ATTİLA İLHAN’IN ŞİİRLERİNDE POSTMODERNİST SÖYLEMİN İKİ YÜZÜ

The Two Views of The Postmodernist Discourse in Attila İlhan's Poems

Ülkü ELİUZ 1

ÖZET

Attila İlhan'ın şiirleri, Türk insanının duygusal ve estetik gelişimini, bireysel, ulusal ve evrensel değerler
dizgesi içinde anlatan metinlerdir. Toplam on bir kitapta toplânan şiirler, şairin "gizli miti"nin kaynaklarını
imgeleyen göndergelere sahiptir. Bu yazıda çağının bir tanığı olarak karşımıza çıkan şairin şiirlerindeki
postmodernist söylem çözümlenmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Ben, geçmiş, postmodernizm, değerler, imge, gönderge.

SUMMARY

Attila ilhan's poems are text which explain the emotional and esthetics of the Turkish people in
individual, national and universal values composition. The poems which collected in the total eleven books have
referents which imagine the sources of "the secret myth" of the poet. İn the article, the postmodernist expression
in the poems of the poet who meet us as a witness of the time will be tried to analyzed.

Key Words: Ego, past, postmodernizm, values, image, referent

***

Attila İlhan’ın şiiri, yaşadığımız toplumsal gelişme ve değişme evrelerinin, bir
sanatkârın muhayyilesindeki yansımaları olarak görülebilir. Bu yazıda, çağının bir tanığı
olarak karşımıza çıkan Attila İlhan’ın şiirlerindeki postmodernist söylem çözümlenmeye
çalışılacaktır. Postmodernist söylemin değerler bazında Attila İlhan’da görülen en önemli iki
esas yöneliş öğesi, yazının ana çerçevesini oluşturacaktır.

1- Ben’e Dönüş

Modernizmin insanı yok eden, “ben”i ikinci plâna atan söylemine karşı postmodernist
söylemde, “ben”, ön plâna çıkar. Postmodernizmde “kendin ol”(Çetişli, 1998, s.145) prensibi
hâkimdir. Attila İlhan, bireyin kendi “ben”ine dönme çabasını, içinde yaşadığı mekandan,
olaylardan, zamandan kaçışı ile birlikte ele alır. Toplumsal olumsuzluklar karşısında birey,
kendi ben’ini bir sığınak olarak algılar. Zira savaşlar, buhranlar, teknolojik gelişmeler,
değişen dünyanın getirdiği ve götürdüğü değerler, insanın dış dünyadan kendine dönüşünü
zorunlu kılan bir hâl alır. Kendini arayış, kovalayış ve kendine kaçış, bireysel bir boşluğa
dönüşür:

“dünyada şarkılar misali yaşıyansın
sen insansın sen insansın sen insan ”

(Duvar, “lilişan”, s.57)

Bu dizeler, insanî niteliklerini ve değerlerini yeniden kendi egemenliği altına almak ve
“kendisi olma” yolunda yeniden başarılı olmak isteyen bir insanın kendini ve kendisi gibi
çıkmazlar içinde boğulanları harekete geçirmek için söylediği bir kurtuluş nidası gibidir.
Kendine dönüşü imleyen bu ifadeler, insanın yüksek değerler dizgesine ait ipuçları taşır:
“Bilgi kategorisi ile varlık kategorisi arasındaki bağı kuramayan insan, bu söze tutunarak
kendine dönüşün yolunu bulur.”(Korkmaz, 1999, s.118) İnsan, kendine ait ve kendine özgü
bütün değerlere sahip çıkmalıdır. Yaratılmış “ben”e ve bilince sahip tek varlık olan insan,
yerini ve konumunu belirlemelidir. “Şarkılar misali yaşamak”, insanın değişmeyen/
değiştirilemeyecek özüne ait değerler dizgesini işaret eder. Şarkılar, insan ruhunun/ özünün
estetik ve müzikal bir söylemle dışa vurumudur. İnsan, dünyada ruhunun nağmeleriyle yaşar:

“benim gönlüm şarkıcıdır şarkı yakar aşk üstüne”

(Duvar, “dünyakârî”, s.54)

Aşk, insanın kendini ifade etme, kendi olma çabasının bir yansımasıdır. Varlık bulma ve
varolma sebebidir; “Aşk, başkasına aktarılan bir ateştir. Ateş ise, ancak yakalanıverecek bir
aşktır.”(Bachelard, 1995, s.28) Sevmek / aşık olmak, yaratılmışlar içinde sadece insana özgü
bir duygu yönelimidir. İnsanın manevî yönünü temsil eden gönlünün “şarkıcı” olarak
nitelenmesi, şarkıların insanın bireysel gelişimi üzerindeki etkisini gösterir; “şarkı yakmak”,
varolma/ kendi olma yolundaki insanın içsel yanışını, gelişimini, olgunlaşmasını ifade eder.
Yanmak, yeniden varoluşu imleyen bir eylemdir ; yandıkça büyümek, gelişmek, boyut
kazanmak demektir. İçsel bir genişleme, büyümedir; “Ateş, gökyüzünden koparılmadan önce
kendi içimizde yakalanmıştır”(Bachelard, 1995, s.34)

“bir kubbe boşluğunda yankılanır ayak seslerim

soluk soluğa kaçan benim

belki kovalayan benim”

(Tutuklunun Günlüğü, “içlenme”, s.55)

Bu dizeler kendini arayan, hem "kaçan" hem de "kovalayan" insanın, kendi benliğine
yaptığı yolculuğun ifadeleridir. Kendini aramak yolunda mücadele veren insan, gördüğü her
insanda, hep kendini, kendine ait değerleri, nitelikleri, kendi yaşantısını bulmak ister. Bazen
de kendi gerçekleriyle yüzleşmek istemez ve kaçmaya başlar. Sonra tekrar arayışa geçer. Bu
tereddütler, gidiş- gelişler insanın bireysel anlamda olgunlaşma sürecinin işaretleridir. Birey,
kendini gerçekleştirmek aşamasına gelinceye kadar bir “ihtiyaçlar hiyerarşisi”(dökmen, 1994,
s.90) yaşar; zira, kendini gerçekleştirmek “insanın varolduğunun farkına vararak
varolması”(Dökmen, 1994, s.91) anlamına gelir.

Postmodernist söylemde toplumsaldan bireysele geçiş yoluyla insanı yeniden anlama
vardır. Attila İlhan, bu geçişi, kendiyle yüzleşme bağlamında değerlendirir:

“aynalıçeşme’de kıstırınca kendi kendimi

(...)

elma gibi soyarak yorgun çirkinliğimi

anladım gökyüzü olmak istediğimi
bütün gözlerimle ben çoğala çoğala”

(Bela Çiçeği, s.36)

Bireyin kendi kendini “kıstırması”, sosyal yaşamın yoğun, karışık, güvensiz ortamında
boyutsuzlaşan insanın kendini arayışını gösterir. Bireyin kendi içsel kovalamacasının
“kıstırmak” gibi illegal, sert, anarşik bir eylemle ifade edilişi, insanın ruhuna sinen
olumsuzlukları işaret eder. “Kıstırmak” eylemi, bireysel gerçekler ve toplumsal gerçekler
arasında bocalamanın da işaretidir. Hayaller ile gerçeklerin çatışması bireysel çırpınışlara
dönüşür; “İnsan, herkesin birbirine benzediği günlük yaşamın tekdüzeliğinden eylemle
kurtulur. Eylemle ötekinden ayrılır ve birey durumuna gelir. Dante şöyle der: Her eylemde,
eyleyenin ilk niyeti kendi imgesini açığa çıkarmaktır.”(Kundera, 1989, s.31) “Elma gibi
soymak”, dış dünyanın olumsuz etkileri altında bunalan, dıştan içe dönmek isteyen insanın
çabasını ifade eder. İnsanın kurtulmak istediği kendisini sınırlayan, kendisini tüketen
değerlerdir. “Yorgun çirkinlik” ve “gökyüzü olmak” ifadeleri, ben’in parçalanmışlığını,
kopuşunu imler. Yorgun sıfatı, hem fizyolojik hem de psikolojik olmak üzere iki anlam taşır.
Çirkinlik kavramının yorgun, bitkin olarak algılanması ise, olumsuzlukların ve
olumsuzluklarla mücadelenin bitmeyişini anlatır. Bütün yorgunluğa, bitişe rağmen çoğalmak,
büyümek, genişlemek, kendini gerçekleştirmek ve geliştirmek isteği ortaya çıkar. İnsan, her
şeye rağmen hem fiziksel anlamda hem de duygusal anlamda gelişmeye açıktır. Çünkü
yaşamak; büyümek, gelişmek, genişlemek, boyut kazanmaktır. Statik, sabit bir yaşam, gerçek
anlamda varoluşu içinde barıdıramaz. Varoluş, insanın olanaklarını olabildiği kadar
kullanabilmesidir.

İnsanın bireysel parçalanmışlığının duygusal boyutta ifade edildiği de görülür. İnsan,
parçalanma, bölünme karşısında çaresizdir, yapabileceği bir şey yoktur:

“elimden gelen bu ben iki kişiyim
çoğalmak neyse ne azalmak zor
(...)

elimden gelen bu ben iki kişiyim
ikisi birbirinden çıkmaya uğraşıyor
bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
birisi yeni baştan serüvene başlamış
öbürü silahında son mermiyi yakıyor
çoğalmak neyse ne azalmak zor”

(Yasak Sevişmek, “elimden gelen bu”, s.56)

İki farklı duygu yoğunluğunu tek bir bedende ve ruhta yaşayan ve buna karşı gelemeyen
insan, bu iki farklı kişilikten, daha doğrusu yaşamdan vazgeçemez, nasıl vazgeçeceğini
bilemez. Çoğalmak ve azalmak fiilleriyle somutlaştırılan bu parçalanış, insanın yaşamak ve
ölmek/yok olmak arasında kalışını ve belirsizlikler yumağında bocalayışını ifade eder.

“tanrı insanı unuttu
(...)

yalnızlık sızıntısı zehirli yeşil
kaygılar kahverengi sokuluyor
bütün yüzler silinmiş

kim kimdir belli değil

büyük bir intihardan korkuluyor ”

(Ayrılık Sevdaya Dahil, “flash-back”, s.35)

Dünya içinde yalnız kalan ve “unutulan” insan, bu terk edilme psikozu içinde
bunalır.Kendine, varoluş kaynaklarına ve dünyaya ait değerlere olan güvenini ve bağlılığını
kaybeder. Bu kendini yitirme, kaybetme toplumun tamamını da etkiler. İnsanların kimliği
silinir. İnsan, varoluş imkânlarını kullanamaz ve çevresini dünyaya dönüştürme başarısı
gösteremezse bunalıma ve intihara sürüklenir. Bu intihar, bireyden topluma doğru yayılan,
genişleyen bir niteliğe sahiptir. İntihar psikozu, yabancılaşmadan doğar. Kendisini dünyada
anlamsız bulması ve bu anlamsız yaşama son vermeyi düşünmesi doğaldır. Kendisini soylu
anlamların yayıcısı/ taşıyıcısı olarak gören bir varlığın yaşamdan nefret etmesi veya yaşamına
son vermesi mümkün değildir.

“Köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güveninin kaybetmiş, topluma
yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz” (Çetişli, 1998, s.131) insanın, ölümü ama içinde yaşamaya
dair gizler ve anlamlar taşıyan intihar ederek ölmeyi seçmesi, doğal bir eylemdir. Manevî
değerlerini kaybeden insan için yaşam, katlanılması zor bir ıstırap olur; “Hiçbir insan çıplak
reel durumlar içinde yaşamaya katlanamaz, dayanamaz; onlara bir anlam verir, onları belli
tasavvurlarla süsler.”(Mengüşoğlu, 1979, s.102) İnsanın kendine ve evrene yeni bir anlam
boyutu kazandırması gerekir. İnsan yaşamının akışı içinde bir anlam boyutu göremediği
zaman, korkunç, içinden çıkılmaz ve katlanılamaz bir durumun içine fırlatılmış gibi olur.
Böyle bir durumda yaşaması veya yaşama isteğine sahip olmasına imkân yoktur. Bu bunalım,
sürükleniş içinde her çareyi dener:

“adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum”

(Yasak Sevişmek, “yasak sevişmek”, s.54)

Ad, bireyin resmen varlık bulduğunun işaretidir. Adı olmayan hiçbir şey varolamaz.
Varolan her varlığın mutlaka bir adı vardır. Birey, kendine verilen ad ile yaşar. Adını
değiştirmek, bireyin varlığından, yaşantısından hoşnutsuzluğunu yansıtan bir çabadır.
Yaşadığı olaylardan, çevresinden, kendinden kurtulmak; yeni bir varlık alanı içinde yeniden
varolmak isteği, şeklen uygun gibi görünse de özde imkânsızdır. İnsan adını değiştirebilir,
ama özünü, duyuşunu değiştiremez. Bu hiçbir varlık için de mümkün olmayan bir deneyimdir.
Başka bir adla yaşanabilir, ama aynı duyuşa, aynı fikirlere, aynı yönelişlere sahip “aynı” kişi
olarak. Kendi aynı, adı başka olarak. Bu bir tür kendinden ve yaşamdan kaçış, saklanıştır.

Attila İlhan, bireysel kaçışın boşluğa sürüklediğini farkedince, tekrar yaşama döner. Bu
dönüş, yaşama ve varoluşa dair bütün imkânlar alanını içine alan bir özelliğe sahiptir.
Yaşamak, başkalarıyla birlikte ve başkalarında yaşamak isteği yoğun bir özlem hâline
dönüşür:

“artık hiç kimse beni yaşamıyor”

(Yasak Sevişmek, “yasak sevişmek”, s.55)

Bütünleşme, birleşme duyguları içinde başka bedenlerde, ruhlarda yaşamak ve kendisi
olmanın bütün anlamlarını yaşamak isteği görülür. Kendini gerçekleştiren, kendisi olan insan,
yalnızlıktan kurtulan, gelişen ve aydınlatandır. Bozulan, yozlaşan değerler karşısında kendi
özüne yapılan yolculukta, insanın başkalarına, kendini anlayan insanlara ihtiyaç duyması,
başka ruhlarla bütünleşmek istemesi doğal bir yönelimdir.

Bireyin yaşaması maddî varlığını sürdürmekten ibaret değildir; kendini
gerçekleştirmesi, kendini aşması, anlayan, yorumlayan, gelişen ve geliştiren bir varlık olması
demektir. “Gerçek varoluş seviyesine veya Tanrısıyla titreşime varamayan”(Kantarcıoğlu,
1981, s.34) modern insan, yaşamayı yemek, içmek, uyumak gibi maddî/ fizyolojik yönleri ile
algılar. Yaşamak, insan yaşamını da içine alan daha büyük bir sistemin parçası olmak
demektir; zaman içinde gerçeği/ varlığı bütün yönleri ile yaşayabilmek ve bitip tükenmek
bilmeyen bir arayışı ibadet hâline getirebilmektir:

“bir uzay panayırı kurulmuş pencereme
yüzlerimi aranırım hiçbirini bulamam”

(YasakSevişmek, “yalnızgezer”, s.27)

Attila İlhan’ın şiirlerinde ben’e dönüş, “dünyanın yeniden büyülü hâle
getirilmesi”(Bauman, 1998, s.46) sürecindeki duyuşsal yansımanın ve bizi kendimize
döndüren, bugünümüzü şekillendiren özlem imgelerinin yazınsal söyleme erişmesidir.

2- Geçmişe Dönüş

Sanatı, bir kaçış mitiyle izah etmek mümkündür. İnsan psikolojisinin en temel
gerçeklerinden biri olan kaçma eğilimi, Attila İlhan’ın şiirlerinde teknolojiye, betonlaşmaya,
modernleşmeye duyulan tepki olarak karşımıza çıkar. Gelişen teknolojinin hayatımıza
soktuğu mekanik sistem, gelişen ve makineleşen dünyada insanın her gün daha artan bir hızla
makinenin egemenliğine girmesine neden olmuştur. İnsan özünü, kişiliğini, benliğini
yitirerek, âdeta işlettiği makinenin bir vidası hâline gelmiştir. İşte bu yoğun bunalım ve sıkıntı
hâlini aralayacak olan insanın bireysel özüne sahip olduğu anları hatırlaması, onlara
dönmesidir.

Her anış bir özleyişten kaynaklanır. Hatırlamak/ anmak, geçmişi yeniden kurmak ve
bugüne bir anlam katmak için gereklidir; “Geçmişi muhafaza etme güdüsü, insanın kendi
benliğini muhafaza güdüsünün bir parçasıdır.”(Harvey, 1997, s. 107) Modern anlayış ve
teknolojik gelişme insanı geçmişinden, kendinden uzaklaştıran bir sistemdir. Bu mekanik ağın
içinde sıkışan insanın kurtarıcı olarak geçmiş zaman anılarına yönelmesi kaçınılmazdır. Post
kültürde de geçmişle bağlar koparılmaz:

“yıllar var ki serçeleri unutmuşum
üzerimden gökyüzünü almışlar gibi
asfaltların karanlığında boğulmuşum
ufacık oysa hep böyle uçuşurlarmış
karlı ağaçların arasında alfabemdeki
iyimserlikleri bir türlü anlaşılamamış”

(YasakSevişmek, “usturanın ağzında”, s.57)

İnsanın yalıtılmışlığına tepkinin ifade edildiği bu dizeler, çocukluk yıllarına duyulan
özlem ile birleştirilmiştir. Herşeyin saf, bozulmamış, ilk hâlini içinde bulunduran/ koruyan
çocukluk yılları, bütün güzelliklerin ve mutlulukların büyülü zamanıdır; “ Çocukluğumuzun
bizi büyülediği gerçektir, çünkü çocukluk büyüleme anıdır ve kendisi de büyülenmiştir ve bu
altın çağ açımlanmamış olduğundan görkemli olan; ancak açımlamaya yabancı olan,
açımlayacak hiçbir şeyi olmayan, salt yansıma, henüz ancak bir imgenin pırıltısını yansıtan
bir ışık içinde yıkanmış gibidir.”(Blanchot, 1993, s.28)

İlk çocukluk dönemleri seven, yaşayan anıları ile bugünü anlamlı kılan, ısıtan, yaşanır
kılan değerlerle doludur. Yukarıdaki dizelerde geçen “serçeler”, özgürlüğün, masumiyetin,
sevimliliğin kısacası çocuğun ve çocukluğun simgesidirler. Çocuklar ile kuşlar arasında
varoluşsal anlamda kurulmaya çalışılan bağlantı, poetik söylemde ifadesini bulur. Unutulan
yalnız “serçeler” değil, bütün geçmiş değerlerdir. Geçmiş yaşantının unutulması, karanlıkların
gelmesi, güzelliklerin algılanamaması olarak belirtilir. “Üzerimden gökyüzünü almışlar gibi”
ifadesi, insanın aydınlıktan, yaşamdan, güzelliklerden zorla ayırılması, karanlıklarda
boğulmaya çalışılmasıdır. Gökyüzü, aydınlığın, yaşamın, varlığın en önemli unsurudur.
“Gökyüzünün alınması”, varolanın bireysel düşlerinden oluşan bir varlık alanı ihlalini bize
sezdirir. Teknolojik gelişmeler, moderleşme, insanı kendi yaşamsal değerlerinden zorla
uzaklaştırarak, mekanik bir karanlıkta boğmak istemektedir. “Asfaltların karanlığı” ifadesi,
bütün aydınlıkları karanlığa dönüştüren teknolojinin imge değeridir. Uçmak isteyen, serçelerle
bütünleşmek isteyen insan çırpınır, kanat çırpar ama yaşamın maddesel gerekleri/ gerçekleri
onu anlamaz. Karanlıklar bütün aydınlıkları, karamsarlık(nihilizm) bütün iyimserlikleri siler.

Çocukluk dönemlerine yönelme ve her ilk oluşun tazeliğini, dinamizmini eskiyen,
yıpranan ve bozulan yaşamı yeniden kurmak için canlandırma çabası insana özgü doğal bir
yönelimdir. Mircae Eliade, bu tür bir yönelimi “soylu başlangıçlara dönme miti”(Eliade,
1993, s.37) olarak adlandırır. İnsan ilk oluşları sihirli, büyülü ve hayali bir anlamla örtülü
olarak görür ve o anı yeniden yaşamakla bugün ile geçmiş zaman arasındaki farkı silmek ve
yaşamı yeniden kurmak ister. Bu yöneliş, bireyi psikolojik olarak rahatlatan, huzura
kavuşturan bir süreçtir:

“işe bak

o kadar çocukluğuma yakınım

ellerime kırlangıç yağıyor”

(Böyle Bir Sevmek, s. 92)

“Çocukluğuma yakınım” ifadesi, olumsuz ve boyutsuz bir duruma gelen yaşamdan
kaçmak ve geçmiş güzelliklere sığınmak eğilimini vurgular. Hafıza, o anı hatırlamakla
kalmaz, o anı yeniden yaşar. Çocukluk yıllarının anılarıyla beslenen yarı gerçek yarı hayal bu
masal “ellerime kırlangıç yağıyor” ifadesi ile, hafızadan bugüne en canlı şekliyle aktarılır.
Nereden estiği bilinmeyen bir rüzgar, insanın geçmişi yeniden yaşamasını sağlar. Bu yitirilen
ve özlenen bir masal dünyasının romantik ve lirik bir söylemidir. Aynı şekilde;

“benim için herşey alelâdenin haricindedir
bütün dertlerimi unutabildiğim zaman
pırıl pırıl meydanlar gönlüme göredir
gönlüme göredir arpa boyu ömrün sevinci
o zaman aklıma gelir çocukluk hayallerim
o zaman sulh isteyen bütün insanların
yüreğinin yüreğimde vurduğunu hissederim”

(Duvar, “Benim İçin”, s.75)

mısraları, çocukluk ile olgunluk arasında geçen sürenin örtülü/ kapalı bir ifadeyle
anlatılmasıdır. Bu süre, protesto edilir gibi geçiştirilir. Bireyin parçalanmışlığından kurtulmak
için yöneldiği çocukluk hayalleri, dün- bugün- yarın bağlamında yeni ve güzel bir yaşam
kurma endişesiyle birleşir. Geçmiş, kurtarıcı bir imge hâlinde bugünü ve geleceği kuran,
yaşatan nitelikleri ile karşımıza çıkar. Çocukluk çağının bütün izlenimleri büyüleyici bir
atmosferde ve romantik bir söylemde sunulur:

“eskiden hanımelleri yağmurlu balkonların
uykulara bıraktığı rüyalarla beraber
uzak çağrışımlarla o çocuk şarkı söyler
pancurların ardında sesi hafifçe kırgın

eskiden sofalarda yazın öğle sonları
sisli liman resimleri olarak görünürdü
çocuktum

ıslıklarım ne kadar hürdü

içimde özlemlerin boğuk gramafonları ”

(Tutuklunun Günlüğü, “eskiden”, s.43)

“Eskiden” sözcüğü, geçmiş yaşantılara insanın dönük yüzünün ifadesidir. Eski
zamanlar, eski olaylar, eski sevgiler, eski güzellikler, eski tanıdıklar ve içimizde hep yaşayan
“o eski çocuk”, geçmişe dönüşün yoğun ve derin anlamlarla belirtilmesini sağlar. Anılarda
kalan, ama bugün yeniden yaşanmak istenen o anlar, yaşanılan, hissedilen ve geleceği kuran
göndergelere sahiptir. Dış dünyadaki olumsuzlukların, çirkinliklerin bilinçaltında estetik ve
lirik bir kaçıyla yok edilmeye çalışıldığı görülür. “Uzak çağrışımlar”, “hafifçe kırgın”, “boğuk
gramofonlar”, isteklerin hâlâ uzak ve belirsiz bir özleyişten ibaret olduğunu vurgular.
Hayallerle özgür, şarkılarla mutlu, rüyalarla zengin, ıslıklarla canlı, özlemlerle umutlu olmak
isteği vardır; ama bütün bu istekler “eskiden”dir, yitirilmiştir. İnsan, o anları her hatırlayışında
psikolojik olarak rahatlayacak, kendini/ varlığını yeniden anlamlandıracak ve geleceğini
kurmak için geçmişten güç alacaktır:

“ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün

(... )

hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için

elde var hüzün”

(Elde Var Hüzün, “elde var hüzün”, s.76)

Geçmiş, bugünün belirsiz, mekanik ve boyutsuz yaşantısından yorulan insan için en
güvenli ve huzurlu sığınaktır; "Gelecek sabahın belirsizliği, geçmişteki sabahların mutluluk
dolu anlarını "ben"e hatırlatmaktadır".(Çelik, 1998, s.322) Gençlik yılları hayattan
beklentilerin, isteklerin en yoğun olduğu, ümit dolu, mutluluk ve enerji dolu bir süredir.
Fakat, gençliğin bitişi ile insan, kendini boşlukta, değerlerini kaybetmekte olan bir varlık
olarak görür. Ölüme yani maddî varlığın yokluğuna doğru hızla ilerler; endişe ve hüzün
içinde kalır. Çabaları boşunadır; boşluktan boşluğa doğru çözülüş başlamıştır, durdurmak
imkânsızdır. Yeniden denemek, yeniden yaşamı kurmak isteği vardır; ama bu mümkün
değildir. Çünkü şiirin bütün bölümlerinde tekrarlandığı gibi geriye kalan tek şey “hüzün”dür.
Bireyin özüne sinen kederlenme eylemi olarak hüzün, insanın maddî ve manevî varlık
alanlarına sinen ve etkisini sürdüren bir işleve sahiptir.

Hatıraların bu uyanma vaktinde yaşanan her olay ve birlikte yaşanılan her kişi,
geçmişte olduğu gibi, değişmeden yeniden yaşanır. Birey, geçmişe ait bütün varolanları
“bıraktığı gibi” bulmak ister, kaybetmek/ yitirmek istemez:

“yine dönüp duruyor başımda hatırlar
(... )

yine sen hayalimde bıraktığı gibisin”

(Duvar, “değişen bir şey yok”, s.129)

Sevgili, yaşama anlam veren, bireyi parçalanmışlıktan kurtararak bütüne götüren bir
varlıktır. Sevgilinin “bırakıldığı gibi” hatırlanması, geçmişi ve geçmiş sevgileri koruma
çabasıdır. Kendi varlığından sıyrılıp bir başka bende bütünleşen yani aşık olan insan hem
geçmiş hatıralarını hem de kendi bütünselliğini korumak ve her an yaşamak isteyecektir.

Tarih, insanın içindeki “eski” imgesinin zaman, mekan ve olay dizgesi içinde anlam
kazanmasının kavramsal adıdır. Tarih, “insanın hiç kullanmadığı bir kapıyı kullanıp gül
bahçesine çıkabilmesi, dirilişi anlamak ve onu yeniden yaşayabilmek gücünün”
(Kantarcıoğlu, 1981, s.64) ifadesidir. Tarih, hem kronolojik karakterli toplumsal öğeler
içeren, hem de bireysel karakterli ve duyuşsal öğeler içeren bir kavramdır. Postmodernizmde
tarih “küçük tarih” (Harvey, 1997, s.59) olarak yer alır. Bu kavram, insanın bireysel tarihi,
kendine özgü tarihi olarak açımlanabilir. İnsanın mendi hayatına ait olayları, zaman ve mekan
dizgesi içinde ele alan “küçük tarih”, tekliğe, yalnızlığa duyulan tepkinin ifadesidir. Attila
İlhan şiirlerinde “küçük tarih” kavramını, “büyük tarih”(Harvey, 1997, s.59) ile içiçe/
sentezleyerek verir. Tarih anlayışı, bireysel ve toplumsal duyuşların kesişme alanıdır:

“çocuk gözlerimle gördüm
sedef kakmalı koltuğunda
kaç mevsim eskitti kadızade eşref
(... )

şimdi gel hatırlama
seferberlikte o büyük sarhoşluk gecesi
küstah bir ay yükselir kanlıca sırtlarından."

(Elde Var Hüzün, “raviyân-ı ahbar”, s.81)

Hafızanın ayak seslerinin belirsizlikler içerisinde ifade edildiği bu mısralar, bireysel ve
toplumsal tarih anlayışını birlikte verir. Saygı, sevgi, hayranlık uyandıran geçmiş zaman,
bugünü kuran göndergeler taşır. Beklentilerimizle şekillenen gelecek, geçmiş ve bugün
sentezine bağlı olarak anlam kazanır. Geçmişe ait bir an dondurularak, tarihin birleştirici gücü
vurgulanmış olur. Tarih, net ve öğretici bir tarzla değil; lirik, gizli ve bireysel bakış açısından
yansıyan bir söylemle yansıtılır. Tarihe/ geçmişe ait ayrıntılarda içinde yaşanılan ve hissedilen
anların etkisi vardır.

Bireysel/ “küçük tarih”, kendine özgü bir evrendir. Geçmişe özlemin etkilerini taşıyan
bu mısralar dikkate değerdir:

“en tenha rakıların
en ıssız kuytularından

sırıksıklam tefrikalar çıkaran
mahmudyesari bey’i

kim arar kim sorar

çil çil

yıldızlara karışırda ziller
kadehler dağılır gümüş karanlığında

gelmiş bütün ihtişâmıyla ince saz
salkım sögütlerin altına
havuzbaşlarında hızlı ve üryan
ceylan gözlü cengiler
bir başka zamandı bir başka mekan”

(Ayrılık Sevdaya Dahil, “kim arar kim sorar”, s.39-42)

Tarih olarak belirsizlik gösteren, kronolojik niteliği olmayan bu anılar geçmiş sanatkârların,
geçmiş mekanların, geçmiş yaşananaların özlemle anılışıdır. Geçmişte yaşamış ünlü
sanatkârlar, büyük hükümdarlar vd. şiirlerde yer alır. Bizi kendine çeken, bizi geçmişimize ve
kendimize döndüren ve bugünümüzü şekillendiren bu kişiler birer özlem imgesine dönüşürler:

“bir gölgeyle sevişirler anlaşılmaz kim
belki sultan murad belli sarığından
belki kadın efendi menevişli yeşim”

(Ayrılık Sevdaya Dahil, “çerkes hâlayıklar balladı ”, s.16)

Tarih bireysel ve toplumsal ruhun zaman, mekan içinde geçirdiği aşamaları aktarır/
anlatır. Tarih/ geçmiş, öz varlığımızın yaşama mekanı olarak, geçici ruh barınağımız olma
niteliğinden ölümsüz ruh barınağı olma niteliğine doğru aşama geçirir. Attila İlhan,
modernizmin yok etmeye/ silmeye çalıştığı insanı, geçmiş ile/ tarih ile uyandırmaya çalışır.
Şiirleri, bu çabanın yazınsal yansıtıcısıdır.

Sonuç

Attila İlhan, şiirlerinde kendini batılı olarak gören bir doğulunun izlenimlerini,
duyuşlarını yansıtır. Onun şiirleri, modernizmin kıskacında bunalan insanın bireysel özünden
gelen nağmelerle uyanışının poetik formda sunumudur. Evrensel olan ve evrensellik
iddiasında olan postmodernizm, onun şiirlerinde bireysel ve toplumsal tepkiyi evrensel boyuta
taşıyan bir değerler dizgesidir. İnsanın kendini bulması, hafızasının ayak seslerini dinleyerek
kendini yeniden kurması, insanın varoluş kaynaklarına dönmesi ile mümkündür. Attila İlhan,
modern hayatın bizden aldığı değerleri sorgulayan, varoluş kaynaklarımıza dönmeyi anlatan
ve büyüsü bozulan hayatta yaşamı simgeleyen şiirleri ile Türk şiirinin ölümsüz
şairlerindendir.

Bachelard, Gaston, Ateşin Psikanalizi, Bağlam Yayınlan, İstanbul 1995

Bauman, Zygmunt, Postmodern Ayrıntı (Çev. Alev Türker), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998

Blanchot, Maurice, Yazınsal Uzam (Çev.Sündüz Öztürk Kasar), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993

Çelik, Yakup, Şubat Yolcusu, Akçağ Yayınları, Ankara 1998

Çetişli, İsmail, Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Kardelen Kitabevi, Isparta 1998

Dökmen, Üstün, Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati, Sistem Yayınları, İstanbul 1994
Eliade, Mircae, Mitlerin Özellikleri (Çev. Sema Fırat), İstanbul 1993

Harvey, David, Postmodernliğin Durumu (Çev. Sungur Savran ), Metis Yayınları, İstanbul 1997
Kantarcıoğlu, Sevim, T.S. Eliot'un Şiirlerinde İnsanın Kendini Gerçekleştirme Teması, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1981

Korkmaz, Ramazan, “Fenomenolojik Açıdan Tepegöz Yorumu”, Uluslararası Dede Korkut Bilgi Şöleni, Ankara
1999

Kundera, Milan, Roman Sanatı (Çev. İsmail Yerguz), Afa Yayınları, İstanbul l989

Mengüşoğlu, Takiyettin, İnsan ve Hayvan Dünya ve Çevre, Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1979

Attila Ilhan'ın Çalışmada Kullanılan Şiir Kitapları:

Ayrılık Sevdaya Dahil, Bilgi Yayınevi, Ankara 1997
Bela Çiçeği, Bilgi Yayınevi, Ankara 1997
Böyle Bir Sevmek, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996
Duvar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996
Elde Var Hüzün, Bilgi Yayınevi, Ankara 1995
Tutuklunun Günlüğü, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996
Yasak Sevişmek, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996

10

1

Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Araştırma Görevlisi ELAZIĞ