Balkanlar’da Türk Şiiri -
Balkan Türklerinin Kimlik Destanı
Suat Engüllü
İnsanlık tarihinde önemli yeri ve rolü bulunan Türk kültür ve uygarlığı, tarihin uzun bir zaman diliminde son derece geniş bir coğrafyaya yayılmış, bu coğrafyada varlık gösteren kültür ve uygarlıklarla çok eskilerden beri iç içe yaşamış, karşılıklı etkileşim içinde bulunmuştur. Bu bağlamda, milâdî 378 yılından bu yana, Orta Asya’dan Karadeniz kıyılarına inen, oradan da Avrupa’ya uzanan Hun, Avar, Bulgar, Vardar, Oğuz, Peçenek, Kuman Türkleri, ayak basıp yerleştikleri bölgelerin kültürlerinde silinmez izler bırakmışlardır. Hayatın her alanında mevcut olan bu izlerin, Balkanlar’da, yüzyıllardır neredeyse kesintisiz devam ettiği bilimsel olarak da tespit edilmiştir. Fakat Balkanlar coğrafyasında, Türk izlerinin uzun süreli ve kalıcı hâle gelmesi, bu toprakların Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine dahil edilmesi ve buralara yerleşen Türk ahalinin, bu toprakları yurt tutmasıyla olmuştur.
Osmanlı idaresinin Balkanlar’a yerleşip güçlenmesiyle birlikte, toplumun ve hayatın her alanında görülen gelişmeler ve yaşanan köklü değişimler, kültür ve sanata da yansımıştır. Bu bağlamda, Balkanlar’da boy veren, Osmanlı öncesi dönemde de var olabileceği olasılığının göz ardı edilmemesi gereken Türk edebiyatı, dolayısıyla da konumuz olan Türk şiiri, bu genel kültür ve sanat gelişiminden etkilenmiş, olabildiğince kendine özgü bir gelişim göstermiştir. Öyle ki Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında, maalesef akıl almaz bir Türk kültür ve sanat mirası kıyımına sahne olan Balkanlar’da, Türk şiiri, Osmanlı İmparatorluğu’nun en erken döneminden itibaren varlık göstermeye başlamıştır.
Balkanlar’da Türk şiirinden söz ederken, bu geniş coğrafyada yaşayan Türklerin toplumsal, ekonomik ve kültürel konumlarından hareket ederek, konuyu üç ayrı dönem içinde ele alıp irdelemek gerekmektedir:
1. Balkanlar’da Osmanlı dönemi Türk şiiri (Osmanlı öncesinde, daha doğrusu XI. yüzyıldan başlayarak, 1393 yılında Osmanlı hakimiyetinin kurulmasına kadar, Balkanlar’da, özellikle kalabalık Kuman-Kıpçak ve Peçenek topluluklarının egemen olduklarını; hatta 1087 yılında, merkezi Kumanova olan “Kuman-Peçenek Türk Federasyonu”nun bile kurulduğunu göz önünde bulunduracak olursak, bu topraklarda daha önceleri de Türk şiirinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. “Codex Cumanicus” bunun en açık kanıtlarından biridir kuşkusuz.);
2. Balkanlar’da 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrası Türk şiiri;
3. Balkanlar’da İkinci Dünya Savaşı sonrası Türk şiiri.
Balkanlar’da Osmanlı Dönemi Türk Şiiri
Bölgede yaşayan bütün Türklerin tek bir çatı altında bulundukları ve yaklaşık aynı toplumsal, ekonomik ve kültürel koşulları paylaştıkları Balkanlar’da, Osmanlı dönemi Türk şiirinin aydınlatılmasında çok önemli bir yer tutan şuara tezkirelerinin taranması çalışmalarıyla elde edilen bilgiler, Saraybosna, Belgrad, Üsküp, Manastır, Serez, Vardar Yenicesi, Selânik, Sofya, Filibe gibi önemli kültür merkezlerinde, ilk şairlerin XV. yüzyılın sonlarına doğru, II. Bayezid döneminde ortaya çıktıklarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Bu şairlerden biri de, şuara tezkirelerinin tümünde Priştineli olduğu kayıtlı bulunan; çocukluk ve gençlik yıllarını Balkanlar’da geçiren; Arapça’yı, özellikle de Farsça’yı şiir yazabilecek derecede iyi bilen; Prof. Dr. Hasan Kaleşi’nin, Prizrenli olduğunu ileri sürdüğü Şemi ve Zatî gibi, döneminin ünlü şairleriyle de ilişki içinde bulunduğu belirtilen Priştineli Mesihî’dir. Rumeli Beylerbeyi iken kendisini himayesi altına alan Hadım Ali Paşa’nın Şahkulu Ayaklanması’nda şehit edilmesinden sonra, aslında Ahmet Paşa, Necati ve Zatî ile birlikte klâsik Türk şiirinin kurucularından sayılan Mesihî’nin dünyası değişir, yoksulluk içinde yaşamaya başlar. İçine düştüğü durumun etkisi altında Hadım Ali Paşa’ya, en değerli şiirlerinden biri olduğu ileri sürülen bir mersiye yazar. Kendisine Bosna’da verilen küçük bir tımarla ömrünü tamamlayıp 1512 yılında, perişan bir vaziyette orada ölür. Ahmed Paşa’nın, hakkında, "Rum’da şiirin kâşanesini kurduğunu” dediği ileri sürülen, anlatımının özgünlüğü ve düşüncelerinin derinliği ile dikkat çektiği vurgulanan Mesihî’nin üç eserinden biri olan, İran edebiyatında da örneği bulunmayan Şehrengiz’in, edebî tür olarak şairin buluşu olduğu kesindir. Edirne için yazılan Şehrengiz’de, Mesihî’nin, mümkün olduğunca Türkçe sözcükler kullanmaya gayret gösterdiği apaçık ortadadır. Mesihî divanının en karakteristik örneği kabul edilen “Bahariyye” kasidesi, 1774 yılında Sir Wiliams Jons tarafından yayımlanan “Asya Şiiri Antolojisi”ne alınan tek Türk şiiridir. Bundan sonra başka dillere de çevrilmiş olan bu şiirin en başarılı çevirisi hiç kuşkusuz Prof. Dr. Fehim Bayraktareviç’in yaptığı Boşnakça çevirisidir.
Priştine’ye komşu bir şehir olan Prizren’de yetişen ve bu şehirle özdeşleşen bir diğer büyük Türk şairi de Suzi Çelebi’dir. Sehi, Lâtifî, Aşık Çelebi, Hasan Çelebi tezkirelerinde adı geçen, J. Hammer ve F. Babinger gibi yabancı bilim adamlarının ilgisini çeken Suzi Çelebi’nin, 1455-1465 yılları arasında doğmuş olabileceği tahmin edilmektedir. Şuara tezkirelerinde, öğrenim görmek için İstanbul’a gittiği ancak öğrenimini tamamlamadan tekrar Rumeli’ye döndüğü; Mihaloğlu Ali Bey’in yanında uzun zaman kalıp savaşlara katıldığı; o döneme ait önemli bir tarihî kaynak da sayılan, 15 bin beyitten oluşan “Gazavât-nâme” adlı eserinde bu savaşları manzum olarak kaleme aldığı bilgisi mevcuttur.
Tarih boyunca merkez olma özelliğini hiç kaybetmemiş olan Üsküp’te yetişen divan şairleri arasında en tanınmışı, hiç kuşkusuz XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan âlim ve şair İshak Çelebi’dir. Makedonyalı bilim adamı Prof. Dr. Vanço Boşkov’un kendisi için “şair-âlim” dediği, aralarında Edirne, Serez, Üsküp, Bursa, Sahn gibi merkezlerin de bulunduğu birçok yerde müderrislik yapan İshak Çelebi, “İshak-name” adıyla tanınan “Selim-name” eseriyle de ün kazanmıştır. Yine Boşkov’a göre, üslûbu ve tarzı bakımından “divan edebiyatında bir örneği daha bulunmayan” ünlü “Şehr-engiz-i Mahbudan-i Vilâyet-i Üsküb” (Üsküp Kentinin Güzel Delikanlıları İçin Şehrengiz) adlı eseri de yazmıştır. Hayatı hakkında bilgi veren kaynaklardan, nüktedan ve zarif biri olduğu; ancak hayatının Şam kadılığına kadarki döneminin tam bir harabatî yaşantısı şeklinde geçtiği bilinen İshak Çelebi’nin yaşayışının şiirlerine de yansımış olması, yaşadığı dönem insanının zevkleri ve alışkanlıkları hakkında bilgi vermektedir.
Bugün Yunanistan sınırları içinde yer alan bir Ege Makedonyası şehri olan Vardar Yenicesi’nde yetişen, kişiliğinin oluşmasında yetiştiği ortamın tasavvufî atmosferinin etkili olduğu bilinen Usûlî hakkında, yaşadığı dönemin biyografi yazarlarının verdikleri bilgiler öylesine sınırlıdır ki bu kaynaklardan şair ile ilgili fazla bir şey öğrenebilmek mümkün değildir. Öğrenimini tamamladıktan sonra tasavvufa yöneldiği bilinmektedir. Mısır’a gidip uzun yıllar İbrahim Gülşenî’nin müridi olan Usûlî, şeyhinin ölümünden sonra, 1533 yılında doğum yeri Vardar Yenicesi’ne dönmüş, Rumeli’de Gülşenîliği yaymaya çalışmıştır.
Şuara tezkirelerinin taranmasıyla ulaşılan bilgilere göre, Osmanlı döneminde, bugünkü Bulgaristan sınırları içinde doğmuş olan şairlerin sayısı 85’tir. Osmanlı kültür coğrafyasında önemli birer merkez olan Sofya ile Filibe, Türk edebiyatına on altışar şair kazandırmıştır. Bunun dışında birçok şairin, çeşitli görevlerle geldikleri Bulgaristan’da, en verimli yıllarını geçirdikleri de unutulmamalıdır. 20. yüzyıl Bulgaristan Türk şair ve yazarlarından Mehmet Çavuş’a göre, “Misal-i cennettir evvel baharı / Açılır kırmızı gülü Tuna’nın,” mısralarının müellifi, yeniçeri şairi Öksüz Dede’nin, Niğbolu doğumlu olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır.
Özellikle 1992-1996 yılları arasında sahne olduğu Bosna Savaşı nedeniyle ülkemizde uzun süre hep gündemde bulunan Bosna Hersek, Balkanlar Türk şiiri açısından büyük önem taşımaktadır. Günümüzde maalesef Türkçe’nin konuşulmadığı; önemli sayılabilecek, Türk varlığını yaşatabilecek güç ve konumda bulunan bir Türk topluluğunun bulunmadığı Bosna Hersek’te, Osmanlı döneminde birçok önemli şair yetişmiştir.
1463 yılında, Fatih Sultan Mehmed zamanında fethedilen ve fethin hemen sonrasında kitleler hâlinde İslâmiyet’i kabul ettikleri; Osmanlı döneminde, yönetimsel, askerî, bilimsel ve edebî alanlarda önemli konumlara yükseldikleri; hatta 16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti’ne 22 Bosnalı sadrazam verdikleri bilinen Boşnaklar, Balkanlar’da yaratılan Türk şiiri içinde çok özel bir yere sahiptirler.
Balkanlar’da yaratılan Türk şiiri bütünlüğü içinde, en çok araştırılmış, en çok incelenmiş olan, Osmanlı döneminde Bosna Hersek’te yaratılan Türk şiiridir. Bu alanda sarf ettikleri çaba ve gerçekleştirdikleri değerli çalışmalar dolayısıyla, Prof. Dr. Fehim Nametak, Dr. Lâmia Haciosmanoviç, Cenana Buturoviç, Munib Maglayliç ve adlarını zikredemediğimiz daha birçok Boşnak bilim adamını kutlamak gerekir. Yapılan bu bilimsel çalışmalarla, Bosna Hersek’te Türk şiirinin temelinin XV. yüzyılda atıldığı, yörede ilk Türkçe eser veren kişinin de II. Bayezid’in veziri Derviş Yakup Paşa olduğu saptanmıştır. Türkçe şiir yazma geleneğinin, Avusturya dönemine kadar devam ettiği Bosna’da, çok sayıda ve değerli şair yetişmiştir. Lâmekânî, Nergisî, Vuslatî, Sabit, Ledünnî, İlhamî, Vehbî, Habibâ Rıdvanbegzade, Hersekli Arif Hikmet, Molla Muhammed, İbrahim Zikrî, bunlardan birkaçıdır sadece.
Arnavutluk ve Romanya’da yetişen bazı şairlerden söz edilmesine rağmen, bu alanda daha ciddî çalışmalar yapılmadığından, bu Balkan ülkelerindeki Osmanlı dönemi Türk şiirinin “sır perdesi” bugüne kadar aralanamamıştır.
Balkanlar’da 93 Harbi ve Balkan Savaşları Sonrası Türk Şiiri
93 Harbi ve Birinci Balkan Savaşı’nın başlamasına kadar geçen yaklaşık beş yüzyıllık dönemde, Balkanlar’da yaratılan Türk şiiri ve birkaç önde gelen Türk şair hakkında verdiğimiz bu genel ve kısa bilgiler, Osmanlı döneminde, bu topraklarda, aslında köklü bir Türk şiiri geleneğinin söz konusu olduğunu; bu coğrafyada Türkler var oldukça ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın o güzelim dizesinde ululanan “ses bayrağımız Türkçe” bu gök kubbede yankılandığı müddetçe de var olmaya devam edeceğini açıkça göstermektedir.
Ancak Osmanlı Devleti’nin hazin sonu, beş yüzyıl içinde kurulan bu yapıyı ciddî şekilde sarsmıştır. Bu dönemde görülen kitlesel göçler nedeniyle aydın ve yazarların neredeyse tamamının terk ettikleri Balkanlar, geride kalanların yaşadıkları sosyal sıkıntıların hayatın tüm alanlarına, dolayısıyla tabiî ki edebiyata da yansıması sonucunda, edebî çalışmalar, bu bağlamda şiir de bir süre kaçınılmaz bir suskunluğa gömülmüştür. Fakat her şeye rağmen, Türkçe, Balkanlar’da yaşamaya devam etmiştir. Yaşayan Türkçe sayesinde, Türkiye’ye göçlerle kan kaybeden Türk şiirinde, yavaştan yavaşa da olsa bir toparlanma başlamıştır.
Elbette ki Osmanlı döneminde, Balkanlar’da canlı bir kültür-sanat ve edebiyat faaliyetinin olması, canlı bir şiir geleneğinin yaşatılması, o topraklardaki Türk izleri bakımından, 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrası dönemi ile kıyaslanamayacak kadar büyük önem taşımaktadır. Ancak Balkanlar coğrafyasında yaşayan Türk topluluklarının, bundan böyle de kültür ve sanatlarındaki canlılığı idame ettirmelerinin, edebiyatlarını yaşatmalarının, bu çerçevede de şiirlerine yeni soluk kazandırabilmelerinin, bu topraklarda Türk varlığının kalıcılığı için, daha da önemli olduğu kesindir.
93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasındaki dönemde, Balkanlar’da yaşayan Türklerin faaliyet gösterdikleri her alanda büyük bir duraksamanın yaşandığı bilinmektedir. Bu duraksamadan Türk şiiri de nasibini almıştır. Böyle olmakla birlikte, sahip olunan imkânlar ve mevcut şartlar göz önünde bulundurulduğunda, geçen yüzyılın başlarında, başta Yugoslavya, doğrusu Makedonya ve Kosova ile Bulgaristan olmak üzere, Balkan Türklerinin yaşadıkları diyarlarda, şiirin susmaması için henüz yeterince aydınlatılamamış birtakım değerli çabaların harcandığını hiç tereddütsüz ileri sürebiliriz.
Makedonya Türk şiirinin, özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra, neredeyse tamamen susma noktasına geldiği söylenebilir. İlk şiirlerini, ömür boyunca özlemini duyduğu “kaybolan şehir” Üsküp’te kaleme alan ancak çağdaş Türk şiirinin olduğu gibi, yeni bir şiir dilinin de mimarı olan Yahya Kemal Beyatlı, elbette ki Makedonya Türk Şiiri içinde baş tacı edilecek bir şairdir. Hatta kısa bir süre önce, Makedonya Türk şair ve yazarları tarafından Yahya Kemal Beyatlı Türkoloji Enstitüsü’nün kurulduğu Makedonya’da, bu büyük şaire sahip çıkılması hususunda çok geç kalındığını bile hiç çekinmeden söyleyebiliriz.
Yahya Kemal Beyatlı’nın, sadece 15 yaşındayken eşi Redife Hanım’a aşık olması bağlamında ilişkilendirildiği; bu büyük şairimizin başarılı şiir serüveninde, ona ilk şiir derslerini vererek oynadığı rolün göz ardı edildiği; 1871-1936 yıllarında yaşamış olan Rifaî Tekkesi’nin bilge şeyhi Üsküplü İkinci Şeyh Sadeddin Efendi hakkında, maalesef çok az şey bilmekteyiz. Birçok eser bırakmış olduğunun bilinmesine rağmen, bugüne kadar bu eserlerine ulaşılamamıştır. Bu yüzden de şiiri hakkında kesin bir şeyler söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ancak şiirlerinde tasavvuf şiiri havasının estiğini tahmin edebiliriz.
Osmanlı’nın son döneminde “konsoloslar kenti” olarak anılan Manastır’da, şair İzzet Basri Efendi, Şeyh Sadeddin Efendi ile hemen hemen aynı yıllarda (1865-1936) yaşamıştır. Yanında çalışanların ya da onun sohbetlerine katılanların kaydettikleri şiirlerde insanî değerleri ön plânda tuttuğu belirtilmektedir. Günümüze ulaşan şiirlerinin sayısı ile kesinlikle övünemeyeceğimiz, halka gösterdiği yakınlıkla tanınan İzzet Basri Efendi, kişiliğinin bu özelliği sayesinde halkın şairi olarak görülmüştür.
40’lı yıllarda ortaya çıkan Abdül Fetah Rauf’un şiir alanındaki çabaları, bu dönem Makedonya Türk şiirine fazla bir hareketlilik getirememiştir. Şeyh Sadeddin Efendi’nin son derece zor şartlar altında, büyük imkânsızlıklar içinde bir yere kadar açabildiği “şiir yolundan” yürüyen şairin şiirlerini, konuları itibarıyla dinî şiirler, sosyal şiirler, ulusal-tarihî şiirler ve felsefî şiirler olarak irdeleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da şiir yazmayı sürdüren, ne yazık ki bugüne kadar kitaplaştırılamayan Abdül Fettah Rauf’un şiirleri, yeni kurulan Tito Yugoslavyası’nda, ideolojik nedenlerle maalesef yayımlanmamıştır.
Bu dönemde Kosova’da Âşık Ferkî ve Hacı Ömer Lütfi ön plâna çıkmaktadır. Aydın bir aileden geldiği, Jöntürk hareketine katıldığı, altmış kadar eser verdiği, şiirlerinin bazılarının İstanbul gazetelerinde yayımlandığı söylenen Hacı Ömer Lütfi’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Kosova’daki Sosyalist İşçi Hareketi’ni benimsediği, bu alanda faaliyet gösterdiği iddia edilmektedir. Şiirlerinin bazılarında yaşadığı dönemin siyasî olaylarını aydınlatma çabası içinde olduğu, halkı bu olaylarda taraf olmaya davet ettiği de ileri sürülmektedir.
Doksanüç harbinden sonra bir duraklama içine giren Bulgaristan Türk şiiri, XX. yüzyılın başlarında kendini tazelemeye başlamıştır. Bulgaristan Krallığı döneminde Türkçe basının varlığı -yayımlanan 150 civarında gazete ve dergi söz konusudur-, edebiyatın dolayısıyla da şiirin gelişimine olumlu etki yapmıştır. Bulgaristan’da Türklere uygulanan baskının yol açtığı ulusal bilincin şahlanması-haksızlıklar karşısında duyulan isyan-eşitlik mücadelesi üçgeni içinde yaşanan duyguları dile getiren Hafız Abdullah Meçik, Mustafa Şerif Alyanak, Mehmet Bençet Perim, Muharrem Yumuk, Hasan Basri Öztürk, İzzet Genç gibi şairler, bu dönem Bulgaristan Türk şiirine damgalarını vurmuşlardır.
Osmanlı Devleti’nin çöküşü, bir bakıma Yunanistan’da Türk şiirinin “sonu” anlamına gelmektedir. Konu ile ilgili yapılan, ulaşabildiğimiz çalışmalara bakılacak olursa, 1960 yılına kadar, Yunanistan Türk şiiri sahnesinden kayda değer bir gelişme olmamıştır maalesef. Bu dönemde, Romanya Türk şiiri ile de durum farklı değildir.
93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrası dönemde, Balkan Türklerinin şiir alanında önemli bir varlık gösterememelerinin nedenleri değerlendirirken, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Balkanlar’da ortaya çıkan devletlerin tümünün, azınlıklara herhangi bir hak ve özgürlük tanımayan, gelişimlerine zemin hazırlamak gibi bir gayret içinde olmayan dikta-faşist krallık rejimlerle yönetildiğini göz önünde bulundurmanın şart olduğuna dikkat çekmeyi unutmamak da gerekir.
Balkanlar’da İkinci Dünya Savaşı Sonrası Türk Şiiri
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan, Makedonya’yı cumhuriyet, Kosova’yı özerk bölge statüsüyle sınırları içine alan Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti’nde, azınlıklara tanınan birtakım haklar sonucu, sosyal ve kültürel hayatın bütün diğer alanlarında olduğu gibi, edebiyat alanında da, kısa sürede bir canlanma görülmeye başlamıştır. Krallık Yugoslavya rejiminin, 1929 yılında yasakladığı Türkçe yayın basın faaliyetinin, çok sınırlı da olsa devreye girmesi, bunda büyük rol oynamıştır. Öyle ki 23 Kasım 1944 yılında Makedonya’da yayın hayatına başlayan haftalık “Birlik” gazetesi sayesinde, çoğu edebiyata şiirle giren yeni bir yazar kuşağı ortaya çıkmıştır. Bu kuşağa mensup Şükrü Ramo, Enver Tuzcu, Necati Zekeriya, Fahri Kaya, İlhami Emin gibi şairlerin eserleriyle, Makedonya Türk şiirinin yeniden hayat bulduğu söylenebilir.
Yugoslavya’nın sahne olduğu toplumsal ve kültürel değişim süreçlerinin edebiyatta başlattığı; “sosyalist gerçekçiliğe ve her türlü dogmacılığa karşı” yürütülen mücadele havası içinde geçen; yeni edebî eğilimlerin ortaya çıkışına hız veren; 1952 yılında Lyublyana’da düzenlenen Yugoslavya Yazarlar Birliği Kurultayı’nda ünlü Hırvat şair ve yazarı Miroslav Krleža’nın raporuyla önemli ölçüde yönlendirilen tartışmaların yürütüldüğü ellili yılların başlarında yazdığı toplumsal gerçekçi şiirlerle Makedonya’da şiir serüvenine atılan Necati Zekeriya, 1950 yılında yayımlanan ilk eseri “Şiirler” kitabından sonra, uzun yıllar çocuk şiirinde karar kıldı ve bu alanda başarılı bir grafik çizdi. 1965 yılında yayımlanan “Sevgi” kitabıyla lirik şiir dünyasına daldı. Sonraki yıllarda yeni tatlar, yeni açılımlar, yeni değerler kazandırma gayreti içinde bulunduğu şiirinin estetik-sanat düzeyini daha üst seviyelere çıkarma kaygısı, ölümüne kadar devam etti.
1956 yılına kadar Makedonca yazan İlhami Emin’in, bu tarihten itibaren Türkçe yazmayı da tercih etmesi, elbette ki Makedonya Türk şiiri için büyük bir kazanç olmuştur. Geçmiş ile şimdi arasındaki bütünselliği, insanın gelişiminin genelinde ele alan şair, eskinin eleştirisini yaparken, dünden bugüne uzanan, günümüz şartlarında önem kazanan meseleleri okuyucunun dikkatine sunar, onu düşünmeye sevk etmeyi amaçlar. 1971 yılında yayımlanan “Gülkılıç” şiir kitabıyla girdiği bu şiir lâbirentinde, hâlâ, kendini aşmasını sağlayacak yeni değerlerin izini sürmektedir.
1950 yılından sonra aylık Sevinç ve Tomurcuk çocuk dergilerinin, Türkçe kitapların da yayımlanmaya başlaması, şiir çalışmalarının hız kazanmasına zemin hazırlamıştır. Ancak araya giren 1953 göçü, Makedonya Türk şiirinin bu hızlı gelişimini sekteye uğratmıştır. Göçün hız kestiği 60’lı yılların ortalarında, Sesler Aylık Toplum-Sanat Dergisi’nin de yayın hayatına girmesiyle, slogancılıktan uzaklaşma, gerçek şiiri arama çabaları daha da güçlenmiştir. Önce, söyleyeceklerini somut bir tarzda iletmek için düşünce ve duygularını gereksiz sözcüklerden arındırarak kurduğu kusursuz dizelerde ortaya koyduğu ince lirizm tonlarıyla dikkatleri çeken , yazdıklarıyla okuru düşünmeye iten Avni Engüllü ile birlikte Mustafa Yaşar, Yusuf Edip, Sabahatiin Sezair, Fahri Ali, Suat Engüllü, İrfan Bellür; daha sonraları da Esat Bayram, Sabit Yusuf gibi şairlerin yer aldığı, Makedonya şiirine güç veren, yeni bir yazar kuşağı ortaya çıkmıştır. Makedonya Türk şiirinin yaşatılması misyonuna son katılanlar arasında, Melâhat Engüllü, Biba İsmail, Oktay Ahmed, Rıfat Emin, Tülay İbrahim, Leylâ Süleyman, Meral Kain, Arzu Abdullah gibi değerli genç şairleri de anmak gerekir.
Tito Yugoslavyası’nın resmî siyasetî, 1951 yılına kadar Kosova’da Türk varlığını tanımıyordu. Bu nedenle Kosova Türkleri, ilk başta Makedonya Türklerine tanınan olanaklardan yararlanamadılar. Bu nedenle birçok alanda olduğu gibi, edebiyatta da ortaya çıkan alt yapı eksikliğini, 1969 yılına kadar Makedonya Türklerinin sahip oldukları olanaklardan yararlanarak giderdiler.
Bu şartlar altında Kosova Türk şiirininn canlandırılması misyonunu, aslen Makedonyalı olan Süreyya Yusuf üstlenmiştir. Onun çabalarıyla Makedonya’ya geçen Naim Şaban, Nusret Dişo ve Nimetullah Hafız’ın, kısa sürede şiirde önemli yol kat ettikleri aşikârdır. Tercihini Makedonya Türk şiirinde yer almak yönünde yapan Nusret Dişo Ülkü, şiirlerinde çağdaş bir şiir anlayışı sergilemektedir. Buna rağmen ilk şiirlerinden beri toplumsal ve güdümlü konulara yer vermekten vazgeçmemiştir. Ancak slogancılığın sularına da kapılmamıştır. Somut şiiri tercih etse de, ünlü Bosna Hersek şairi Mak Dizdar’ın etkilerini taşıyan soyut şiir örnekleri de vermiştir. Bir süre sonra onlara Hasan Mercan katılmıştır.
Makedonya’da yayımlanan Sesler dergisi, 1965 sonrasında Bayram İbrahim Rogovalı, Mürteza Büşra, İskender Muzbeg, Arif Bozacı; geleneksel şiire çağdaş bir boyut kazandırarak insanı değişik yanlarıyla ele alan, insanî unsurları sıfıra indirgeyen zihniyeti, sırıtmayan bir mizahî yaklaşımla eleştiren Agim Rifat Yeşeren; Altay Suroy Recepoğlu, Zeynel Beksaç, gibi Kosova Türk şairlerinin yetişmesinde büyük katkıda bulunmuştur.
Ancak Kosova Türk şiirinin en hızlı gelişim dönemi, Priştine’de, haftalık “Tan” gazetesinin yayımlanmaya başladığı 1969 sonrası dönemdir. Sadık Tanyol, Fahri Mermer, Raif Kırkul, Burhan Sait, Aziz Serbest, Özcan Micalar, bu dönemde ortaya çıkan şairlerdir.
Son Kosova olayları öncesinde, Türkçe olan bütün yayın faaliyetinin durdurulması nedeniyle zor günler yaşayan Kosova Türk şiiri, NATO’nun müdahalesinden sonra Türkiye’nin desteği sayesinde, tekrar toparlanma sürecine girmiş bulunmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında, Selim Bilâl, Mülâzim Çavuş, Osman Sungur gibi şairler, Bulgaristan Türk şiiri geleneğini sürdürmeye devam etmişlerdir. Ancak 1950-51 göçünün, her şeyi alt üst ettiği malûmdur. Buna rağmen, Bulgaristan’da kalabalık bir Türk toplumunun olması, kısa sürede yeni şairlerin yetişmesini sağlamıştır. Bu genç ve yetenekli şairler, bura Türk şiirinin gelişimine büyük bir hız kazandırmışlardır. Selim Bilâl, Mehmet Çavuş, Mefküre Mollova, Lâtif Ali, Hasan Karahüseyin, İsmail Çavuş, Arzu Tahirova bu misyonu gerçekleştiren değerli şairlerden birkaçıdır sadece.
Sofya Üniversitesi Filoloji Fakültesi mezunu olan Mefküre Mollova, Bulgaristan Türk şiirinde ilk kadın şair olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiirleri, uzun süre sadece dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk ve tek şiir kitabı “Şiirler”, 1964’te basıldı. Siyasî nedenlerle işten atıldı. Kendini Türk dili alanında yaptığı çalışmalara verdi.
1933 yılında Eskicuma’ya bağlı Turnaovası köyünde dünyaya gelen Mehmet Çavuş, 1947 yılından beri şiir yazmaktadır. Bulgaristan Türk şiirinde sosyalist gerçekçiliğin slogancılığından kopmayı büyük ölçüde başaran ve Bulgaristan Türk şiiri içinde kendine has bir üslûp geliştiren, şiir tekniğine vakıf şairlerdendir. 1982 yılından beri Türkiye’de yaşamaktadır.
1969 yılında, Bulgaristan Komünist Partisi’nin “bütünleşme” kararının ardından, Türkçe’nin yasaklanması, Türk kurumlarının kapatılması, Bulgaristan Türklerinin Bulgarlaştırılmasına gidilmesiyle, gelişim açısından iyi bir hava yakalayan Bulgaristan Türk şiirine büyük bir darbe indirilmiş oldu.
Jivkov dikta rejiminin son bulduğu 1989 yılından bir süre sonra, Bulgaristan Türk şiiri tekrar bir toparlanma sürecine girmiştir. Bu süreçte, Bulgaristan’da kalan Yusuf Kerim, Osman Aziz, İsmail Çavuş, Arzu Tahirova gibi şairlerin çabaları, her türlü takdire lâyıktır.
Yunanistan Türk şiirinde dikkate değer ilk daha önemli ve umut verici kıpırdanmalar, 1960’lı yıllarda göze çarpmaya başlamıştır. Bu da, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan “bahar havası” sonrasında, Türkiye’de eğitim gören bir grup Yunanistan Türk gencinin, Batı Trakya’ya dönüşlerinin ardından bir “edebî hareket” başlatmalarıyla olmuştur. Bu hareketin önde gelen isimleri Alirıza Saraçoğlu, Hüseyin Mazlum, Rahmi Ali, Hüseyin Alibabaoğlu, Tevfik Hüseyinoğlu’dur.
Kızı Nalân Saraçoğlu da kendisi gibi şair olan, Mehmet Akif Ersoy-Mehmet Emin Yurdakul tarzında şiirleriyle Batı Trakya Türklerinin “millî şairi” kabul edilen Gümülcineli Alirıza Saraçoğlu, büyük bir inanç ve azimle sürdürdüğü ulusal ve toplumsal mücadelede, şiiri araç olarak görmüştür. Bu nedenle, ölümünden iki yıl önce 1992’de, lirik şiirlerden oluşan “Rodop Yıldızı” şiir kitabının yayımlanmasına kadar, şiirinin ana temasını, Balkanlar’ın bu bölgesinde hiç sönmeyen ulusal heyecanla kimlik mücadelesi veren Türklerin varoluş sorunları oluşturmuştur.
Yunanistan Türk şiirinin, her şeyden önce bir türlü son bulmak bilmeyen Yunan baskısı yüzünden çok zor şartlar altında ayakta kalmaya başarmasında, Mustafa Tahsinoğlu, Naim Kâzım, Hüseyin Mahmutoğlu, Salih Halil, İmam Kasım, Mehmet Çolak, Kadir Ali gibi şairlerin de büyük katkıları vardır. Ayrıca son yıllarda evrenseli yakalamak kaygısıyla şiirlerinin odağına evrensel insanî değerleri oturtmayı amaç edinen; fakat doğup büyüdükleri topraklara, ulusal değerlerine, gelenek ve göreneklerine bağlılıklarını dile getirmeyi de ihmal etmeyen genç şairler kuşağının şiir sahnesine çıkıp Batı Trakya Türk şiirine yeni bir soluk kazandırması, bu şiirin geleceğine umutla bakılabileceği mesajını vermektedir.
1990 yılından sonraki Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin izlemeye çalıştıkları, dış Türklerle ilgili aktif politikanın pozitif bir sonucu olarak, Romanya Türkleri arasında da, bir edebî faaliyetin başlatıldığına şahidiz. Ancak kanımızca Mehmet Niyazi, İsmail Ziyaeddin, Acemin Baubek, Ahmet İsmail Daut, Emel Emin gibi şairlerin çalışmalarıyla varlığını sürdüren, henüz emekleme döneminde olan Romanya Türk şiirinin daha hızlı gelişim sürecine girebilmesi için, biraz daha beklememiz gerekecektir. Sadece beklememiz değil tabiî. Şiire gönül vermiş Romanya Türk aydınlarına etkin destek ve yardımda bulunmamız da.
Sözlerimi toparlarken, dikkatinizi bir noktaya çekmek isterdim: Bugüne kadar yeterince araştırılmamış, incelenmemiş, değerlendirilmemiş olan, Balkanlar’da altı yüzyıldır yaratılan Türk şiirinin hak ettiği ilgiyi görebilmesi için, bilimsel çalışmalara yoğunluk kazandırılması doğrultusunda acilen bir şeyler yapılmalı; bu bağlamda da, öncelikle bilimsel toplantıların düzenlenmesine gidilmelidir. Ayrıca, bugün Balkanlar’da Türk şiirinin yaşatılmasına yönelik her türlü çaba ve çalışmaya manevî desteğin verilmesi, ciddî maddî yardımın yapılması bu şiirin sürekli gelişim gösterebilmesinin olmazsa olmaz koşuludur.