Çağının İnsanı Olarak Nâbî
Prof.Dr. Mine Mengi
Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.
Bu yazımızda, eski edebiyatımıza, düşünce ve sağduyuya ağırlık veren şiir anlayışıyla yenilik getirmiş bir usta sanatçıyı, Nâbî ’yi, toplumu ile olan ilişkileri içerisinde ele alacağız. Kısacası, 17. yüzyıl Osmanlı toplumunun durumuyla Nâbî’nin yaşam anlayışı ve edebî kişiliği arasındaki ilişkiye değineceğiz. Toplum yapısıyla sanatçının yaşam anlayışı ve yazınsal kişiliği arasındaki ilişkinin özelliklerini belirlemek bir ölçüde toplumsal yapıya bakmayı gerektirir. Bu nedenle, öncelikle, 17. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun durumuna değinmeyi uygun bulduk.
17. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde o zamana kadar görmediği biçimde ezici sorunlarla karşı karşıya kalır. Birbiri ardınca gelen iç ve dış felâketler, İmparatorluğu, bir daha kendisini toparlayıp düzene sokamayacağı bir ortamın içerisine itmiştir. Böyle bir ortamda siyasal ve ekonomik sorunların yanı sıra, kişisel ve toplumsal değerler de tehlikeye düşmüştür. Oysa, geleneksel Osmanlı toplumunun geleceği, bir bakıma, öteden beri sürdürdüğü bu değerlerin korunmasına bağlıdır. Değer değişikliği ve karışıklığı, töresel duyarlık eksikliği, kişiyi doyurmayan amaçsız ve maddeye dönük bir yaşam anlayışı ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan, çağın bireyler tarafından anlaşılmasındaki güçlük, 17. yüzyıl Osmanlı toplumunun ana çizgileriyle dikkati çeken özellikleridir.
Kötü ve güç günlerini yaşayan bir toplumun insanı olarak Nâbî, çağının yapısal özelliklerinden önemli ölçüde etkilenir. Bu etkilenmeyi öncelikle, onun, toplumunu hemen her yönüyle şiirlerinde yansıtmasındaki, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun o günlerdeki kötü durumunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermesindeki başarısında görürüz. Gerçekten de Nâbî’nin şiirlerinden yüzyılın siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel bakımdan genel görünümünü saptayabiliriz. Bu nedenle, Nâbî’nin şiirlerinin çoğu, yüzyılın genel durumu üzerine bilgi edinmemizi sağlayan birer belge görünümündedir.
Nâbî’nin yetiştiği toplum geleneksel İslâm toplumudur. Geleneksel İslâm toplumunun insanı, daha iyi daha güzel için değişim çabası, atılımı yerine, dünkünü ve bugünkünü koruyarak geçmişten gelen düzeni sürdürmeyi yeğler. Bu toplumsal yapının insanı olarak geleneksel değerlerin sarsılması, Nâbî üzerinde tedirginlik, kötümserlik, eleştiri ve yergi biçiminde etkisini gösterir. Sanatçı, Osmanlı toplumunun geleneksel değer ölçülerinin çiğnenmesinden dolayı tedirgindir. Bu nedenle de sık sık şiirlerinde toplumun yaşamına kötümser bir gözle bakar. Toplumdaki ahlâk düşkünlüğünü, açıkgözlülüğü, mal ve makam hırsı, açgözlülük vb kötülükleri, kısacası, çağının bozuk düzenini ve çökmeye yüz tutmuş gidişini eleştirerek, olup bitenden çağının bozuk devlet yönetimini ve yöneticilerini sorumlu tutar:
Misâl-i hâle-i bî-mâh-tâb kalmışdı
Derûn-ı mülk hazîn taht-ı saltanat mağdûr
Bu devletüñ yoğ idi bir tabîb-i gam-hârı
Mizâc-ı memleket olmışdı ‘âfiyetden dûr
Harâba tutmış idi yüz mezâri‘-i ikbâl
Riyâz-ı memleketi kaplamışdı mâr ile mûr
Pür idi sebze-i bî-gânelerle gülşen-i dehr
Oturmış idi hümâlar makâmına ‘usfûr
Netîce her ne kadar cevr ü tefrika var ise
Sipihr cümlesin icrâda itmemişdi kusûr
Yaşadığı toplumda aradıklarını ve özlediklerini bulamayan, toplumsal ve kişisel güvenceden yoksun, bu nedenle de kendisini dış dünyadan kopmuş bir birey olarak görmeye başlayan Nâbî, bu durumda toplumdan kaçış yoluna başvurur. Dîvân’ının ve Hayriyye ’sinin çoğu yerinde dış dünya ile çatışma ve onun dışında yaşama isteği içerisinde görürüz onu. Sanatçı, sık sık, toplumunun gelmiş geçmiş geleneksel değerleri ve kişisel deneyimleri üzerine kurduğu fildişi kulesine çekilerek yaşamaya ve böylece gerçeğin baskısından kurtulmağa çalışır. Bu bir ölçüde de, ondaki daha kandırıcı, daha güvenilir bir yaşam özleminin doyurulmasıdır. Kısacası, toplumsal yapıya bağlı olarak, Nâbî’de güvensizlik ve yalnızlık duygularıyla gelişen bir kişilik ortaya çıkmış ve sanatçının ünlü eseri Hayriyye’den aldığımız aşağıdaki beyitlerde de göreceğimiz gibi bu durum sanatçıyı pasif yaşamın savunucusu yapmıştır.
Çıkma aylarca der-i hânenden
Taşra meyl etme kâşânenden
Al kitâbuñ ele setr eyle derüñ
Olmasuñ hâric-i derden haberüñ
Okı âyât u hikâyât u kasas
Virür insâna mezâyâ-yı hasas
Açma söz kâdı ile paşadan
Saña lâzım degül ol gûne suhan
. ...........
İtmesin ‘ömr güzer laklak ile
Halkdan kendüñ ugurla sakla
Kâni’ ol dağdağaya olma karîn
Nân-ı huşk ile geçin tek ol emîn
Âdeme lâzım olan râhatdur
Ko disinler saña bî-himmetdür
Nâbî’nin dış dünyadan kopuş nedenleri arasında, onun kişiliğiyle ilgili olan bir özelliği de göz önünde bulundurmamız gerekir. Şair, bulunduğu ortamla uyum sağlayamaması yüzünden ondan yakınan, çağının yeni durumunu yeren düşüncelerinin ötesinde, dış dünyayı değiştirebilecek güçlü bir kişiliğe sahip değildir. Mücadeleci yanı yoktur. Mutluluğu; haksızlığa, kötülüğe, üzüntüye karşı koymakta, onlarla savaşmakta değil; elinden geldiğince onlardan sakınmakta, çekinmekte, kaçmakta bulur. Toplumsal yapıyla birlikte, bu suya sabuna dokunmaktan çekinen durgun kişiliğin izlerini sanatçının ahlâk anlayışında da görürüz. Nâbî’ye göre insan, iyi ve kötü yanları olan toplumda, başkalarına zarar vermeksizin, kendi kabuğuna çekilerek mutlu olabilir. Mutluluk için kişinin şan, şöhret, para, mal, mülk hırsından, süsten, gösterişten uzak durması, kötülerle bile iyi geçinmesi, güler yüzlü, tatlı sözlü olması, ikiyüzlülükten, yalancılıktan, adaletsizlikten sakınması yeterlidir. O, Hayriyye ’de oğluna, düşkünlerin ve yoksulların elinden tutmasını öğütlerken ahlâk anlayışına toplumsal renk katar. Ama, daha sonra, söz borç konusuna gelince, oğluna borçtan da alacaktan da sakınmasını salık verir. Çünkü işin sonunda kişinin üzülmesi söz konusu olabilir. Kısacası, burada ahlâkın amacı bireyin yararına ve mutluluğuna yönelik olup, ahlâk da temelde toplumsal olmaktan çok, yararcı ahlâktır.
Mu’tedilce nice ‘ırz ehli de var
Ki dinür aña da a’yân-ı diyâr
Kendi hâlinde karışmaz bir işe
Salmaz âzâde başın teşvîşe
Ayda ya yılda görür hükkâmı
Zevk-i râhatla geçer eyyâmı
Hıfz ider rıfk ile ‘ırz u mâlin
Geçürür zevk ile mâh u sâlin
Ba’zıları var aña dahl eyler
Hîç işe güce yaramaz dirler
Kimi ‘âciz kimi dir himmetsüz
Kimi korkak kimi dir gayretsüz
Olsun ister ise ol bî-himmet
Geçürür ‘ömrini bârî râhat
Âlemüñ zevkini işte ol ider
Bilmeyen anı yabana söyler
Sen çalış kim olasın anlardan
Çekme a’yândan olam diyü mihen
Bunalımlı bir dönemin insanı olarak Nâbî’nin sanatına yansıyan bir başka özellik de, sanatçının, yaşamında düzen ve kesinlik gereksinimi içerisinde olmasıdır. Bu nedenle sık sık şiirlerinde ölçülülüğü savunur. İnsanoğlu, yaşamı boyunca, yaşaması için gerekeni yeterince, kararınca yapmalı ve bulmalıdır. Karar ve ölçü kişiyi mutlu kılacak koşulların başında yer alır. Onun idealindeki insan da aklıyla isteklerine düzen verebilen, kafasıyla gönlü arasında denge kurabilen insandır. Kafasıyla gönlü arasında denge sağlayabilen kişi istek ve tutkularında ölçülüdür; onlara hükmetmesini bilir. Kısacası, Nâbî’nin idealindeki ahlâklı insanın amacı, dünya düzeniyle akıl düzeni arasında denge ve uyum sağlamaktır. Bu özelliğiyle, sanatçının savunduğu ve değer verdiği ahlâklı insan, "bilge" insan tipidir.
Devlet ve toplum düzeni bozulmuş bir ortamda yaşayan insanlardan çoğunun yaptığı gibi Nâbî de düzen ve huzurdan yoksun bir toplumun insanı olarak hayatın omuzlarına yüklediği bin bir güçlük, düş kırıklığı ve üzüntü sonucu dine sarılır; dinle avunur. Bu durumda dünyadan kaçıp, dine sığınmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. İnsan mutluluğu, haksızlıklara, kötülük ve acılara karşı koymakta değil; köşesine çekilip ibadet etmede ve düşünmede aramalıdır. Bu dini çerçeve içerisinde, herhangi bir divan şairi gibi Nâbî de insan gücünü hor görme eğilimindedir. O, insanoğlunun sınırlı gücünü ve sınırlı olanaklarını olduğu gibi kabullenir; mutluluğunu Allah’ın yüce iradesi önünde kendi varlığının zayıflığını kabullenmekte bulur. Kişinin, İlahi buyruklara boyun eğdiği sürece huzur ve güven içerisinde olacağına inanan Nâbî’nin her Müslüman gibi dilediği, aradığı mutluluk da düşünen aklın mutluluğundan çok,iman eden, inanan kalbin mutluluğudur. Bu nedenle de o, dünyada daha kandırıcı bir yaşam biçiminin ancak, gönül dediğimiz kaynaktan gelen derin ilgi ve sevgi aracılığıyla Allah’a kavuşarak olacağına inanır.
Nâbî’nin kişiliğinde var olan dinsel ruhun oluşmasında çağının özelliğinin ve din anlayışının izlerinin bulunduğu bir gerçektir. Din, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve gelişme dönemlerinde halka mistisizmin içten ve coşkun ruhunu aşılayarak toplumun ihtiyaç duyduğu birlik ve beraberliğin kazanılmasında etkili olmuştur. Nâbî’nin yaşadığı dönemde ise mistik ruh yerini biçimci bir din anlayışına bırakmış, sahte dindarlar türemiştir. Hayriyye’de,
Oldı âlât-ı ma’âş-ı dünyâ
‘Âsrda hırka vü tesbîh ü ridâ
Feyzi yokdur virür insâna suda‘
Savt u taksîm-i semâ‘î vü semâ‘
Eğer itdiyse selef ehl-i tarîk
Şimdi taklîd idügin bil tahkîk
Tâcı taklîd ü ridâsı taklîd
Sözi taklîd ü edâsı taklîd
‘İlmi yok ma‘rifet ü san‘atı yok
Kesbe sermâyesi yok vüs‘ati yok
İde tahsîl-i ma‘âşa âlet
Zühd ü takvâyı o düzdî-sûret
Ne güzel bulmış o ‘ayyâr-ı ‘atîk
Halkı aldatmağa âsânca tarîk
Evliyâ diyü sakın aldanma
Sâhte san’atı gerçek sanma
diyerek çağının din adamlarına çatan Nâbî, zamanındaki toplumsal çöküntünün sorumluluğunu devlet adamlarının yanı sıra din adamlarının da omuzlarına yükler. Öte yandan, toplumdaki biçimci din anlayışının etkisinde kalan sanatçının kendisi de aşağıdaki beyitlerde göreceğimiz gibi dinin biçimsel yanına sarılmaktan kurtulamaz. Bunda Nâbî’nin ruhunda mistisizmin coşkusunu duyamamasının payı da vardır. Gerçekten, eski edebiyatımızda Nâbî’yi Nâbî yapan onun düşünen sağduyu sahibi kişiliğidir. Duygu ve coşku dolu bir insan değildir o. Bu nedenle, sanatçı, dini de insanın yerine getirilmesi buyrulan ilahi emirlerden ibaret biçimsel bir görüşle görür. Dolayısıyla Hayriyye’de namaza, oruca, hacca ve zekâta ayırdığı bölümlerde, ibadetin, kişisel ve toplumsal mutlulukla yakından ilgili olduğunu belirtir. Nâbî’nin namaza verdiği önemi gösteren aşağıdaki beyitlerde, insanın namaz sırasında yaptığı hareketler, elif, dal ve mim harflerine benzetilerek, bu benzeyişten “âdem”kelimesi çıkarılır:
Ne sa'âdet varup el bağlayasın
Hak huzûrında turup ağlayasın
İdesin secde içün va'z-ı cebîn
Gör nedür saltanat-ı rûy-ı zemîn
Sen namâza idesin çünki kıyâm
Elif olursun eyâ mâh-ı tamâm
Râki' olsañ görinür sûret-i dâl
Enbiyâ sırrıdur añla bu makâl
Sâcid olsañ görinür halka-i mîm
Âdem olursañ eyâ rûh-ı cesîm
Añla çünkim saña keşf ola bu râz
Âdem olur mı iden terk-i namâz
Nâbî, eski edebiyatımızın klasik döneminin son halkasında yer alır. Divan şiiri, kuruluşunu 16. yüzyılın başlarında tamamlamış, 16. yüzyılda yetişmiş olan Fuzûlî , Bâkî , Hayâlî , Taşlıcalı Yahya ve bir sonraki yüzyılda yetişen Nef’î ve Yahya gibi sanatçılar, biçimde özene, özde duyguya yer vererek divan şiirini olgun bir düzeye ulaştırmışlardır.
Nâbî'nin yaşadığı 17. yüzyılın 2. yarısında ise, şair çokluğuyla birlikte şiir sanatında sönüklük göze çarpar. Devletin siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda içine düştüğü bunalım, şiiri de etkisi altına almıştır. Nâbî'ye gelinceye kadar din ve tasavvuf, duygu ve hayal dünyalarından kaynağını almış olan divan şiiri 17. yüzyılın 2. yarısında gücünü ve değerini büyük ölçüde tüketmiştir. Başarılı örneklerin verilemediği bir edebiyat ortamında yetişen Nâbî, çağdaşlarının şiir anlayışlarını beğenmez, eski geleneği sürdürmelerini kınar ve onları şiire yenilik getirememekle suçlar:
Baksañ ekser sühan-ı şâ'ir-i hâm
Zülf ü sünbül gül ü bülbül mey ü câm
Çıkamaz dâ'ire-i dilberden
Kadd ü hadd ü leb ü çeşm-i terden
Geh bahâra tolaşur geh çemene
İlişür serv ü gül ü yâsemene
Reh-i nâ-reftede cevlân idemez
Sapa vâdîleri seyrân idemez
İdemez sayd-ı ma'ânî-i bülend
Atamaz gayrı şikârına kemend
Geçinür ma'ni-i hâyîde ile
Lafz-ı meşhûr u cihân-dîde ile
Bir yandan İmparatorluğun içinde bulunduğu koşullar, öte yandan şairin yaradılışı, onu şiirde o zamana kadar söylemiş ve yazmış olanların yolunda yürümemeğe zorlar. Böylece Nâbî, mistik ya da duygusal şiir anlayışı yerine, sağduyu ve düşüncenin ağır bastığı şiir anlayışını benimser. Sanatçı, eski kaynaklardan çoğunun da görüş birliğinde bulundukları gibi, divan şiirine yeni bir deyiş, yeni bir anlayış getirmiş ve daha yaşamında ün kazanmış ustalardandır. Eski edebiyatımızdaki bu önemli yerini o, toplumsal olaylardan, siyasal ve ekonomik sorunlardan etkilenen, bu sorunlar üzerinde düşünüp onlara çözüm yolları arayan çağının aydın insanı olmasına borçludur. Şair, sanatının en verimli dönemini, şiirlerinin en özlülerini yarattığı dönemi Halep'te geçirmiştir. Olgunluk yıllarından başlayarak, ölümünden son iki yıl öncesine kadar kaldığı Halep'te Nâbî, anarşinin at oynattığı İstanbul’dan uzakta, köşesine çekilip düşünebilmiş ve çökmeğe yüz tutmuş bir toplumun insanının sorunlarına eğilebilmiştir.
Nâbî, hikemi şiir ekolünün divan şiirindeki en başarılı temsilcisi olarak bilinir. Ona göre şiir, kişisel ve toplumsal aksaklıkları gösterip okuyucuyu uyarabilmeli ve doğru yola yöneltebilmelidir. Günün birinde şiir yazmaya heveslenebileceğini düşündüğü oğluna:
Hikmet-âmîz gerekdür eş'âr
Ki me'âli ola irşâda medâr
Âb-ı hikmetle bulur neşv ü nemâ
Gülşen-i şi'r ü riyâz-ı inşâ
diyerek, şiirin özünde okuyanı uyarma, ona yol gösterme amacı aradığını belirtir. Amaç eleştiri ve öğüt olunca, şiir az sözle öz söylemeyi gerektirir. Az sözle öz söylemeyi başaran şiir; dilden dile, kulaktan kulağa dolaşarak, kısacası özdeyiş niteliğini taşıyarak dinleyeni doğru yola yöneltme görevini yerine getirir.
Tîz ferâmûş olınur nesr sühan
Nazm ammâ ki ider devr-i dehen
diyen şair, düz yazının uzun söz söylemeyi gerektirmesi nedeniyle, dilden dile dolaşamayıp çabuk unutulacağını, oysa şiirin hemen unutulmayıp dillerde daha uzun süre kalabileceğini belirterek şiiri düz yazıya yeğ tutar. Kısacası, Nâbî'nin şiirde yeni bir alanda yürümek istemesinin nedeni büyük ölçüde, onun, çağının sakat, düzensiz, ve bozuk yanlarından etkilenişine dayanır. Bu etkilenişe, şairin akılcı, durgun kişiliğiyle kendisine gelinceye kadar söylenmiş ve yazılmış olanlardan başka, yeni bir tarzda yazma isteğini de katacak olursak, onun eski şiirde neden hikemi yolda yürüdüğü daha iyi anlaşılır.
Buraya kadar, Nâbî'nin toplumsal yapıdan etkilenen ve bu etkilenme sonucu onun yaşam anlayışı ve edebî kişiliğinde ortaya çıkan özelliklerin bir kısmına kısaca değindik. Ancak, sanatçıyı yalnızca etkilenen bir kişi olarak düşünmememiz gerektiğini burada belirtmekte yarar görüyoruz. O, dış dünyadan etkilenen kişiliğinin yanı sıra küçümsenemeyecek ölçüde, dış dünyayı etkilemeye çalışan bir kişilikle de karşımıza çıkar. Nâbî bir yandan toplumunun siyasal, toplumsal, kültürel vb. sorunlarını iyi gözlemiş, tanımış, anlamış ve bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermeyi başarmış, öte yandan da bu sorunlar üzerinde düşünüp onlara kendince çözüm yolları bularak, çağının insanına bunalımdan kurtulması için yardımcı olmaya çalışmıştır. Bu da Nâbî'ye büsbütün toplumdan kopmuş, dış dünyadan soyutlanmış bir sanatçı olarak bakmamamızı gerektirir. Etkilendiğince etkilemeğe çalışması onun toplumsal yanını gösterir.
Öte yandan, etkilenme ve etkileme diye tanımladıklarımız gerçekte, Nâbî'nin şiirine yansıyan dünya görüşüdür. O, şiirlerinde dünya görüşünü oluşturan, insanoğlunun varlığını, kendi çevresini, içinde yaşadığı toplumu gözler, tanımağa çalışır; sonra da gördüklerini yorumlar. Yani, “ Nasıl bir dünya, nasıl bir hayat olmalıdır?”sorusuna cevap arar.
Bu yazımızda, Nâbî'yi Osmanlı toplumunun değişen ve güçleşen koşulları içerisinde, çağının temel çatışmalarını bünyesinde toplamaktaki başarısı yönünden incelemeğe çalıştık. Sonuç olarak sanatçı, hem kişi olarak, hem de şairliğiyle bir yandan geleneksel düzene bağlı bir kişilikle karşımıza çıkmakta, öte yandan değişen bir toplumun bireyi olarak birtakım özellikler göstermektedir. Yani, Nâbî'de geleneksel Osmanlı aydınını, divan şairini, yeni koşullara tedirginlik, kötümserlik, eleştiri ve yergiyle tepki gösteren, düzene ve huzura susamış, durgun, çekingen, akılcı insanı buluruz. Bu da onun çağının yapısal özelliklerinden önemli ölçüde etkilendiğinin ve yapısal özelliklerin yanı sıra var olan çatışmaların kişiliğine ve şairliğine yansıdığının bir kanıtıdır.
TDK Ömer Asım Aksoy Armağanı 1978
Dîvân- ı Nâbî , Kasîde-i Cülûs-ı Sultân Mustafa Hân İbn-i Merhûm Sultân Mehmed Hân , İst. 1292, s.23-24
age., Der Beyân-ı Şeref-i Hulk-i Hasen, s.22 vd., Matlâb-ı Fazl-ı Zekât u Sadakât, s.10 vd.
age., Nehy-i A'yânî ve Zulm-i Fukârâ, s. 32