ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
|
Atatürk Araştırmaları || Çukurova
Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni
Türk Dili || Eski
Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
Kemal ÇİFTÇİ1
Muğla Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (İLKE) Bahar 2008 Sayı 20
ÖZET
Doğal dünya ile insanın inşa etmiş olduğu toplumsal dünya arasında temel bir fark vardır. Toplum, doğadan farklı bir nitelik taşır; toplumu insan yaratmıştır, düzenini insan kurmuştur. Bu nedenle, insan ürünü olan toplumsal dünyanın anlaşılabilmesi ve değiştirilebilmesi için doğa bilimlerinde kullanılan pozitivist yöntem, sosyal bilimler için yeterli değildir. İnsanın özgürleşmesi, insanın doğa üzerindeki egemenliğini ilerletmesinin ve doğal halden farklılaşmasının bir ürünü olmuştur. İnsan, doğayla ve birbiriyle mücadele ederek döngüsel bir tarzda ilerleyerek bugünkü durumuna ulaşmıştır. Vico'ya göre, insanlık yaratıldığından beri bu döngüsellik içinde bulunmaktadır. Bu döngüsellik, bir çember biçiminde değil, sarmal (spiral) biçimde gelişmektedir. Zamanı tarihe dönüştüren şey, insanın bilinçli müdahalesidir. Şimdiki durum, insan müdahalesinin sonucunda oluşmuştur ve yine insan müdahalesiyle değiştirilebilir. Zaman, insan müdahalesiyle tarih haline dönüştürülebildiğine göre, zamana müdahale edecek olan insanların tarihin yolunu inşa etme biçimi, insanın kendisini inşasının seyri bakımından önem kazanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İnsanlık, döngü, tarih, zaman, bilim, yöntem.
Historical Process-The Distinction of Nature Process and Construction of
“History”
ABSTRACT
There is a fundamental difference between the natural world and societal world constructed by man. Society is different from nature in that it and its order has been created by man. Hence, the positivist methods of the natural sciences used to understand and change the manmade societal world are not sufficient for social sciences. Liberation of mankind has been a product of his increasing hegemony over nature and his alienation from natural state. Mankind’s present state is a consequence of his struggle with nature and each other in a dialectical manner. According to Vico, man has been in this cyclical process since his creation. This proceeds not in a closed cycle but spiral. What transforms time into history is the conscious interference of mankind. Present state is a result of human interference, and thus can be changed by the same interference. Since time can be transformed into history with human interference, how mankind constructs the course of history gains significance in terms of the course of the construction of mankind himself as well.
Keywords: Humanity, cycle, history, time, science, method.
1. GİRİŞ
Bilindiği üzere, akademik çalışmalar, belirli kuramsal yaklaşımlar çerçevesinde benimsenen bilimsel bir temel üzerinde inşa edilmektedir. Eski Yunan’da dünyanın düzenini, evreni anlamaya çalışan bir zihinsel faaliyet
uğraşısı olarak oluşmaya başlayan bilim anlayışı, felsefeyle örtüşmektedir. Bu dönemde yansız olmak, değerler karşısında tarafsız kalmak gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Tam tersine, bilgi ile değerlerin bir çeşit iç içeliği söz konusudur.
Binlerce yıldır devam eden Güneş’in Dünya’nın çevresinde döndüğü inancının yıkıldığı Kopernik devrimiyle birlikte, bilgiye ulaşmanın yolu olarak, değerler karşısında mutlak bir yansızlık gerektiği görüşü hâkim olmaya başlamıştır. Olguları incelerken bilim artık “olması gerekeni” değil, “olanı olduğu gibi” incelemeyi hedeflemiştir. Ondokuzuncu yüzyılda pozitivizmin doruğa çıkardığı bu yaklaşımda bilimin değerlerle olan bağlantısı koparılmakta ya da gözardı edilmeye çalışılmaktadır. Bilim adamının temel kaygısı evreni ya da toplumu tanımak, onlar hakkında bilgilenmektir. Ürettiği bilginin oluşum süreci üzerinde düşünmek ya da bilginin bir oluşun sonucu olduğunu değerlendirmek değildir.
Günümüzde bilimin bu ikinci aşamasındaki hakim görüşten tümüyle vazgeçilmiş değildir. Ancak, temel tartışmalardan birisi, doğa bilimleri ve sosyal bilimler şeklinde bir ayrımdan sonra, bu iki bilim alanında “gerçek”e ilişkin bilgilere ulaşabilmek için izlenecek yöntemler üzerinden sürdürülmektedir. Bu nedenle, doğal dünya ile insanın inşa etmiş olduğu toplumsal dünya arasındaki ayrımın açıklanması gerekmektedir.
Doğal dünya ile insanın inşa etmiş olduğu toplumsal dünya arasında temel bir fark vardır. Thomas Hobbes, fizikçinin karşılaştığı dünya(doğa) ile siyasal düşünürün karşılaştığı dünyanın(toplum) arasındaki temel farkı çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Fizikçi incelediği dünyayı kendi yaratmamıştır, o dünya hakkında sadece bir dil, kavramsal bir sistem yaratmıştır. Doğa bilimcisinin kullandığı dil ve kuram, doğal gerçeği “dışsal” bir biçimde betimlemeye yöneliktir; çünkü düzenini kurmadığımız doğal dünyayı “içeri”den anlamak ve değiştirmek olanağımız yoktur. Toplum, doğadan farklı bir nitelik taşır; toplumu insan yaratmıştır, düzenini insan kurmuştur. İnsanın yarattığı “yapay” gerçek yine insan tarafından değiştirilebilir.(Sunar, 1986: 62) Bu nedenle, insan ürünü olan toplumsal dünyanın anlaşılabilmesi ve değiştirilebilmesi için deney, gözlem, ölçme, istatistiksel verilerin kullanılması esasına dayanan ve doğa bilimlerinde kullanılan pozitivist yöntem, sosyal bilimler için yeterli değildir.
İnsan, değişmeyen bir varlık değildir ve kendisinin ve çevresinin rasyonel kontrolünü daima arttırma yoluyla özgürlüğünü genişletme yeteneğine sahip olmuştur. İnsanın özgürleşmesi, insanın doğa üzerindeki egemenliğini ilerletmesinin ve doğal halden farklılaşmasının bir ürünü olmuştur. Max Horkheimer’in ifadesiyle “Özgürlüğün tanımı, tarih kuramıdır; tersinden alırsak tarih de özgürlüğün gelişme öyküsüdür.”(Horkheimer, 2002: 173) İnsan, tarihsel süreç içerisinde doğadan farklılaşarak özgürleşmiş ve kendi kimliğinin inşasını gerçekleştirmiştir. Gerçekten, eşsiz insan gücü, kendi sahip olduğu akıl ve özgürlüğü ifade eden, “ikinci bir doğa”yı inşa ederek, kendisinin oluşturduğu bir dünyada yaşama yeteneğini göstermiştir. İnsanlar, tarihsel iletişim yoluyla özgürlüklerinin en olumlu koşullar içerisinde gerçekleştirilebilmesi için elverişli amaçları kavramanın farkına varabilmektedir. (Linklater, 1990a: 135) Bu nedenle, sosyal bilimler, tarihsel süreç ve bu sürecin oluşumunu kavramak bağlamında ele alınmalıdır. Ancak bu konuyu ele almadan önce kuramsal yaklaşımın daha iyi anlaşılabilmesi bakımından sosyal bilimlerde kullanılan metodolojik yaklaşımlara değinilmesi yerinde olacaktır.
2. SOSYAL BİLİMLERDE FARKLI BİLİM ANLAYIŞLARI
Sosyal bilimlerde, birbiriyle çatışma yahut rekabet halindeki birçok karşıt bilim “söylemi” söz konusudur. Her biri, “gerçek”e ilişkin bilgiye ulaşmak için farklı bir metodolojiyi salık veren bu bilim anlayışlarına kısaca değinmek yararlı olacaktır.
Pozitivizm: Auguste Comte’un adını verdiği pozitivizmin toplumsal konulara doğal fenomenlerle aynıymışçasına yaklaşması, akademik çevrelerde zamanla belirli eleştirilerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Comte, pozitivist bir bilim dalı saydığı sosyolojinin, insan ve topluma ait konuları, gözlem, karşılaştırma ve deneye dayanan “pozitif’ yöntemle incelemesi gerektiği görüşündedir. (Bostanoğlu, 1999:38)
Comte pozitif bilgiyi tanımlarken, pozitif olarak adlandırdığı bu bilgi türünün metafiziksel düşünceden tümüyle arınmış olduğunu, yani böylelikle de bilimsel olduğunu vurgulamak istemiştir. Bilimsel olmayı da (doğa bilimleri için yürütülen zihinsel işlemlerden esinlenerek ) ussal yollardan ve deneyle elde edilen bilgiye ulaşmak olarak tanımlamıştır. Pozitivist yaklaşımı benimseyen araştırmacı, toplumsal olguları çözümlemek için sadece gözlemlenebilir olanları seçmekte ve gözlemlenebilenin analizini yapmaktadır. Gözlemlenebilen olguların ve/veya olayların ardında yatan “anlamları” analizinin kapsamına almamaktadır, çünkü pozitivist öğretiye göre, insanoğlunun zekâsı bu görülmeyen, gözlemlenemeyen ve dolayısıyla da gizli olan anlamları kavrayacak güce sahip değildir. O halde, pozitivizmden esinlenen sosyolog için ancak ve ancak gözlemlenebilen ve ölçülebilen olgular bilimsel obje teşkil edebilirler. Gözlem dışı veya ölçülebilirliği olmayan olgular ise - şimdilik -bilinmez olarak kabul edilmektedir.(Vergin, 2003: 156)
Comte’un öğretisini daha da geliştirmiş olan Durkheim’a göre, toplumsal olgular şeylerden ibarettirler ve şeyler olarak ele alınmaları gerekir. Gerçekten de, verili olan, kendisini gözleme sunan, ya da, dahası, gözleme kendisini empoze eden her şey “şey”dir. Fenomenleri şeyler olarak ele almak, onları bilimin hareket noktasını meydana getiren veri niteliğinde ele almaktır. (Durkheim, 1994: 66) Bilimin tanıdığı tek şey, hepsi aynı değeri ve aynı önemi taşıyan olgulardır; bilim, bu olguları gözlemler, onları açıklar, fakat yargılamaz; bilim için ayıplanacak olgu yoktur. Bilimin gözünde iyi ya da kötü diye bir şey olamaz. O, hangi nedenlerin hangi sonuçları meydana getireceğini söyleyebilir bize hangi amaçların güdülmesi gerektiğini değil. (Durkheim, 1994: 89-90)
Pozitivizm, Viyana Çevresi olarak bilinen okulu oluşturan araştırmacıların çalışmalarında da yankı bulmuş ve “mantıksal pozitivizm” adı altında gelişerek 1920’li yıllardan itibaren bilim felsefesinde köklü bir yer edinmeyi başarmıştır. Neurath, Carnap ve Hahn gibi Viyana okulunun ileri gelen teorisyenleri içinde ampirizm bilimsel eylemin temel taşını oluşturmaktadır. Bu okulun yaklaşımına göre, bilgi edinmenin tek yolu deneyden, araştırmacının karşısına somut birer veri olarak çıkan olguların deneyinden geçmektedir. R. Carnap’ın dediği gibi, “bilim dolaysız deney üzerinde temellenen bir önermeler sistemidir.” Doğa bilimleriyle sosyal bilimlerin ortak bir mantığa sahip oldukları, hatta olaki, ortak bir metodolojik temele dayandıkları fikrine dayanan bu yaklaşım uyarınca esas olan “bilimin birliğidir.”(Vergin, 2003: 158-159)
Yorumsama/Anlama Yöntemi: Sosyal bilimleri doğa bilimlerinden bağımsızlaştırmayı, onların özgül nitelikleri üzerinde inşa edilecek bir özerkliği isteyen Dilthey’e göre, sosyal bilimler herşeyden önce insanların özel yaşantılarıyla ilgilidir. Yaşantılar da pozitivistlerin öngördüğü biçimde ölçülebilir somut olgular değildir, onları içten bir bakış açısıyla anlama yöntemi ile aydınlatmak mümkün olabilir.(Vergin, 2003: 160) Weber’e göre, toplum bireylerin eylemleri aracılığı ile ve bu eylemlerin sonucunda biçimlenen bir bütün teşkil etmektedir. Bu eylemi anlamak için araştırmacının eylemde bulunan bireyin bakış açısını, görüşünü ve güdülerini tespit etmesi gerekir.(Vergin, 2003: 163)
Her dil, o dili konuşan insanların oluş süreçlerinde kök salmış düşünsel ve pratik birikimlerini şimdiye taşımaktadır. Herhangi bir toplum içerisinde değişik kesimleri oluşturan aydınlar, bürokratlar, işçiler, köylüler kendi bakış açılarını, algılamalarını kullandıkları dille ortaya koymaktadırlar. Söz konusu kesimlerde yer alan kişilerin kullandıkları sözcüklerin taşıdıkları anlamı, o sözcüğü kullanan kişileri gözlemleyerek ya da sözcükleri istatistiksel verilere tabi tutarak anlamak/kavramak olanaklı değildir. Aynı durum, pozitivist yöntemlerle, dilleri, kültürleri, dünyayı anlama ve anlamlandırma biçimleri çok daha belirgin bir şekilde farklı olan, farklı bir belleğe sahip bulunan toplumların davranışlarının anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.
Anlamak fiili kastedilen, sosyoloğun incelediği toplumun bireyleriyle benzer duygulara kapılması, onaylaması ve/ya da anlayış göstermesi anlamına gelmemektedir. Weber’in anlamaktan kastettiği bir yandan, gözlemlenen birey(ler) ile onun ya da onların içinde bulundukları koşullarla eylemleri ve saikleri arasındaki ilişkileri saptayabilmek ve, diğer yandan, kendisinin de aynı toplumun üyesi olması ve aynı duruma tâbi olması halinde muhtemelen aynı eylemde bulunabileceği, aynı duyguları besleyebileceği ve bulunduğu eylemlere aynı anlamı yükleyeceği konusunda kendisinin ikna olmasıdır. Burada sözkonusu olan araştırmacıyla incelenen toplumun bireyleri arasında gelişen bir duygu birliği, hoşgörü ya da benimseme değil(dir) (Vergin, 2003: 164).
Frankfurt Okulu ve “Eleştirel Kuram”: “Frankfurt Okulu” nitelemesi, yaygın, ancak dağınık bir biçimde hem bir grup entelektüeli hem de özgül bir toplum kuramını belirtmek için kullanılagelmiştir. Okul’un geliştiği kuramsal temel, Almanya Eğitim Bakanlığı’nın bir kararnamesiyle 3 Şubat 1923’te resmî olarak kurulan ve Frankfurt Üniversitesi’ne bağlanan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ydü. (Bottomore, 1997:7) Sonradan “Frankfurt Okulu” adıyla anılan kurumun temeli, Horkheimer’ın 1930’da Enstitü yöneticiliğine atanmasıyla atılmıştır. Frankfurt Okulu kuramının çekirdeğini Horkheimer, Marcuse, Adorno ve Fromm’un çalışmaları oluşturur. (Slater, 1998: 7)
Bir toplumsal grubun konumuyla bir düşünce üslubu arasında bir bağın olduğunu savunan Horkheimer, sosyal bilimlerle ilişkili olarak bir bilim felsefesi ya da bilgi kuramı olarak bir pozitivizm eleştirisi ortaya koymuştur. Horkheimer’in eleştirisi genel olarak “bilimciliğe” (scientism) ve “bir birleşik bilim” tasarısı şeklinde Viyana Çevresi üyelerince ifade edilen doğal ve toplumsal bilimlere ortak evrensel ve bilimsel bir yöntem düşüncesi, özel olarak da pozitivizmin, bilimin “(tek) bilgi ve (tek) kuram” olduğu iddiası ve felsefenin
“....... yani bilime yönelik her eleştirel tavrın” alçaltılmasına karşı
yöneltilmiştir.(Bottomore, 1997: 29)
Horkheimer’in “Geleneksel ve Eleştirel Kuram”(1937) adlı çalışmasında “geleneksel kuram” pozitivizm/ampirizm biçiminde modern felsefede ifade edilen modern doğal bilimlerin açık ya da örtük dünya görüşü olarak yorumlanmıştır. Her şeyin ötesinde Horkheimer, bu kuram kavramının “doğal bilimlerin yönlendirmesini takip etmeye çalışan insan ve toplum bilimlerindeki yayılımıyla” ilgilidir. Buna karşıt toplumsal düşünce biçimi, eleştirel kuram, salt dışsal bir bakışla kavramsal sistemlerin aracılığıyla nesnel olguları belirleme işlemini reddeder ve “toplumun üretiminden kaynaklandıkça, olguların, toplumun üzerine temellendiği emek-süreci ilişkileri, ve bireyin amaçlılığı, kendiliğindenliği ve ussallığı arasındaki gerilimi gerçek olarak aşmak ve karşıtlığı ortadan kaldırmak çabasıyla harekete geçirilen eleştirel düşünce için aynı derecede dışsal değildir” düşüncesini savunur. (Bottomore, 1997: 15) Horkheimer’e göre bilim adamı “olarak” uzman aydınlar, toplumsal gerçekliği ürünleriyle birlikte dışsal olarak görürler ve yurttaş “olarak” bu gerçeklikle ilgilerini siyasal makaleler, partilere ya da hayır kuruluşlarına üyelik ve seçimlere katılmak olarak algılarlarken, bu ikisini ve başka birkaç davranış tarzını da kişilikleriyle, olsa olsa psikolojik yorumlama yoluyla ilişkilendirip, bunun dışında bir ilişkilendirmeye girmezler; eleştirel düşünce ise günümüzde bu gerilimi somut olarak aşma, bireyde bulunan hedefin bilincinde olma, kendiliğindenlik ve akılcılık özellikleri ile toplum açısından temel oluşturan çalışma sürecinin ilişkileri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma çabasıyla güdülenmiştir. Eleştirel düşünce, bu özdeşlik kurulmadığı sürece kendi kendisiyle çelişen bir insan kavramını içerir. Akılla belirlenen eylem insana ait ise, varoluşu ayrıntılarına dek belirleyen mevcut toplumsal pratik insanlık dışıdır. (Horkheimer, 2005: 358)
Eleştirel kuram kendisini insanın kendi maddi ve kültürel varlığını korku olmaksızın yeniden üretebileceği daha iyi bir toplumun üretilmesi ideasına adamıştır. Bu idea insanın bütün etkinliklerinde içkin olarak vardır, fakat bireyler tarafından somut olarak kavranılamamaktadır. Bireyleri bunu yapmaktan alıkoyan şey, ister çıplak formlarında olsun isterse insan türünün oluşmasındaki kurucu öğelere yerleşsinler, ideoloji ve güç ilişkileridir. (Çiğdem, 1997:127-128)
Pozitivizm, doğal bilimlerin gözlem, ölçme, deney, istatistiksel verilerle sonuca ulaşma gibi yöntemlerine özenip taklit etmektedir. Yandaşlarına göre, toplumun bilimini yapmak için doğal bilimlerin gelişmiş metodolojik tekniklerini kullanmaktadırlar. İkinci bakışın, sosyolojinin yorumsamacı geleneğinin yandaşları, toplum çalışması için doğal bilimlerin doğru bir model olduğu önermesine karşı çıkmaktadırlar. Sosyal aktörlerin kendi sahip oldukları eylemlerin anlamını açıklamak ve onlara anlam vermek için sahip oldukları yetenek nedeniyle doğal-bilimsel araştırma nesnelerinden ayrıldıklarını ileri sürmektedirler. Yorumsamacı yaklaşım bu yüzden toplumsal ve doğal bilimler arasındaki ayrımda ısrar etmektedir. Eleştirel sosyal kuram ise, insan öznelerin kendi belirlenmişliğinin daha yüksek düzeyini elde etmek için eşsiz bir yeteneğe sahip olduğu varsayımıyla bu bakış açılarından ayrılmaktadır. Topluma eleştirel bir yaklaşım, sosyal ilişkilerin insan öznelerinin özgürlüğünü nasıl gereksiz bir şekilde sınırladığını saptamayı amaçlıyor ve egemen kültürün insan özerkliğine nasıl bir engel olduğunu anlamaya çalışmaktadır.(Linklater, 1990b: 9)
3. TARİHSEL SÜREÇ- DOĞA SÜRECİ AYIRIMI
Tarihsel süreç, pozitivistler için, türü bakımından doğal süreçle özdeşti ve doğa biliminin yöntemlerinin tarihin yorumlanmasına uygulanabilir oluşunun nedeni buydu.(Collingwood, 1996: 165) Tarihte devri hareketler olduğunu, her dönemin yerini başka bir döneme bıraktığını söyleyen Vico, tarihte tekrarın olmadığını belirtmektedir. Vico’ya göre (2007: 132) uluslar, birbirlerinden uzakta ve ayrı ayrı kurulsalar da, şu üç insani adeti daima korumuşlardır. Hepsinin bir dini vardır. Hepsi evlilikleri törenlerle kutsar, hepsi defin töreni yapar. Ve ister vahşi ister kaba olsun hiçbir ulusta, din, evlilik ve cenaze töreni ayinlerinden daha seçkin ve daha kutsal icra edilen başka bir insani fiil yoktur. Toplumsal dünyayı insanların inşa ettiği bir gerçektir ve insan aklı daima fiziksel doğa üzerinde kendisini korumaya ve giderek ona egemen olmaya çalışmıştır. İnsanlar, fiziksel doğa içinde kendilerini var etmiştir ve toplum içinde kendilerini korumaya ve sosyal tabiatlarını oluşturmaya başlamışlardır. İnsan, doğayla ve birbiriyle mücadele ederek döngüsel bir tarzda ilerleyerek bugünkü durumuna ulaşmıştır. Vico'ya göre, insanlık yaratıldığından beri bu döngüsellik içinde bulunmaktadır. Bu döngüsellik, bir çember biçiminde değil, sarmal (spiral) biçimde gelişmektedir. Çünkü her dönem, bir öncekinden yeni yeni unsurlar almakta ve bu yeni unsurları kendi içinde eriterek, değiştirerek bir sonraki döneme bırakmaktadır. Tarihsel süreç bu şekilde sürmektedir. Vico tarihsel süreci insanların dil, gelenek, hukuk, hükümet vb. dizgeleri kurup geliştirdiği bir süreç diye görmektedir; tarihi insan topluluklarının ve onların kurumlarının tarihi olarak düşünmektedir.
Tarihe döngüsel/spiral bakışın bir başka örneği Hegel’e göre, tarihi olayları sadece incelemekle kalınmamalı, tarihsel anlatıların bir yargılanışı ve bunların gerçeklik ve inandırıcılıklarının araştırılması gerekmektedir. Bir insanın, burada ve şimdi meydana gelen her şeyi görmesi olanaklı olmadığına gore, burada ve şimdi meydana gelen olayları betimleyen tarih yazarları, kuşkusuz başkalarının anlattıklarını, yazdıklarını, kendi algılamaları doğrultusunda işlemden geçirirler. Geçmişi ele alırken bir şimdi ortaya çıkarılır. Adeta geçmiş ortadan kaldırılır ve geçmişin olayları şimdiye getirilir. Tarihçi, geçmişi olduğu gibi ele almaz; burada ve şimdi, olmuş olanı kurgular. Tarihi açıklamak demek insanların tutkularını, dehalarını, etkin yetilerini ortaya sermek demektir. (Hegel, 2006: 18) Hegel’e göre, dünya kendi içinde fiziksel ve ruhsal doğadan oluşmaktadır. Fiziksel doğa da benzer olarak dünya tarihine karışmaktadır. Tarihteki değişimin aynı zamanda daha iyi, daha eksiksiz birşeye doğru bir ilerlemeyi kapsadığı düşünülür. Doğadaki değişimler, ne denli sonsuz bir çokluk içinde olsalar da, yalnızca her zaman kendini yineleyen bir döngü gösterirler; Doğada güneşin altında yeni hiçbirşey olmaz, ve bu düzeye dek şekillenmelerinin çok biçimli oyunu kendisi ile birlikte bir bıkkınlık getirir. Yalnızca tinsel alanda yer alan değişimlerde yeni birşey ortaya çıkar. (Hegel, 2006: 47)
Hegel tarihe doğadan yaklaşmayı reddetmekte, doğa ile tarihin farklı şeyler olduğunu vurgulamaktadır. Her biri bir süreçtir ya da süreçler kümesidir; ama doğa süreçleri tarihsel değildir: doğanın tarihi yoktur. Doğa süreçleri döngüseldir; doğa döner durur ve böyle dönüşlerin yinelenmesiyle hiç bir şey oluşturulmaz ya da kurulamaz. Her gündoğumu, her bahar, her gel-git bir önceki gibidir; döngü kendini yinelediğinden, döngüyü yöneten yasa da değişmez.(Collingwood, 1996: 150-151) Örneğin, bir taş ancak onunla etkileşen şeyler ve süreçler üzerindeki etki ve tepkileri boyunca aynı şey olarak, bir taş olarak kaldığı sürece bir taştır. Yağmurda ıslanır; baltaya direnir; ezilmeden önce belli bir ağırlığa dayanabilir. Bir -taş- olmak taş üzerinde etkiyen her şeye karşı sürekli bir direniştir; sürekli bir oluş ve bir taş olma sürecidir. Hiç kuşkusuz, ”oluş” taş tarafından bilinçli bir özne olarak yerine getirilmez. Taş yağmur, balta ve ağırlık ile etkileşimlerinde değişir; ama kendini değiştiremez.( Marcuse, 2000: 17)
Küresel ısınmanın sebep olduğu iklim değişiklikleri veya dünyanın kutup bölgelerindeki buzulların küresel ısınmaya bağlı olarak çözülmeye başlamaları doğanın bilinçli bir şekilde kendi döngüsünü değiştirebildiğinin kanıtı olarak değerlendirilemez. Doğa bilimlerinin, positivist metodolojiyle nedenlerini açıklayabildikleri olaylardır ve insanın doğa üzerindeki egemenliğini ilerletmesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Yine insanın, kendi varoluşunu devam ettirebilmek için doğaya yapacağı müdahalelerle küresel ısınmanın önüne geçilebilecektir. İnsan, biyolojik bir varlık olarak doğanın bir parçası olduğu için, biyolojik varlık olarak doğal belirleyiciliklere tabidir. Var ettiği toplumsal gerçekliğin fiziki temeli durumundaki doğal gerçeklik ise, insan tarafından biçimlendirilmeye peşinen amade amorf bir hammadde olmayıp, insanın -biyolojik varlığı itibariyle- kendisi üzerinde de geçerli ve bağımsız bir iç-düzenlilik gösterir; toplumsal gerçeklik, insanın kendi dışından verilmiş belirleyicilikleri gerilettiği veya ertelediği, onların egemenliğini kırabildiği sürece/ölçüde varlık kazanır; insan özgürlüğüne tekabül eder (Cangızbay, 2002: 9 ). İnsan özgürleşmesi, bazı insanların diğer bazı insanlara ve buna ilave olarak doğaya karşı sürdürülen sürekli insan müdahalelerinin sonucunda gerçekleştirilir.
Sadece insanın kendini oluşturma ve değiştirme gücü vardır. Tarih, hiçbir zaman kendini yinelemez; onun hareketleri daireler üzerinden değil, sarmallar üzerinden geçer ve görünüşteki yinelemeler hep yeni bir şey edinmiş olmakla farklılaşmıştır. (Collingwood, 1996: 151) Collingwood’un da dediği gibi, örneğin savaşlar tarihte zaman zaman yeniden ortaya çıkar, ama her yeni savaş, insanların son savaştan öğrendikleri derslerden ötürü, bir bakıma yeni bir çeşit savaştır.
Tarihi sürecin bir başka önemli yorumu olan maddeci tarih görüşünü sistematik bir biçimde ilk kez ortaya koyan Karl Marx, Hegel'in esas olarak, belirli bir durumda, bu durumun aksinin belirmesi ile ikisi arasında beliren gerginliğin verimliliği, yani dinamizmi olarak ifade edilebilecek olan diyalektik yönteminden esinlenmiştir. Tarihin maddeci yorumunu geliştiren Marx, Hegel’in diyalektiği ile tarihi olayları incelemektedir. Tarihte her olayın bir aksi belirmekte, ikisi arasındaki gerginlik tarihi olayın gelişimine neden olmaktadır. Tarihi süreç bu biçimde oluşmaktadır. Marx'a göre tarihi süreçte ortaya çıkan bu gerginlik sınıflar arasındadır ve bunun temelinde de ekonomik etkenler vardır. (Sander, 1998: 22)
Tarih süreçleri, doğa süreçleri gibi salt olay süreçleri değil, düşünce süreçlerinden oluşan bir iç yanı bulunan eylem süreçleridir; tarihçinin aradığı şey de bu düşünce süreçleridir. Her tarih düşünce tarihidir. (Collingwood, 1996: 257) İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. (Marx, 2002: 13)
4. TARİHİN / GEÇMİŞİN İNŞA EDİLMESİ
Tarih bilimi tarafından incelenen ve aslında akıp geçmiş olan zamanlar, bu bilim tarafından, tarihçilerin içinde yaşadıkları toplum, sınıf ve grupların ölçütlerine göre yeniden inşa edilmiş olmaktadırlar. Bu şekilde, toplumlar geçmiş zamanı, aynı zamanda hem şimdisel hem de ideolojik kılarak, tarihlerini her an yeniden yazmaya itilmiş olmaktadırlar. (Cangızbay, 1999: 341) Burada ve şimdi tasarlayıp ve yazan tarihçi, bugünün kavramları ve düşünüş biçimiyle, geçmişi zihninde yeniden canlandırır; adeta geçmişi yeniden kurar. Birbirini izleyen iki tarihsel olay, ancak, şimdiki durumları, geleceğin tahmin edilmiş durumları açısından değerlendirilebilen, eyleyen öznelerin, geriye aktarılmış bağlantı sistemi içinde, geçmiş bir şimdiki zamanın geçmiş bir gelecekle ilişkisinden anlaşılabilir. (Habermas, 1998: 301)
Çevremizde algıladıklarımız, kentler, köyler, tarlalar ve ormanlar, işlenmişlik damgasını üzerlerinde taşırlar. İnsanlar sadece giyim kuşamları ve görünüşleriyle, biçimleri ve duygu tarzlarıyla tarihin bir ürünü olmakla kalmazlar; görme ve dinleme tarzları da, binlerce yılda gelişmiş bulunan toplumsal yaşam süreçlerinden koparılamaz. Duyuların bize sunduğu olgular, çifte bir biçimde; algılanan nesnenin tarihsel karakteri ve algılayan organın tarihsel karakteri yoluyla, toplumsal olarak önceden biçimlendirilmişlerdir. ( Horkheimer, 2005: 349 )
Jung’a ( 2004: 54 ) göre; savaşlar, hanedanlar, toplumsal karışıklıklar, toprak ele geçirmeler ve dinler; bütün bunlar, bireyin gizli ve temel ruhsal davranışının en yapay belirtileridir ve bunların bilincinde olmadığından da davranışları tarihçinin gözünden kaçmaktadır. Önemli olan bireyin öznel yaşamıdır ve tarihi oluşturan da budur.
İnsan zihni doğduğu anda bir “tabula rasa” şeklindedir; ancak, insan zihni boş bir levha olmaktan çıkarılır ve gerçeklik, zihin düzeyinde oluşturulmuş bir tasarım halini alır. İnsan yavrusunun beşeri bir varlık olarak biçimlendirilmesi demek olan toplumsallaşma süreci içinde, gündelik deneyimler aracılığıyla edinilip kişinin benliğini oluşturan ve bu benliğe dahil olduğu ölçüde de kişinin, ne varolduklarını, ne de kendisine dışarıdan ve sonradan verildiklerini fark edebildiği zihinsel çerçeveler esasında oluşmuş bir tasarımdır. (Cangızbay, 2002: 124) Bu tasarım doğrultusunda, insan beyni insanlığın derin ve eski deneyimleriyle toplumsallaşma süreci içerisinde biçimlendirilmekte ve etkilenmektedir. İnsanın içinde yer aldığı grup veya toplumun normlarına, değerlerine veya davranış modellerine katılımını sağlayan sosyalleşme süreci, sosyal bağın oluşumunda önemli bir rol oynar. Çocuk, bu süreç içinde aile, okul, akran grupları, kitle iletişim araçları ve diğer kuramların etkisiyle, toplumda mevcut norm ve referans sistemlerine bağlanır.
Sosyalleşme sürecinde çocuk, bir yandan çevresiyle ilişki içerisinde biçimlenirken, diğer yandan değişik bağlamlarda kendi kendini keşfederek kendi benini kavrar. Bu açıdan, çocuğun gelişimi onun çevre tarafından basitçe şekillendirilmesi anlamını taşımaz; çocuk kişiliğini çevreyle etkileşimsel bir dinamik içinde kazanır ve sosyalleşme, çocukluk döneminden sonra çeşitli gruplar içinde devam eder. (Bilgin, 2001: 7-8) Toplum her yeni üyesini kendi istemleri doğrultusunda biçimlendirmeye çalışır. Dil ve çevre, bireyin düşüncesinin niteliğini belirlemekte etkili olmakta; ama yine de kalıplanmaya çalışılan bireyle toplumun istemleri arasında çatışmalar çıkabilmekte, bu da toplumsal değişmelerin yolunu açmaktadır. Toplumun, bireyleri genel bir modele uyma yönündeki tüm zorlamalarına rağmen, azınlıklar ve sapanlar, hem baskıya direnmekte ve hem de bazen yeni yaşama, düşünme, davranma tarzları yaratmayı ve çoğunluğun bunlara katılmasını sağlamayı başarmaktadır. (Bilgin, 2001: 66)
Toplumsal değişmelerin yarattığı ya da getirdiği yeni ortam, insanın etrafında yeni bir uyarıcı ağı ve çok değişmiş yaşama koşulları yaymaktadır. Ve böylece dönüşmüş bulunan ortamın çok çeşitli baskısı, genel olarak insanın ruhsallığı, özel olarak insanın duyma, düşünme, algılama ve isteme tarzlarını etkilemektedir. (Ergun, 1982: 34-35) Geşmiş, ilerleyen şimdiki zamanın değişken ilişkileri çerçevesinde sürekli olarak yeniden örgütlenir. Yeni olanda, sadece yeniden kurulan geçmiş biçiminde ortaya çıkabilir. Gelenekler yalnız geleneklerle ve geçmiş yalnız geçmişle değiştirilebilir. Toplum yeni fikirleri alıp, geçmişin yerine koymaz, sadece geçmişi o zamana kadar etkili olmuş başka gruplardan farklı biçimde devralır. (Assmann, 2001:45-46) İnsan, kendi dışındaki belirlenmişlikler içerisinde kendisini var etmeye çalışır ve kendi dışında birçok verili kimliğin sahibi haline gelir.
Yalnız şimdiki zamanda insan davranışlarını gözlemek, ölçmek, onların yalnız nesnel görünümünü tasvir etmek ve bunlarla bir toplumdaki ilişkileri açıklamaya kalkışmak en gerçeksiz bir sonuç ve en kötü soyutlama uydurmak demektir.(Ergun,1982: 22) İncelenen toplumsal olgunun gerçekliğe sadık bir resmini çekmeyi hedefleyen bu tür bir araştırma bize içinde bulunduğumuz toplumsal gerçeklik hakkında verimli bir analizi yapabilmemiz için gözardı edilemeyecek ampirik verileri sağlar. Çekilen resim bize elzem olan bilgiyi verir. Ama bu bilgi ne kadar gerçekliği yansıtıcı nitelikte ve dakik olursa olsun geçici ihtiyaçlara cevap vermekten öteye gitmez çünkü bize ancak olan hakkında bilgi verir, incelenen olgunun oluşum sürecine ışık tutmaz. (Vergin, 2003: 169) Belirli bir anda ve belirli bir sistem içindeki ilişkileri genetik olarak yani oluş hareketleri içinde tanımak gerekir. Çünkü her birey, yalnız bugünkü ilişkilerin sentezi değil, bu ilişkilerin tarihidir de; yani tüm geçmişin bir özetidir. (Gramsci, 1997: 54)
Geçmiş, insan bilincinin sürekli bir boyutu; insan toplumunun kurumları, değerleri ve diğer kalıplarının kaçınılmaz bir bileşenidir. (Hobsbawm, 1999:17) Şimdiki durum, insan eylemlerinin bir sonucu olduğuna göre, var olan durumun, insanın özgürlüğünün ilerletilebilmesini sağlayacak şekilde nasıl değiştirilebileceği sorunu da bilimsel yöntemin konusu olmalıdır. Sosyal bilimlerde, kişisel tercih ve inançlardan arınmış bir şekilde, olaylara önyargısız yaklaşmak suretiyle, nesnelliğin sağlanabileceğini düşünmek, aslında bilim adamını, bütünüyle toplumsal düzenin dışında tutmak ve onu, kuram ve eylemiyle, oluşa müdahale edici insanlar arasından çıkarmak anlamına gelmektedir.
İnsanlar tarih üretmek amacıyla ya da tarih üretiyoruz diye yaşamazlar; ancak tarih, ne toplumsal gerçekliğin ve insanların dışında verilmiştir; ne de toplumun kendi kendisini yeniden üretmesi sürecinden farklı özel bir süreç içinde üretilmiştir. (Cangızbay, 2002: 58) Zamanı tarihe dönüştüren şey, insanın bilinçli müdahalesidir. Şimdiki durum, insan müdahalesinin sonucunda oluşmuştur ve yine insan müdahalesiyle değiştirilebilir. Zaman, insan müdahalesiyle tarih haline dönüştürülebildiğine göre, zamana müdahale edecek olan insanların ne şekilde tarihin yolunu çizecekleri, insanın kendisini inşa sürecinin seyri bakımından önem kazanmaktadır.
Assmann, Jan. (2001). Kültürel Bellek, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Bilgin, Nuri. (2001). İnsan İlişkileri ve Kimlik, Sistem Yayıncılık, İstanbul.
Bostanoğlu, Burcu.(1999). Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitabevi, Ankara.
Bottomore, Tom.(1997). Frankfurt Okulu, Çev. Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları.
Cangızbay, Kadir. (2002).Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Ütopya Yayınları, Ankara.
Cangızbay, Kadir (Haz.). (1999). Gurvitch: Sosyoloji ve Felsefe, Ütopya Yayınları, Ankara.
Collingwood, R. G. (1996). Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş Dinçer, Gündoğan Yayınları, Ankara.
Comte, Auguste.(2001). Pozitif Felsefe Kursları, Çev. Erkan Ataçay, Sosyal Yayınlar, İstanbul. Çiğdem, Ahmet.(1997). Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, Vadi Yayınları, Ankara. Durkheim, Emile.(1994). Sosyolojik Metodun Kuralları, Çev. Enver Aytekin, Sosyal Yayınlar, İstanbul.
Ergun, Doğan. (1997). Sosyoloji ve Tarih, Der Yayınları, İstanbul.
Gramsci, Antonio. (1997). Hapisane Defterleri, Çev. Adnan Cemgil, Belge Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen. (1998). Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Hegel, G.W.F. (2006). Tarih Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul
Horkheimer, Max. (2002). Akıl Tutulması, Çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul.
Horkheimer, Max. (2005). “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa Tüzel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 339 - 389.
Hosbawm, Eric. (1999). Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
Jung, Carl Gustav.(2004). İnsan Ruhuna Yöneliş, Çev. Engin Büyükinal, Say Yayınları, İstanbul.
Linklater, Andrew. (1990a). Men and Citizens in the Theory of International Relations, The Macmillan Press Ltd., Hongkong.
Linklater, Andrew.(1990b). Beyond Realizm and Marxism: Critical Theory and International Relations, London: The Macmillan Press Ltd.
Marcuse, Herbert. (2000). Us ve Devrim: Hegel ve Toplumsal Kuramın Doğuşu, Çev.Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul.
Marx, Karl.(2002). Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire ’i, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara.
Sander, Oral. (1998). Türkiye’nin Dış Politikası, Der. Melek Fırat, İmge Kitabevi, Ankara.
Slater, Phil.(1998). Frankfurt Okulu Kökeni ve Önemi, Çev. Ahmet Özden, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
92
Sunar, İlkay. (1986). Düşün ve Toplum, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara.
Vergin, Nur. (2003). Siyasetin Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Vico, Giambattista. (2007). Yeni Bilim, Çev. Sema Önal, Doğu Batı Yayınları, Ankara.
Dr., Üniversite dışında doktora sonrası çalışmalarını sürdürmektedir.