrahnamesi’nin hazırlanmasında, kendinden önceki klasik yazarlardan da yararlanmıştır. Onun, bu yapılara seretan adını vermesi, kanserojen şişlerin şekil ve arazları ile ilgili olarak verdiği açıklamalardan anlaşıl­maktadır, yani klasik yazarlardan etkilenerek bu yapılara o da seretan demektetir. Ancak, tedavi konusunda, bir iatrokimya okulu temsilcisi ola­rak, ilaçla tedavi ve de tercihen minaral kökenli ilaçlarla tedaviyi tercih etmiştir.

Bu tip şişleri yapısı ve tedavisi ile ilgili açıklamaların kaydadeğer ge­lişme gösterebilmesi için ondokuzuncu yüzyılın yarısına kadar beklemek gerekir. Bu konuda ilk önemli çalışmalardan biri J. Lasfrang’dır ( 1790-1847). O dokuz rektal kanser vakası üzerinde incelemeler yapmış­tır; bunlardan üçü üzerinde yaptığı operasyon başarısız olmuştur. Aynı paralelde başka cerrahların da çalışmaları vardır J.F Reybord ( 1790-1863) sigmoid kolon kanseri üzerinde yoğun araştırmalar yapmıştır. Burada konu ile ilgili araştırma yapanların ad listesini uzatmak mümkündür Bun­lardan biri Richard von Volkmann’dir ( 1829-1890). O da rektum kanseri ile ilgilenmiştir. Ayrıca o, meme kanseri üzerinde de araştırmalar yap­mıştır. Klasik dönemdeki uygulamalar bir tarafa bırakılırsa, meme kan­serlerindeki ilk cerrahi uygulama onun tarafından gerçekleş­tirilmiştir. 12

Buraya kadar verilen açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, cerrahi­nin gelişebilmesi için sadece anatomi bilgisindeki gelişmeler yeterli ol­mamıştır;aynı zamanda, fizyoloji, kimya, eczacılık ve teknik konularda belli bazı gelişmelerin cerrahinin gelişmesinde inkar edilmez derecede önemli etkileri olmuştur. Erken tarihlerde kullanılan bazı bitkisel mad­deler kimyanın gelişmesi sonucunda yerlerini, örneğin nitroz gazı gibi bazı analjeziklere bırakmıştır. Örneğin nitroz gazı Sir Humpry Davy ta­rafından 1800’de bulunmuştur. l3

DİPNOTLAR

 * Prof. Dr ., Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Sıhhiye Ankara

1 Şerefeddin Sabuncuoğlu, Cerrahiyetğl-Haniyye, Millet Küt. Ali Emiri (tıp), 7’, s. 3b.

                          2 Kahya, Esin, Uroloji Tarihi, Ankara 1980, s. 85.

3 Zimmerman, Leo ve Ilza Veith, Great Ideas ib the History of Surgery, Baltimore (USA), 1961, s. 174-176.

4 Lenard, R ., History Of Surgery, New York 1943, e. 47.

5 Aynı eser, s. 67-68.

6 Aynı eser, e. 73.

7 Briau, Rene, Chirurgie de Paul d’Egine, Paris 1855, e. 154, 147.

8 Aynı eser, s. 211-213.

9 Zimmerman, Leo ve İlza Veith, s. 163.

10 Ali Münşi, Cerrahname, İstanbul Üniv. 4302 (T), s. 76a-78a.

11 Etmüllerius, Michael, Epitome totius Medicina Istitutiones Chymam Rationalem Commenta­rium Pharmaceuticum etque Praxis Mediciçam, Lugduni 1705, b. 849.

12 Castiglioni, A ., History of Medici, (ed. E.B.Krumbhaar), New York 1958, s,845, 849.

13 Aynı eser 722.

Türk Kültürü Kongresi Bildirileri Cilt II

e-kaynak: http://www.akmb.gov.tr/ata/metinler/sempozyum/3.turkkulturuCII-23.htm