Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 16, Sayı: 1 Sayfa: 121-129, ELAZIĞ-2006

ÇAĞDAŞ İNSANIN TUTAMAK ARAYIŞI: “AYLAK


ADAM”

The Searching Hold Of The Modern Human: ’’Aylak Adam ”

Sema ÖZHER

Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı,

e.mail: semaozher@yahoo .com

ÖZET

Yusuf Atılgan Aylak Adam adlı romanında paralı bir gencin hayatına anlam verecek değeri
arama çabasını anlatır. Bu değer, maddi boyutun üzerinde insanı hayata bağlayacak, kişiye yaşam
enerjisi verecek, romanda “düşsel sevda” olarak adlandırılmış bir güçtür.

Roman boyunca baş kahraman C, düşsel sevdanın peşinde koşar. Yazar, bu arayışın
anlatımında sokaklar, sinemanın derin locaları ve bayan Naciye’nin küçük evi gibi simgesel değer
taşıyan mekanlardan yararlanmıştır. Bu mekanların sembolik ve psikolojik olarak çözümlenmeleri
romanın gerçek değerinin anlaşılmasında oldukça önemlidir.

Anahtar Kelimeler: Yusuf Atılgan, Aylak Adam, mekan-insan ilişkisi.

ABSTRACT

Yusuf Atılgan in his Aylak Adam named novel has told the young and wealthy person’s
life who is in the struggle of the make of life. In the novel, over the material dimensions, this value
is a power that gives people a connect to the life and vitality.

In the course of the novel, Mainhero C run after a romantic love. The author for telling this
search uses the street , deep lodge of cinema and Mrs. Naciye’s small house

where has a symbolic value. As the symbolically and psychologically analysis of these
places are very important to understanding the real value of the novel.

Key Words: Yusuf Atılgan, Aylak Adam, Place-Human Relation.

GİRİŞ

Hayvanlarda doğa ve varlık özdeştir. Oysa insan varoluş süreci içerisinde kendisini
gerçekleştirebilmek için dünya üzerinde kendi biçimlendirdiği mekanlar yaratır. Bu
mekanlarda kişiler arası iletişimi ve etkileşimi sağlayarak bir tarih ve kültür dokusu
ortaya koyar. Bu doku kişiye atalarının edindiği tecrübelerin miras olarak aktarımını
sağlar. Bunun sonucunda insanda tarihsel bilinç oluşur. Tarihsel bilinç, bir kendini bilme
tarzıdır (Özlem, 1996:341). Kendini bilen insan ortak amaçlar etrafında birleşerek
“cemiyet” yaşamına geçer.

Cemiyetin/toplumun varlığını devam ettirebilmesi için birtakım kurallar öne
sürmesi kaçınılmazdır. Bu kurallar kimi zaman kişiyi güçlükler karşısında korurken kimi
zaman da onun “varlık alanı”nı ihlal etmiştir. Kişinin varlık alanının ihlali birey ve
toplum arasında bir çatışmaya neden olmaktadır. Bu çatışma kişinin psikolojisinde
tahribata yol açarken birey bu durumu içinde yaşadığı mekana yansıtmıştır.

Reel zamanda görülen bu durum anlatı metinlerinde de kurgusal olarak aynen
görülmektedir. Kahramanın ruhu yaşadığı mekana siner. Yazar özellikle baş kahramanın
psikolojisinin ip uçlarını mekanı kurgularken metnin içerisine gizler. Böylece mekanı
yorumlama işlemi kahramanın gizli kalmış yanlarını “okuma” işlemiyle örtüşmüş olur.

Yusuf Atılgan Aylak Adam adlı romanında çevresiyle uyum sorunu yaşayan bir
kişinin mutlu olmak için yaratmaya çalıştığı bir “değer” arayışını anlatır. Çocukluğunda
bilinçaltına itmiş olduğu anılarının etkisinden kurtulmayı amaçlayan baş kahraman,
amansız bir varoluş mücadelesi sergiler. Yazar, genel olarak aydın sorunsalı biçiminde
adlandırılan bu uğraşı, kişiler düzleminde baş kahraman C; kavramlar düzleminde
topluma yabancılaşma ve tutamak arayışı; simgesel düzlemde ise sinemanın derin
locaları, bayan Naciye’nin küçük evi ve sokaklar ile roman kurgusuna yerleştirmiştir.
Çağdaş insanın en temel sorunu olan bireyin topluma yabancılaşmasını anlatan Aylak
Adam, insan ile mekan arasındaki ilişki bakımından çözümlendiği takdirde okuyucusuna
asıl mesajını iletebilmiş olacaktır.

Bu çalışmanın amacı, baş kahraman C’nin yaşamını anlatırken mekanın insanı
geçmişten geleceğe nasıl bir yolculuğa çıkardığını ve kişinin psikolojisini çözümlemede
ne derece önemli olduğunu ortaya çıkarmaktır. Böylece insanın aslında çevresiyle
kurduğu işlevsel bağla kendisini gerçekleştirdiği ispatlanacaktır. Bu ispatlama işleminde
ise baş kahramanın psikolojisi merkez kabul edilerek onun yaşadığı değişimin mekansal
yansımaları psikolojik ve sembolik çözümleme yöntemleri kullanılarak açıklanacaktır.

1. Bilinçaltı Labirenti: derin localar

İnsanın evrensel anlamda tarihi bir belleğe sahip olması bireysel boyutta da kendini
gösterir. Kişi anımsadığı ya da unuttuğu bütün tecrübelerini beraberinde taşır ve bunlar
bazen hiç farkına varmadan kişiyi yönlendirir. Roman boyunca baş kahraman C,
çocukluğuna ait anıların çağrısını sinemanın derin localarında yaşar. Burası C’yi
geçmişine, bilinçaltına çağıran mekan olarak simgesel bir değer taşır. İnsanların el ele
tutuşmak, sarılmak ve öpüşmek için geldiği bu mekana C’yi çeken asıl şey, ne iş yaptığını
herkesin bildiği “şaşı kadın”ı Zehra teyzesine benzetiyor olmasıdır. Şaşı kadın C’yi
sinemanın derin, küçük, gömük ve karanlık localarına çağırırken onu Zehra teyzesiyle
yaşadığı cennetten kopma zamanlara ve kadın düşkünü baba arketipine taşır. Böylece
derin localar C’nin bilinçaltının simgesi olur.

Annesi C bir yaşındayken öldüğü için onu Zehra teyzesi büyütmüştür. Bu kadın
onu her zaman gerçek bir anne şefkatiyle sevmiş ve okşamıştır. Zehra teyzenin bu
dokunuşları ile ortaya çıkan “ötekinin sıcaklığını duyumsama” biçimi C’yi hayatı
boyunca takip edecek ve onun anne-sevgili kadın tipini aramasına yol açacaktır.

Zengin bir komisyoncu olan C’nin babası kadın düşkünüdür ve evde sık sık
hizmetçiler değişmektedir. Üstelik baş kahraman C, henüz çocuk yaştayken babasının
Zehra teyzesiyle olan cinsel yakınlığına şahit olmuştur, bunun üzerine babasına saldırmış
ve boğuşma sonunda kulağı yırtılmıştır:

“Babam bir koluyla teyzemin etekliğini kaldırıp sarmış, öteki eliyle çıplak
bacaklarını okşuyordu. ‘Zehra, şu bacakların yok mu?’ dedi. Çevrem kararır gibi oldu.
Fırladım. Üstlerine atıldığımda bacaklar hala çıplaktılar. ‘-Bırak onu diye bağırdım...’
Elini ısırdım;... Kafamdaki ses durmadan, ‘Kulağı yırtıldı,
diyordu.’’(Atılgan, 2001:127)
Roman boyunca C, bu baba arketipinin izlerini davranışlarında yaşamıştır. İlk
gençlik yıllarında karşı cinse duyduğu ilgi ve istekten dolayı kendini suçlamış ve
kadınların bacaklarına dokunamamıştır. Ayrıca romanın anlatımında leitmotive dönüşen
“Kulağını kaşıdı.” cümlesi yukarıda alıntı yapılmış olan kötü çocukluk anısının izi olarak
olay örgüsünde kendini göstermiştir. Burada C’nin babası ile Zehra teyzesi arasında
yaşanan cinsel ilişkiye gösterdiği tepkiyi ödip kompleksiyle açıklayabileceğimiz gibi
mitik değerlerle de açıklayabiliriz.

Mitik anlamda çocuk cennete özgü bir zamanda yaşar (Eliade, 2001:105). Çocuğun
cenneti kendisi ve annesinden ibarettir. C’nin cennetinde ise annenin yerini Zehra teyze
almıştır. Babanın sevgiyi sadece tensel bir zevkten ibaret görmesi ve Zehra teyzeyi de bir
cinsel obje konumuna düşürmesi, C’yi yaşadığı cennete özgü zamandan koparmıştır:

“Hemen her gece babam eve girer girmez beni, teyzemle oynadığımız oyunlardan,
masalların mutluluğundan ayırırdı. ‘-Çocuğu yatır!” derdi. Büyük sevinçlerden büyük
kederlere birden geçişi öğreniyordum. Çünkü onun kucağındayken babamın varlığını
unutmuş olurdum. Yatakta, beni ondan ayırmasındaki haksızlığı düşünürdüm.”
(Atılgan,
2001:125)

Zehra teyze masallar anlatıp onunla oynayarak C’ye hayatı boyunca gerçekten
mutlu olduğu tek zaman kesitini sunmuştur.

Aile içerisinde politik toplumsallaştırma sürecini yaşayan çocuğa yine ailesi
tarafından sorumluluk, boyun eğme, sadakat, korku.... gibi duygulanımlara ket vurması
öğretilir. Böylece çocuk olgunlaşır (Teber, 2001:79). Baba yaşadığı toplumun -para, güç,
iktidar, menfaat, yaşamdan zevk alma gibi- değerlerini oğluna aktaramadığı için C’nin
politik toplumsallaşma süreci yarıda kalmıştır. Hatta C’nin toplumun genelgeçer
kurallarına aykırı bir kimliğe sahip olmasına yol açmıştır.

C babası tarafından sunulan her şeye karşı çıkmıştır. Baş kahraman ailesi
tarafından verilen adı reddetmekle, kadınlara karşı duyduğu cinsel ilgiden dolayı kendini
suçlamakla, hesapsızca para harcamakla ve bir işte çalışmamakla babasına benzemeye ve
aslında ondan kendisine göstermediği babalık şefkatinin öcünü almaya çalışır. Bu öç alma
duygusunun büyüklüğü romanın adıyla da kendini belli eder. Olay örgüsü içerisinde bu
söylediklerimiz C’nin ağzından şu cümlelerle ifade edilir:

-İş yapmam ben; aylakım.... Çalınmış para yerim ben.’’(Atılgan, 2001:147)

Bu para babasının C’ye göstermesi gereken şefkatten, sevgiden ve zamandan
çalınarak biriktirilmiştir. Çalınan C’nin hayatıdır.

Bireyin “an”ı yaşarken sürekli olarak geçmişini hatırlaması geleceğe yönelik
kararlarını etkiler (May, 2003:13). Baş kahramanın hissettiği yalnızlık duygusu ile
toplumsal yabancılaşmanın arka planında babasına duyduğu nefret yatar. C’nin herkesçe
benimsenmiş toplumsal kurallara uyum sağlayamaması, çevresinde kendisini anlayacak
yakın birinin bulunmaması baş kahraman C’yi bütün roman boyunca bir “
tutamak
arayışına sevk etmiştir. Bu ise
“gerçek sevgi”dir.

Romanda kavramlar düzlemi incelendiğinde şiddetli eleştirilere neden olan C’nin
aylaklığının bir simge-değer olduğu görülecektir. Bu yaşama tutunma çabasının
simgesidir ki C’nin avareliği toplumdan geri çekiliş değil, yeniden bir yapılanma için
yüklenilmiş amaçlı bir çalışmadır (Urry, 1999:275). C’nin aylaklığı toplumun günübirlik
ilişkilerine, dedikodularına, eşya düşkünlüğüne, eli paketlilere, sadece tensel dokunmadan
ibaret cinsel ilişkilere bir başkaldırıdır:

“...İnsanın bir tutamağı olmalı.... Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir
köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki
tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi
işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en
yüksek olduğuna inanır."
(Atılgan, 2001:152)

Kahramanın yaşadığı toplumun değerlerine karşı takındığı bu aykırı tutum onu çok
büyük bir yalnızlığa itmiştir.

2. Ülküsel Sevginin Arandığı Yer: sokaklar

Geçmişiyle içinde bulunduğu zamanı uzlaştırabilen insan, geleceğe iradesiyle yön
verebilir. Bu yönlendirme işi sırasında kişi ruhunda ve hatta bedeninde kendini kurmayı
öğrenir. Böylece kişi varoluşsal anlamda tamam olur. Bunun sonucunda da toplumda
yaşama tutunmuş bireylerin sayısı artar.

Aylak Adam romanının baş kahramanı C, geçmişte yaşadığı kötü tecrübeleri
sindirememiştir. C’nin kötü baba arketipine karşı bir sığınak olarak zihninde geliştirdiği -
anne-kadın sevgili imajı- Zehra teyze, C’yi yaşamı boyunca büyük bir arayışa sevk
etmiştir. Bu arayış roman sona erdiği zaman anlaşılacağı gibi aslında C’nin kendini
bulma çabasıdır.

Baş kahraman toplumla -yani herkesle- uyuşmazlık içerisindedir. Onun bu uyum
sorunu romanın ilk sayfasındaki epigramla adeta vurgulanmıştır:

“Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin "

Yine romanın ilk cümlesi baş kahramanın kendini toplumun ne kadar dışında
gördüğünün habercisidir:

“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma
geldi."
(Atılgan, 2001:9)

İnsanlar/herkes adeta sel suyu kadar çok, çevreyi yıkan, bilinçsiz eylemler
sergileyen bir çokluktur. Olaylar geliştikçe baş kahramanın kendini olayların dışında
tutan tavrı sürecektir. Romanın
“Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım
yerlerde mi oluyordu"
(Atılgan, 2001:11) cümlesi bu uzak ve aykırı tavrın göstergesidir.

Herkes/kalabalıklar problem yitimine uğramıştır; hatta tasasızlıkları yüzlerinden
bile belli olur. Erkekler tıraşlı, kadınlar güzel; ya somurtkandırlar ya da sırıtkanlıkları
yüzlerine yapışmıştır; iş dönüşlerinde dilencilere sadaka vererek ucuza huzur satın
almaya çalışırlar. Yazar toplumun yaşadığı çözülmeyi, değer yitimini ve tükenişi
romanda sokak adlarıyla ilinti kurarak vurgulamıştır:

“içinizde İki Öksüzler Sokağı ’ndan geçen olmuştur belki ama bilmezsiniz. Çoğu iki
katlı, yeni ya da yeni görünen evler... Ben ‘Eli Paketliler’ sokağı diyorum. Komşusunun
saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burda. Ama adı... ‘Sıra Serviler

Caddesi’: Asfalt, üst üste beton yapılar, otomobiller sürüsü, hızlıyürüyeninsanlar
sürüsü... Bu yolun servili olduğu zamanlar da insanlar böyle mi yürürdü?”
(Atılgan,
2001:14-15)

Nesne ile adı arasındaki benzeşmezlik kişi ile adı arasında da aynen vardır. Adları
kişilerin karakterini yansıtamaz durumdadır. Bu yüzden baş kahraman yine topluma
aykırı davranışla adını reddetmiştir. Kalabalıklar aynı zamanda ezberlenmiş davranışlara
sahiptir. Hatta tensel temastan ibaret sevişmeleri bile aynı sırayı takip eder:

“Önce el tutulur, sonra öpülür, sonra memeler okşanır; en son etekliğin altı
gelir.”(s.34)

C, birbirine benzeyen bunca insanın arasında tuhaf ve yalnız kalmıştır. Ama
gerçekte toplumdaki diğer insanlar da farkında olmadıkları büyük bir yalnızlık yaşarlar.
Yazar bu yalnızlığı
“üç oda bir mutfak sendromu” olarak adlandırmıştır. Herkes evlenip
çocuk sahibi olunca mutlu olacağını sanır, ama bir süre sonra kadın ve erkeği birbirlerine
bağlayan ortak bir çatıdan başka bir şey kalmaz. Böylece
“ortak bir şeyleri kalmayanların
ortaklığını
yaşamaya başlarlar. Yusuf Atılgan birbirlerine çok yakın görünen insanların
gerçekte ne kadar yabancı olduklarını Bodur Minareden Öte adlı öyküsünde baş
kahramanın ağzından şöyle söyletir:

“Tel dolaptan yemek tenceresini çıkardım. Akşamdan kalma biber dolmasıydı.
Suyun üstünde yüzen tek tük yarı-donuk yağ boncuklarıyla iğrenç görünüşü vardı. Beş
yıllık yaşamımızın özeti gibiydi bu yemek.”
(Atılgan, 2002:74)

İnsanlar birbiriyle böylesine ayrı, aynı zamanda da birliktedir.

Yalnızlık duygusu bazen kişiyi tüketirken bazen de varoluşsal anlamda
ikinci bir doğuma hazırlar. Baş kahraman ikincisini gerçekleştirme uğraşı içerisindedir.
Onun yalnızlığı
“ülküsel sevda” denebilecek bir amaca yönelmiştir. Bu sevgiyi
Kierkegeard’ın şu cümleleri tanımlamaktadır:

“Yetkin sevgi, birini onun gözünden mutsuz olmak için sevmektir. Ama hiçbir
insanın böylesine sevilmeyi istemeğe hakkı yoktur.”

Baş kahramanın aradığı sevgili, kendisinin bir benzeridir. Sıra dışı bir davranışla
kendini belli edeceğine inanır. Aranan sevgilinin diğer bir özelliği ise
“eşyanın ötesinde ”
(Atılgan, 2001:11) olmasıdır: eşyaya köle olmamak, eşyayı amaçları için kullanmak.
Böylece bu kişinin paraya köle olmayacağı sonucu ortaya çıkar.

Bütün insanlar kendilerini tamamlayacak diğer yarılarıyla birlikte yaratılmıştır.
İnsana düşen görev, uzakta duran diğer yarısını bulmasıdır. İşte yaşam bu tamam olma
sürecidir. C’nin arkadaşlarına verdiği
“O olmasaydı ben olmazdım.” (Atılgan, 2001:153)
cevabı söylediklerimizi doğrulayarak mitolojik er-dişi kavramına da gönderme

Çağdaş insanın Tutamak Arayışı...
yapmaktadır. Baş kahraman C, yitik yarısı B’yi roman boyunca yılmadan aramıştır.

3. Aşkın Barınağı: Bayan Naciye’nin küçük evi

Mekan ile insan arasındaki psikolojik bağ, anlatı metinlerinin kurgusuna da
yansımıştır. Yazar özellikle baş kahramanın psikolojisini çözümlemede mekanı bir şifre
çözücü nitelikte kullanabilir. Yusuf Atılgan, baş kahraman C’nin yaşadığı yalnızlığı,
yaşama tutunma çabasını, sokakları ayrıntısıyla anlatmakla okuyucuya sunmuştur.
Sokağa her çıkışı C’nin topluma ne kadar yabancı olduğunu görmesine neden olmuştur.
Baş kahramanı büyük bir yalnızlık duygusuna iten sokaklar, bu sebeple, labirent mekan
niteliği kazanmıştır (Korkmaz, 1997:170).

“Ruhumuz bir oturma yeridir.”(Bachelard, 1996:28). Kendi içinde barınmayı
öğrenen insan, daha sonra yaşadığı yere oturmayı öğrenir. Ruhumuzun barındığı yer,
içselleştirilmiş mekandır ki o zaman buranın adı “ev” olur. Aynı zamanda ev, yabancılarla
dolu meçhul açıklıkların içine oyulmuş bir mahremiyet sahası, keyif veren bir sükunet ve
sıcaklık bölgesidir. (Lings, 1997:111) Bu sebeple bir metin içerisinde geçen “ev” sözcüğü
oda”, “apartman”, “köşk” vs. mekanlardan daha farklı çağrışım değerlerine sahiptir.

Yazar Aylak Adam adlı romanda, labirent mekan özelliği taşıyan sokakların
karşısına
“Bayan Naciye’nin küçük evi”ni adeta baş kahramanın ruhunun oturmayı
öğreneceği, kalabalıkların ezberlenmiş ilişkilerinden uzak, mahrem ve sıcak tek yer
olarak çıkarmıştır. (Roman boyunca buranın daima aynı tamlamayla anılması dikkat
çekicidir.)

Bayan Naciye’nin küçük evi denize çok yakın, ağaçlar arasında, büyük pencereli,
aydınlık, ferah, fıstık yeşiline boyalı, kahverengi keten perdeli, tahtadan yapılmış hoş bir
yapıdır. (Atılgan, 2001:96) Ancak evin fiziksel konumu oranın ev olmasına yeterli
gelmez. Çünkü içerideki gereksiz eşyalar varlığın önüne geçecek durumdadır:

“içerdeki iki kocaman koltuğu salona taşıdı. Geniş karyolanın üstüne oturup kalktı.
iyiydi. ...Pencereye yakın köşede aynalı bir masa vardı. Bunu da çıkarmak istedi ama
nereye koyacağını bilemiyordu."
(Atılgan, 2001:96)

Bir mekana sinmenin gerekli şartı -belki de- kişinin kendine ait küçük şeyleri
oraya yerleştirmesidir. Eşyaların yerini değiştirdikten sonra yanında getirdiği iki tabloyu
duvara asan C, Bayan Naciye’nin küçük evine
“yerleş”miş olur. Ev imgesi, C’nin eski
sevgilisi Ayşe ile karşılaşıp onun da buraya taşınmasıyla tamamlanmış olur. C o anda
Ayşe’nin ülküsel sevgiyi paylaşacağı kişi olduğuna inanmaktadır.
“Artık ev onların
eviydi.”
(Atılgan, 2001:114) Öznenin “ev”e sahip olması, evin mahremiyet ve
sıcaklığına, tinsel anlamda tamamlanmışlık duygusuna erişmesi demektir.

C ilk kez burada geçmişiyle içinde bulunduğu anı birleştirmiş olur. Baş kahramanın
psikolojisindeki en büyük değişim -geçmişiyle uzlaştığının göstergesi olarak- Ayşe’nin
bacaklarını öpebilmesidir. Ayrıca C, yediği yemeklerde Zehra teyzesiyle yediği
yemeklerin kokusunu ve tadını duyumsarken denizin tuzu da Zehra teyzesinin çarşıdan
getirdiği ekşi erikleri hatırlatır:

“Saçlarından süzülmüş bir damla su dudaklarına inince yalandı. Tuzluydu. ‘Bu
tad?’ Hatırladı. Zehra teyzesinin çarşıdan getirdiği yeşil erikleri tuza banarak yerlerdi. ‘¬
Yeme artık, dişlerin uyuşacak!’ Bakışlarında hep o sevgi ışıması olurdu.”
(Atılgan,
2001:138)

Bayan Naciye’nin küçük evi, çiftler arasındaki uzaklığı ve yalnızlığı arttıran evlilik
kurumunun çöküşüne çözüm sunan mekan olması bakımından çok önemlidir. Çiftlerin
hayatları sıradanlaşmıştır:

“Erkek akşamları eve elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. Yemek yerler. ...
Arada, ‘Bu yıl kömür kıtlığı olacakmış!’ diye mırıldanır. Kadın kucağında hep
yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. ‘Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu
rahatına düşkün adam mıydı?’ diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken
otobüste bir genç gözünün içine bakmıştı. ... ‘Belki onunla başka türlü olurdu.
Ya birlikte
uyudukları yatak... Erkek karısının değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür.
Kadın otobüsteki gençledir...”
(Atılgan, 2001:78)

Kişinin kötü görünüşünün duyguları zayıflatacağını düşünen yazar, buna çözüm
olarak C ile Ayşe’yi ayrı odalarda yatırır. Kahramanlar sevişirler, yemek yerler, denize
giderler, konuşurlar... En önemlisi de C’nin birbirlerine yettiklerini düşünmesidir.
Yazarın
“Alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlık” (Atılgan, 2001:132) olarak
adlandırdığı evliliğe karşı geliştirdiği aşk kavra
nın temelinde “birbiri için var
olduğuna
inanmak”(Atılgan, 2002:78) düşüncesi yatar. Kişi sevgisini paylaşırken
ailesinin ve başkalarının ne düşündüğünü umursamamalıdır. O zaman bu şuurlu değil
yönlendirilmiş bir edim olur. C buna sonuna kadar inandığı için Güler’i evine
götürdüğünde onun “
dışarıdakiler”i düşündüğünü fark eder etmez onunla sevişme
fikrinden vazgeçmiştir. Ayşe de ailesiyle aralarına sınır koyamamıştır. C, Ayşe’nin
günlüğünde yazan
“Anamın, babamın varlığına dayanamıyor. Neden her şeyi benden
bekliyor? Kendi ölü babasının bile varlığına dayanamazken!..”
(Atılgan, 2001:133)
cümlelerini okuyunca yıkılmış ve aradığının
“o” olamayacağını anlamıştır.

Roman C, yine sokaklarda ülküsel sevdasının peşindeyken son bulur.

SONUÇ

Aylak Adam, Yakup Kadri’nin Yaban romanı ile başlattığı Türk aydınım
sorgulayan roman zinciri içerisinde önemli bir halkadır.

Yazar romanın mekanını baş kahramanın yaşadığı kaosu yansıtacak şekilde
kurgulamıştır. Romandaki üç önemli mekan (sokaklar, sinema salonu ve Bayan
Naciye’nin küçük evi) baş kahramanın psikolojisini açımlar niteliktedir.

Çocukluğunda babası tarafından kutsal değerlerin çiğnendiğine, sevdanın tensel
zevklerden ibaret görüldüğüne tanıklık eden C, roman boyunca bu fikri yenmeye
çalışmıştır. Sürekli olarak toplumdan ve çevresinden ne kadar farklı olduğunu görmesi
baş kahramanı büyük bir yalnızlık duygusuna sevk etmiştir. Bu duygu yaşamın amacını
“birbiri için yaratıldığına inandığı kişi” ile tamamlanmak olarak gören baş kahramanın
onu sürekli arayışına dönüşmüştür. Bu arama süreci, aynı zamanda kişinin kendini arama
süreciyle örtüşür. C, onu bulduğu zaman tamamlanmış olacaktır.

Bayan Naciye’nin küçük evinde mecburiyetlerden ve dışarıdakilerin gözlerinden
sıyrılmış bir sevdaya eriştiğini sanan C, geçici bir aydınlanma ve huzur anı yaşamıştır.

Romanın C’nin arayışını hala sürdürürken son bulması, kişinin kendini tam olarak
anlayacak kişiyi belki de hiçbir zaman bulamayacağı anlamını taşır. Kişi, yaşadığı sürece
daima bir şeylerin eksikliğini hissedip bunun için kaygılanacaktır.

KAYNAKLAR

ATILGAN, Yusuf (2001), Aylak Adam, Yapı Kredi Yayınları, 3. baskı, İstanbul.

----------------------(2002), Bütün Öyküleri, Yapı Kredi Yayınları, 3. baskı, İstanbul.

BACHELARD, Gaston (1996), Mekanın Poetikası, (Çev. Aykut Derman), Kesit
Yayıncılık, İstanbul.

ELIADE, Mircea (2001), Mitlerin Özellikleri, (Çev. Sema Rifat), Om Yayınevi, İstanbul

KORKMAZ, Ramazan (1997), Sabahattin Ali -İnsan ve Eser, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul.

LINGIS, Alphonso (1997), Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı, (Çev. Tuncay
Birkan), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

MAY, Rollo (2003), Yaratma Cesareti, (Çev. Alper Oysal), Metis Yayınları, İstanbul.

ÖZLEM, Doğan (l996), Metinlerle Hermeneutik Dersleri, C: 1-2, İnkılap Kitabevi,
İstanbul.

TEBER, Serol (2001), İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş, Papirüs Yayınevi, İstanbul.

URRY, John (1999), Mekanları Tüketmek, (Çev. Rahmi G. Öğdül), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.

130