ATATÜRK’ÜN DİL VE KÜLTÜR ANLAYIŞI
Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU -Dil Bayramını kutlarken... Cumhuriyetimizin kuruluşunun 78. yılını kutlayacağımız bu yıl, ayrıca o Cumhuriyeti bize armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ebediyen ayrılışının da 63. yılıdır. Kemal Atatürk, kurduğu Cumhuriyetin 15. yılını gördükten 13 gün sonra aramızdan ayrılmıştı. Cumhuriyetin ilânında doğan Cumhurlar 78. yaşını kutlarken Atatürk’ün ölüm günü doğanlar; Ogünler, Mustafalar, Kemaller, Mustafa Kemaller de 63 yaşına girmiş bulunmaktadır. Üç kuşağı geride bırakan Cumhuriyetimiz daha nice 78 yıllara bütün güzellikleriyle akıp gidecektir; buna olan inancımız tamdır. 10 Kasımlar Atatürk’ün ağlanılarak anıldığı matem günleri olmaktan çıkmış, Onun yüce eserlerinin yeni kuşaklara tanıtıldığı bilgi günleri olmuştur. Cephelerin başarılı komutanı, barış günlerinin devlet, siyaset ve kültür adamı Atatürk, savaş alanlarının zaferlerini iktisadî zaferlerle taçlandırmış, tarih ve kültür çiçekleriyle de çelenkler örmüştü. 1928 yılından sonra hızla gelişen tarih, dil ve kültür atılımları, onun daha genç bir subayken hayallerini süsleyen güzelliklerin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bir kültür adamı olan; okuduğu kadar da yazabilen Mustafa Kemal, bu alandaki görüş ve düşüncelerini olanca güzelliğiyle bizlere sunmayı başarmıştır. Okuduğu kitaplardan, ezberlediği şiirlerden yola çıkarak kendine has konuşmalar yapmış, Türk hitabet alanının güzel örneklerini ortaya koymuştur. O, 1936 yılında, “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” derken, belki de hiçbir devlet adamının söyleyemediği bir gerçeği dile getiriyordu. Yıllardan beri süregelen her alandaki çalışmaların yanında bu vecizenin aydınlattığı yolda ilerleyerek 1936’lara gelen genç Cumhuriyet elbette sağlam temeller üzerine kurulacaktı. Önce Atatürk’ün dil anlayışına kısa bir göz atalım; bakalım o bu konuda neler istiyor, bizlerden neler bekliyor ve nelerin gerçekleştirildiğini görebilmiştir. O, dilimizden düşürmediğimiz, bugün dille ilgili kitaplarımızı süsleyen bir vecizenin de sahibidir. Türk bilim adamlarından Sadri Maksudî Arsal 1930 yılında Türk Dili İçin adlı eserini yayımlamıştı. Arsal, bu kitabında “dili değiştirme” ile “dili düzeltme” işlerinin ayrı ayrı şeyler olduğunu söylüyor, dilde sadeleşmenin öncüleri arasına giriyordu. Atatürk bu eseri son derece yararlı bulmuş ve beğendiğini bir küçük yazı ile Sadri Maksudî Beye iletmişti. İşte, Atatürk’ü, harf inkılâbından iki yıl sonra, dil inkılâbından iki yıl önce heyecanlandıran kitabın başına eklenen cümleler: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında [gelişmesinde] başlıca müessirdir [etkendir]. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Aynı yıllarda, sonradan adı Ulus olacak olan Hakimiyeti Milliye gazetesinde bir haber yer alır. Bu habere göre Başbakan İsmet Paşa’nın yönlendirmesiyle dönemin önde gelen fikir ve sanat adamları bir araya gelerek bir sözlük ortaya koymak isterler. Bu toplantıya, o zaman adı Dârülfünun olan İstanbul Üniversitesinden de pek değerli bilim adamları davet edilir. O yıllarda “Sözkitabı” olarak adlandırılan bu sözlük çalışmasının ilk toplantısına katılanlar arasında şu adları saymak gerekir: Namık İsmail, ressam, Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü, Celâl Esad [Arseven], aynı okulun öğretmeni, Tahir Bey, Hukuk Fakültesi Reisi, Süreyya Ali Bey, Tıp Fakültesi Reisi, Hüseyin Hamid Bey, Fen Fakültesi Reisi, Fuad Bey, Edebiyat Fakültesi Reisi, Neşet Ömer [İrdelp] Bey, Darülfunun Emini yani üniversite rektörü, Talim Terbiye Kurulu Kurulu üyeleri, Ziraat Bakanlığı müsteşarı, Çeşitli fakültelerden hocalar...
Bu adların içinde, sonradan dil işleriyle uğraşanların sayısı oldukça azdır. Ancak, her biri birer aydın olarak, yeni açılan yolda kendilerine düşen görevi kavramışlar ve sözlük için görüşlerini dile getirmişlerdir. Atatürk’ün de uygun bulduğu bu çalışmanın iki önemli sonucu ortaya çıkmıştır: Dilimizin sınırlarını çizmek ve kelime hazinesini meydana çıkarmak, Dilimize ve yazımıza uymayan yabancı kelimelerin yerine, Türkçe karşılıklar bulmak.
Böylece dil çalışmalarında tutulacak yol gösterilmiş oluyordu. Sınırları çizilmemiş bir dilimiz vardı. Onlarca yıl önce Şemseddin Sami, “Lisanımızı tahdid edelim” (Dilimizi sınırlandıralım.) derken herhâlde bunu kastediyordu. Gerçi, bu çalışmalarla hedeflenen “Sözkitabı” hazırlanıp yayımlanamadı ama 1929-1930 yıllarında derlenen sözlerin bir bölümü, alfabetik sıraya konularak 1932 yılında yayımlanmıştır. Hamit Zübeyr [Koşay] ve İshak Refet [Işıtman] Beylerin yayımladığı Ana Dilden Derlemeler adlı bu eser, gelecekte hazırlanacak pek çok eserin de öncüsü olmuştur. Böylece eski sözlüklerdeki binlerce kelimenin yanında, halk ağzından derlenen kelimeler yer alacaktı. Dil İnkılâbı konusunda Atatürk’ün yürüyeceği iki yol vardı; ancak bu yollarla inkılâp gerçekleşebilecekti. 1. Kendisi var gücü ile bu iş üzerinde çalışıp soruyu temelinden öğrenmek ve ondan sonra o konudaki yaratma yeteneğini kullanmak, 2. Dil bilginlerinin gösterecekleri yollar arasında bir seçim yapmak. O, bu yolun her ikisinde de çalışmıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak 12 Haziran 1912 tarihinde, kendisinin “Hami” başkanlığı altında, Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. “Cemiyetin reisi” Samih Rifat, “umumî kâtibi” Ruşen Eşref [Ünaydın], üyeleri ise Celâl Sahir [Erozan] ile Yakub Kadri [Karaosmanoğlu]’dir. Yeni kurulan dernek 26 Eylül 1932 tarihinde, İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün huzurunda Birinci Türk Dili Kurultayı’nı toplamıştır. Atatürk, Türk dilinin bugünkü gelişmiş ve zenginleşmiş şeklini alabilmesi için çok uğraşmış, bir hayli çaba sarf etmiştir. Bilim ve sanat adamlarının görüşlerini alırken kendisi de çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Onun yazdığı Geometri kitabının dilimize kazandırdığı kelimeleri, bugün hâlâ kullanmaktayız. Ancak, çevresindeki dil uzmanları ile sanatkârların bu konuda gösterdikleri faaliyetler arasındaki farklılıklar dil çalışmalarında sık sık yön değişikliklerine yol açmıştır. Belki bunlar da dilin sağlıklı bir kanala akmasına yardımcı olmuştur; ancak bazı aksamaları da beraberinde getirmiştir. Gazi Mustafa Kemal’in inkılâplarının en önemlilerinden biri olan harf inkılâbı, elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık savaşından sonra kazandığı yeni bir zafer olacaktı; çünkü Türkler, dillerini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracak ve bugün, 70 yıl öncesinin Türkçesine göre çok durulaşmış bir Türk dili ile yazacak ve konuşacaklardı. Dilimiz yeni kelimelerle zenginleşirken artık aydınlarımızın bile ne anlama geldiğini bilemediği doğu kökenli kelimeleri büyük ölçüde terk etmeye başlamıştı. Ancak, bu sefer de batıdan gelen kelimeler dilimize giriyor, yayılıyordu. Eğer Atatürk sağ olsaydı, bugün yeni bir atılımı başlatır, batı kökenli kelimelerin önüne set çekecek tedbirleri alırdı. Atatürk’ün kültür anlayışına gelince... Bu konuda onun çeşitli toplantılarda ve Büyük Millet Meclisinin açılışlarında yaptığı konuşmalara göz atmak gerekecektir. Biz, onun Konya ile ilgili görüşlerini değerlendirmek istiyoruz. Atatürk Konya’ya 13 defa gelmiştir. Bunlardan bazıları onun transit geçişleridir. Fakat bazılarında Konya’da uzun süre kalmıştır. Onun Konya’ya ilk gelişi 3 Ağustos 1920’ye rastlar. Konya’da iki gün kalan Mustafa Kemal 5 Ağustos günü Konya’dan şehrimizden ayrılmıştır. Son gelişi ise, güneyden Ankara’ya dönerkendir ve Konya’da birkaç saat kalır. Atatürk, bu gelişlerinde Konya’nın kültür değerlerini de inceler; onların korunmasını ister. Bazı gezilerinde sanatkârlarla da görüşür, onların görüşlerini dikkatle takip eder. Onun Konya’daki en uzun kalışlarından biri dokuzuncu gelişindedir. 18 Şubat 1931’den 1 Mart’a kadar Konya’da kalır. Atatürk bu arada Konya’daki tarihî eserlerin sergilendiği yerleri de ziyaret eder. Onların harap hâlde olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü 20 Şubat 1931 tarihli bir telgrafla dönemin Başbakanı İsmet Paşa’ya [İnönü] bildirir. Telgrafın Konya ile ilgili bölümleri şöyledir: “Son tetkik seyahatimde muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.” “1. İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza edilmekte ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir...” “2. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabî içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakikî şaheserleri kıymettar bazı mebani (binalar) vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sahip-Ata Medrese, Cami ve Türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare derhâl müstecalen (acele olarak) tamiri muhtaç bir hâldedir.” Atatürk, telgrafın devamında bu anıtların, uzmanların ilgisiyle en kısa zamanda onarılmasını istemektedir. Yukarıda sayılan eserlerin tamamı zamanla yapılan bakım ve onarım çalışmalarıyla kurtarılmış ve bugün oldukça sağlam yapılarıyla yerli ve yabancı gezginlerin ilgisini çekmektedir. Atatürk’ün, hepimizin bildiği, sanatkârı öven bir sözü vardır: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.” Bu anlamlı söz, 17 Mart 1923 tarihinde Adana’da esnaflarla yapılan bir toplantı sırasında söylenmiştir. Pek çokları bu vecizedeki “sanat” kavramını, resim, müzik, heykeltraşlık gibi gibi güzel sanatları olarak anlamaktadır. Oysa bu sözlerin söylendiği topluluk bir esnaf topluluğudur. Aralarında zanaatkârların da bulunduğu bu topluluğa hitaben yapılan konuşmada kastedilen de zanaatkârlardır. Bu yanlışlığı bir defa daha düzeltmek isteriz. Ancak Atatürk’ün sanatkârlarla ilgili pek güzel sözleri de vardır. Yazarları, şairleri, bestekârları, ressamları, heykeltraşları, kısaca sanatın bütün dallarıyla uğraşanları nasıl takdir ettiğini, onları nasıl yüreklendirdiğini biliyoruz. Bu konuda, şu örnek olay onun olaylara bakışını ortaya koymaktadır. O, bir tiyatro oyununu seyrettikten sonra, sanatçılarla görüşmüş ve onları şöyle değerlendirmiştir: “Sizleri çok takdir ederim. İnkılâbımızda sizin de mühim hizmetleriniz vardır. Şimdiye kadar gördüğüm temsiller içinde sizin temsilleriniz gibi muntazam ve sanatkâranesini seyretmemiştim; sanatınızı meslek ittihaz ederek azmetmenizi, arkadaşlarınızla samimi olarak geçinmenizi bilhassa tavsiye ederim. Sizin en büyük hizmetiniz Anadolumuzu baştan başa dolaşıp halkımıza sanatın ne olduğunu anlatmanız olacaktır. Turnelerinize muntazaman devam ediniz.” Onun şairleri nasıl yüreklendirdiği, İstanbul’un ünlü meydanlarına Türk büyüklerinin anıtlarının diktirilmesini istemesi, konservatuvar heyetlerini koruması, kısaca sanatın bütün dallarına koruyucu kanatlarını germesi, önde gelen özelliklerindendir. Herhâlde onun bu konudaki en önemli sözü şu olmalıdır: “Efendiler, hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz; fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.” Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzünü ağartan ne kadar kültür kurumu varsa hepsi Atatürk’ün sağlığında, onun ısrarlı çabaları sonucunda kurulmuştur. Müzesinden tiyatrosuna, operasından konservatuvarına, hepsinde onun izleri vardır. Bugün bazı sanat ve kültür dallarında sesimizi duyurabiliyorsak, bu, onun attığı temellerin üzerine yükselen binalar olabilmektedir. Günümüzün gençleri onun eserlerini, ancak iyi öğretilebilirse kavrayacaktır. Dilimiz ve kültürümüz, zaten var olan cevherine Atatürk’ün kazandırdığı yeni bir ruh ve yeni bir ivme ile gelişmiş, bugün gurur duyacağımız bir seviyeye gelmiştir. Ancak batıdan alınan kelimelerle yabancı kültürlerin etkileri bizi yeniden bir şeyler yapmaya yönlendirmelidir. Bu konuda, Atatürk’ün direncini göstermek zorundayız. “Dünya dil âlimlerinin Türk âlimleriyle beraber çalışmaları, dil ilminin şimdiye kadar hâlledemediği birçok güçlüklerin hâllini kolaylaştıracaktır. Bundan, büyük hakikatler de meydana çıkacaktır”. ATATÜRK Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU Kaynak: http://www.dilimiz.gen.tr/makaleler/s_sakaoglu_anlayis.html
|