MODERN ARAŞTIRMACININ KLASİK HİKÂYEYE BAKIŞI
ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER

TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/

Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ

ÖZ: Modern edebiyat dünyasının Türk Edebiyatının Tanzimat ön¬
cesi dönemine olan bakışı yüzeyseldir. Bu dönemin edebi ürünlerine ve
geleneğine karşı bir tavır takınma söz konusudur. Klasik Türk Edebiyatı¬
nın gerçekle ilişkisi olmayan, sosyal meselelere ilgisiz, dili yabancı ve
taklit ürünü bir edebiyat geleneği olduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın
desteklenmesi için kullanılan türler ile örnekleri bellidir ve klişeleşmiştir.
Bunların arasında Münşeat türünün örnekleri veya Veysî, Nergisî gibi
şahsiyetlerin eserleri en sık kullanılanlardır. Bu yazıda, elde çok az örneği
bulunan klasik Türk hikâyesinin yanlış bilinen özellikleri hakkında birta¬
kım bilgiler verilmesi amaçlanmıştır. Bilinen yargıların ötesinde bu dö¬
nem hikâyeleri çoğunlukla yaşanan günlük hayatı ele alırlar. Dilleri sanıl¬
dığının aksine çok karışık değildir ve günlük konuşma diline çok yakın¬
dır. Olağanüstü unsurlar çok az yer kaplar. Yaşanan hayatın her çeşit
olayları ve tipleri bu hikâyelere girmiştir. Hikâyelerdeki tipler toplumun
her kesiminden çok değişik karakterden oluşabilir.

Anahtar Kelimeler: Modern Araştırmacı, Modern Hikâye, Klasik
Hikâye

An Evaluation on the Classic Short Story from the Perspective of a
Modern Researcher

ABSTRACT: An investigation or a closer look of modern literary
world to Turkish Literature before the Tanzimat period is superficial.
There is an assumption against the literary work of this period and the
literary tradition. It is claimed that the Classical Turkish Literature as a
literary tradition is irrelevant to reality, indifferent to social issues, as well
as applying artificial language use and being imitative. The evidence or
clues used to support this claim with specific examples are certain and are
cliché. Among the examples of the type is Münşeat or Veysî and
Nergisî’s works of figures as most frequently used ones. In this article, it

Düzce Üni. Fen Ed. Fak. TDE Böl. osmanunlu@duzce.edu.tr

is aimed to provide some information about the characteristics of classical
Turkish short story that has very little and incorrect resulting sample.
Beyond the cited thoughts, the stories of the period usually go around
daily life. However, their languages are known fairly simple in common
thought; they are very identical to daily spoken. Exceptional elements are
seen rarely. Every sort of daily life events have taken place in the stories.
These types may consist of various characters from all sections of society.

Key Words: Modern researcher, modern short story, classic short

story.

Türk Edebiyatında Tanzimat dönemi, çoğunlukla “eski”ye ya da
“geleneksel”e karşı bir “reddiye” olarak görülmüş ve bu dönemde yazı¬
lanlara ve edebî şahsiyetlere hep belli bir gözle bakılmıştır. Ele alınmak
istenen kişi veya eser, öncelikle “yeni” mi yoksa “eskinin bir devamı” mı
olduğuna dair düşünceler ekseninde incelenmiş ve yorumlanmıştır. Bu
dönemde batılılaşma hareketi ile ortaya çıkan en önemli kavramlardan
biri olan “yenileşme”nin içi tamamen batılı değerleri öğrenme ve bu de¬
ğerler çerçevesinde sosyal hayatı düzenleme şeklinde doldurulmuş, bütün
çaba ve uğraşlar bu yönde yapılmıştır. Bütün bunlar hayata geçirilirken
yapılan işlerin en önemli ve dikkat çekeni ise eskiyi tamamen reddetmek¬
tir. Eski olanın “gelenek” veya “geleneksel”, yeni olanın da “modern”
veya “modernite” olarak adlandırıldığı ve algılandığı bu düşüncenin baş¬
langıcı Namık Kemal’e kadar götürülebilir: “Namık Kemal’le başlayan
ilk saldırıdan itibaren yerleşmeye başlayan ve sonradan gitgide kalıplaşan
görüşlerde, bu edebiyatın toplumsal meselelere tamamen ilgisiz, halktan
kopuk, dili yabancı, çağın insanî değerlerine uzak, gerçekle ilişkisi man¬
tıksız, düşünce ve duygu bakımından eksik, soyut, İran ve Arap taklidî bir
edebiyat olduğu ileri sürülür.”1.

Geleneksel olanı ikinci planda görmeyi temel alan bu anlayışın gü¬
nümüz üniversite eğitim anlayışında da yer alması dikkat çekicidir. Ül¬
kemizdeki üniversitelerde bulunan Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde
Tanzimat öncesi Türk Edebiyatını inceleyen anabilim dalının “Eski” Türk
Edebiyatı ve Tanzimat sonrası Türk Edebiyatının “Yeni” Türk Edebiyatı
olarak adlandırılması bu düşüncenin ürünleri olarak düşünülebilir mi?

Modern Türk hikâyesinin Tanzimatla başladığı, hem edebiyatçılar
arasında hem de akademisyen çevrelerde sıkça ifade edilen bir olgudur.
Buna göre modern Türk hikâyesi, Nabizâde Nâzım ve Ahmed Midhat
Efendi’nin verdikleri ilk örneklerle bu dönemde başlar. Ancak ilk ciddi
örneklerini Sâmipaşazâde Sezâi ile verir. Modern hikâyeyle birlikte va¬
kanın realiteye uygunluğu, olağanüstü ve şaşırtıcı rastlantıların olmayışı,
ayrıntılı kişi ve mekân tasvirleri, şahıs tahlillerinin yapılması Türk hikâ¬
yesine bu dönemde girer. Bu dönemde yazılan hikâyeler “kesinlikle be¬
lirtmek gerekir ki Divân hikâyeciliğinin de, halk hikâyeciliğinin de ta¬
mamıyla dışındadır. Ne onların geliştirilmiş bir devamı, ne de modernleş¬
tirilmiş şeklidir” (Akyüz 1990: 69). Bununla beraber günümüzde yazılan
bazı makalelerde öyle ifadeler vardır ki, bunlarda Tanzimat’tan önceki
dönemlerde hikâyenin varlığından bile şüphe edilir. Kenan Akyüz, mo¬
dern hikâyenin Tanzimat’la birlikte edebiyatımıza girdiğini ifade ederek
klasik hikâyenin günümüz hikâyesiyle en ufak bir bağlantısının olmadı¬
ğını ima eder. Ona göre klasik hikâyemiz daha çok bir masal karakteri
taşımaktadır (Akyüz 1990: 68).

Günümüzde birçok akademisyenin -özellikle Yeni Türk Edebiyatı
alanında çalışanların- fikir birliğine vardığı konu, zoraki de olsa “klasik
hikâye”nin varlığını kabul etmeleri ama bu hikâyenin modern hikâye ile
benzerliklerinin çok az olduğu hatta hiç olmadığı konusudur. Bu konuda
çeşitli akademisyenlerden örnekler vermek laf kalabalığı yaparak sözü
uzatmaktan öteye gitmez. Sadece, bu yazı hazırlandığı sıralar yayınlanan
bir makale, bu düşüncede çok fazla bir değişimin olmadığını göstermek¬
tedir. O kadar ki, söz konusu yazının özetine “Türk Edebiyatının 19. yüz¬
yıldan itibaren tanıştığı edebî türlerden biri olan hikâye, ...” ifadeleriyle
başlanması hem söz konusu yazının hem de yerleşmiş genel kanının bir
özeti olarak görülebilir (Daşçıoğlu-Koç 2009: 799).

Konunun diğer tarafından bakıldığında, klasik edebiyatla uğraşan
akademisyenlerin neredeyse hemen hepsinin edebiyatın nazım kısmı üze¬
rinde durmaları dikkat çeker. Nazmın “padişah”, nesrin de “halk” olarak
görüldüğü klasik zihniyetin devamı olarak modern dönemde yapılan aka¬
demik çalışmalar da nazım yönünden ağır basmaktadır. İkinci hatta üçün¬
cü sınıf şairlerin divanlarının neşredildiği günümüzde daha vahim bir
durum, zaten az sayıda olan nesir çalışmalarının konularıdır. Bilindiği
gibi klasik edebiyatımızda nesir denildiği zaman ilk akla gelen türler şâir
tezkireleri, şerhler, tarihler gibi eserlerdir. Yapılan araştırma ve inceleme¬
lerin de hemen hepsi bu türden eserler üzerinedir. Örneğin Mine
Mengi’nin klasik edebiyat nesrini ele aldığı bir yazısının neredeyse üçte
birlik bölümünü şâir tezkireleri oluşturur. Aynı yazıda hikâye türünün
örnekleri verilirken çok bilinenlerin isimleri anılmış, bazılarına da çok
kısa açıklamalar yapılarak çok dar bir yer ayrılmıştır (Mengi 2007: 43-
76)2. Fahir İz’in 650 sayfalık nesir antolojisinde mensur hikâyelerin sade¬
ce 40 sayfalık bir yer tutması, günümüzde klasik hikâyeler üzerinde ne
kadar az durulduğunun bir başka göstergesidir3.

Klasik hikâye ile ilgili olarak yapılan akademik tezler ve çalışmala¬
rın azlığı bir yana, elimizde tam bir hikâye envanteri bile mevcut değildir.
Bu konuda kayda değer en önemli çalışmalar Agâh Sırrı Levend’in araş¬
tırmaları ile Hasan Kavruk’un doktora tezidir. Kavruk, söz konusu çalış¬
masında ulaşabildiği bütün mensur hikâye kitaplarını incelemiş, konula¬
rını tespit etmiş ve nüshalarının bir dökümünü yapmıştır. Bir doktora
tezinin emeğinden çok daha fazlasının sarf edildiği anlaşılan bu çalışma¬
yı, klasik hikâye geleneğimizin günümüz araştırmacılarına sunulması
açısından bir kilometre taşı olarak görmek abartılı bir hüküm olmasa
gerektir. Diğer yandan mensur hikâye metinlerinin neşri açısından da
oldukça kısır kalındığım da kabul etmek gerekir. Bu konuyla ilgili olarak
üniversitelerde yapılan birkaç doktora tezi ile birkaç hikâye yayınından
başka bir metin dikkat çekmemektedir.

Buraya kadar ifade edilenlere dayanılarak, bugün klasik hikâyemiz
hakkında hâlâ çok az bilginin olduğunu ve bilinen birçok şeyin de tama¬
men önyargılara dayandığı rahatlıkla söylenilebilir. Çünkü söylenen bir¬
çok şey, geçmişte söylenmiş olan bazı ifadelerin ya aynısı ya da kısmen
şekil değiştirmiş halleridir. Yeni bir bilgi ortaya konulmadığı sürece eski
bilgilerin -yanlış da olsa- geçerliliğini koruduğu herkes tarafından bilinen
bir gerçektir. Bundan dolayı kimseyi bazı eksikliklerle itham etmek doğru
değildir. Önemli olan, geç de olsa doğru bilgiye ulaşmaktır. Tekrar başa
dönülürse, modern anlamda hikâye türünün edebiyatımıza Tanzimat dö¬
nemiyle girdiğini düşünenlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların arasında
klasik edebiyat uzmanlarının da bulunması dikkat çekicidir. Bu alanın en
önemli isimlerinden biri olan Hasibe Mazıoğlu,
“Divan Edebiyatında
Hikâye
” isimli makalesinde edebiyatımızda modern hikâyenin Tanzimat
dönemiyle birlikte başladığını belirtir (Mazıoğlu 1992: 19). Aynı yazının
son kısmında “sonuç” başlığı altında klasik hikâyenin modern hikâye
teknikleri açısından eksiklikleri sıralanarak makalenin başlangıcındaki
fikirler desteklenmeye çalışılmıştır (Mazıoğlu 1992: 33-34).

Hikâye edebî türünün edebiyatımıza Tanzimatla beraber girdiğini
düşünenlerin en önemli dayanağı, klasik hikâyenin daha çok bir masal
karakteri taşımasıdır. Cinler, periler, canavarlar gibi olağanüstü yaratıkla¬
rın hikâyelerde sık sık kendine yer bulması ve sıra dışı tesadüflerin birbiri
ardınca meydana gelmesi, bundan dolayı hikâyelerde işlenen olayların
okur üzerindeki inandırıcılık etkisinin azalması klasik hikâyenin modern
hikâyeye göre en önemli eksikliği olarak görülmektedir. Teknik olarak
olay kurgusunun zayıflığı, tasvirlerin sığ olması veya hiç olmaması, tah¬
lillerin yokluğu ise yapılan diğer eleştirilerdir. Bu dönem hikâyeciliği
aynı zamanda sosyal bir temelden de yoksundur. Günlük olaylardan ve
sıradan insanlardan uzak kalması, onlarla herhangi bir ilgisinin olmayışı
da dikkat çeken ifadelerdir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “şark hikâyesi” olarak isimlendirdiği kla¬
sik hikâyemizin gerçekçilikten uzak bir görünüş sergilediğini ve esas
karakterinin “harikulâde” olduğunu söyler. Tanpınar’a göre ilk yerli hi¬
kâye örneklerine Ahmed Midhat Efendi’nin
Kıssadan Hisse ve Letâif-i
Rivâyât
adlı eserlerinde rastlanır (Tanpınar 1988: 289). Ona göre hariku¬
lade, şark hikâyesinin realiteyi inkâr eden, hatta reel fikrini dağıtan kolay¬
lık mekanizmasıdır. Bu hârikulâdelik yüzünden şark hikâyesi folklor
sınırı içinde kalmıştır (Tanpınar 1988: 26-27). Pertev Naili Boratav, kla¬
sik hikâyeyi modern anlamda roman veya hikâyeden ayıran en önemli
eksikliğin rasyonalitenin yokluğu olduğunu söyler. Boratav’a göre mo¬
dern roman ve hikâye rasyonalizme (akılcılığa) dayanır (Tökel 2000: 45¬
46). Kenan Akyüz ise klasik hikâyenin belli bir sisteminin bulunduğunu,
bu sistemin de daha çok masala yakın olduğunu söyler. Hatta neredeyse
hacimli ve gelişmiş masal olduğuna hükmeder:

“Vakanın kuruluşunda, çoklukla, masallarda olduğu gibi bir za¬
man ve mekân karışıklığı ve belirsizliği bulunduktan başka, gerçe¬
ğe aykırı veya çok aşırı olaylar da yer alır. Kahramanlar ise, hep
aynı şahıslardır; hayatla ve çevre ile hiçbir ilgileri yoktur. Bu kah¬
ramanların arasına yine masallarda olduğu gibi cinler, periler,
cadılar da karışır. Tasvirler -genel olarak- aşırı derecede sübjektif
olduğu gibi, bunlara Divan şiirinin bütün klişe benzetmeleri de gi¬
rer. Manzum hikâyelerdeki mazmun hâkimiyeti, mensur hikâyeler¬
de yerini seci’e terk eder. Gözleme ve gerçekçiliğe yer vermeyen
bu hikâye ve romanlarda dil çok ağırdır ve psikolojik tahlillere de
rastlanmaz. Bu durumları ile ancak, hacimli ve gelişmiş bir masal
olarak kabul edilebilirler"
(Akyüz 1990: 68).

Modern hikâyenin Tanzimat dönemiyle başladığı konusunda birle¬
şen araştırmacılar, bu türün ilk yazarı ve eseri üzerinde farklı görüşler
ifade ederler. Bu konu üzerinde çeşitli incelemeler yapan araştırmacılara
göre Giridli Aziz Efendi’nin
Muhayyelât’ı (Duymaz 2000: 64), Nâbizâde

Nâzım’ın Karabibik’i (Lekesiz 2000: 19-20; İnci 2006: 34),
Samipaşazâde Sezâi’nin
Küçük Şeyler’i (Özgül 2000: 38), Emin Nihad’ın
Müsâmeretnâme’si (Çağın 2006: 103) modern hikâyenin ilk örnekler
arasında sayılırlar. Bu eserlerden özellikle
Muhayyelât, birçok akademis¬
yen tarafından öne çıkarılmıştır. Bu öne çıkarmaya ilişkin olarak modern
hikâyenin ilk öncülerinden biri olduğu, olağanüstü masal unsurları taşı¬
masına rağmen tahkiye tekniğinin sağlamlığı gibi özelliklerinden dolayı
modern hikâyenin ilk örneği sayılmıştır. Fakat birçok araştırmacının ak¬
sine Tanpınar,
Muhayyelât’ı o kadar başarılı bulmaz ve çok okunmasının
tek sebebi olarak matbaada basılmasını gösterir (Tanpınar 1988: 26).
Recep Duymaz da
Muhayyelât’ ı “yeni (gerçekçi) hikâyemizin ne zaman
ve nasıl bir ortamda başladığım göstermesi” açısından önemli bir yere
koyar (Duymaz 2000: 64). Duymaz’a göre
Muhayyelât’ ın anlatı gelene¬
ğimizde yerini doğrulukla saptayabilmek için bir klasik hikâye metnine
ihtiyaç vardır. Bu şekilde
Muhayyelât’ın kıymeti daha iyi anlaşılacaktır.
Araştırmacı bu karşılaştırma için hemen hemen aynı yıllarda yazılmış
olan bir metne,
Hüsn ü Aşk’a başvurur. Bu şekilde “yeni” hikâyenin tem¬
silcisi olarak
Muhayyelât, “eski” edebiyatın temsilcisi olarak da Hüsn ü
Aşk
alınarak bir kıyaslama yoluna gidilmiş ve bu kıyas yoluyla Hüsn ü
Aşk
örneğinde eski hikâyenin bütün özellikleri ve eksiklikleri bir çırpıda
ortaya çıkarılmıştır. Buna göre
Hüsn ü Aşk’ta bütün eski hikâyelerin belli
kalıplara sokulmuş özellikleri bulunmaktadır. Hasibe Mazıoğlu’nun yazı¬
sında maddeler halinde sıraladığı “Divan Edebiyatı döneminde yazılmış
olan hikâyelerimizin çağdaş hikâye tekniği açısından eksiklikleri”ni Re¬
cep Duymaz, vaka-şahıs kadrosu- zaman- mekân çerçevesinde
Muhayyelât ve Hüsn ü Aşk’ı örnek metinler olarak seçip ele almıştır.

Klasik hikâye ile modern hikâye arasında bu şekilde bir genelle¬
menin yanlışlığı konusunda bir şeyler söylemek gerekmektedir. Bir eser¬
den yola çıkarak bütün bir edebiyat geleneğini bir kalıba sokmak son
derece yanlış bir yoldur. Örnek olarak seçilen
Hüsn ü Aşk, şekil ve dış
özellikler bakımından klasik bir mesneviden pek fazla bir farkı olmama¬
sına rağmen teknik ve kurgu bakımından çağının ötesine geçmiş bir eser¬
dir4. Ayrıca
Hüsn ü Aşk’ ın tamamen sembolik ve alegorik anlatımı, esere
realite açısından yaklaşılmasını da engeller.
Hüsn ü Aşk’ta anlatılmak
istenen şey, gerçek hayattan alınan bir hikâye kurgusu değil tasavvufî bir
seyr ü sülûktur. Konu olarak tasavvufî bir yolculuğu anlatan birçok örne¬
ğinden
Hüsn ü Aşk’ı ayıran, onun kurgu ve tekniğidir.

Üzerinde anlaşılamayan konulardan birisi de klasik edebiyat ürün¬
lerimizden olan manzum hikâye veya mesnevilerin modern anlatılarla
olan ilişkileri veya modern anlatı çözümlemek tekniklerin klasik anlatıla¬
ra uygulanabilirliği üzerinedir. Bu konuda bazı bilim insanları her devrin
kendi edebî gelenek, düşünce ve anlayışına uygun metotların kullanılması
yani klasik dönem eserleri için klasik şerh ve inceleme metotlarının kul¬
lanılması gerektiğini, modern metotların yalnızca modern anlatı türleri
için kullanılabileceğini savunurken bazıları da tam tersini, modern anlatı¬
larla klasik anlatıların aynı yol takip edilerek değerlendirilebileceğini
söylemişlerdir.

Temel anlamda mesnevi nazım şekliyle yazılan anlatılar, günü¬
müzde birçok bilim insanı tarafından kendi geleneği içinde modern anla¬
tıların karşılığı veya örneği olarak görülmektedir. Örneğin Şerif Aktaş,

“Biz burada Hüsn ü Aşk’ın roman olduğunu iddia etmeye¬
ceğiz. Ancak, mesnevilerin belirli bir dönemde toplumumuzda ro¬
man ihtiyacını karşılayan edebî nevilerden biri olduğunu söyle¬
mekten de çekinmeyeceğiz. Çünkü bir metni, arz ettiği yapı ve muh¬
teva özellikleri, varlık sebebi dikkate alınarak gruplandırmak gere¬
kir. Böyle bir tasnifte mesnevilerin romanların yanında yer aldığını
görürüz.”
(Aktaş 1995: 123)

ifadelerini kullanmaktadır. Aynı şekilde yine Hüsn ü Aşk üzerine araştır¬
ma yapan Victoria R. Holbrook da Şeyh Galib’in daha uzun yaşamış
olsaydı belki de “modern”i icat edebileceğini söyler ve
Hüsn ü Aşk’ı son¬
radan ithal edilecek bir nesir türünün atası sayılabileceği ihtimalini belir¬
tir (Holbrook 1998: 206-207). Aynı eser hakkında Necmettin Türinay da
şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Hüsn ü Aşk, her şeyden önce mesnevi tarzında kaleme alın¬
mış klasik bir hikâye ve romandır. Yani şiirden önce hikâye ve ro¬
man!.. daha açık bir ifade ile o, belki bir
“şâirin romanı" olarak
kabul edilebilir. Elbette güçlü ve özgün şiirler kaleme alan Şeyh
Galib, hikâye yazarken eserine, eserinde ortaya koyduğu kişilere,
onları tahlil ettiği bölümlere şiiriyet yüklü bir hava da verecek de¬
mektir. Nitekim yaptığı da bundan başka bir şey değil! Aradaki
fark, Galib’in bu romanını nesirle değil de klasik devirlerin anlat¬
ma tarzı olan mesnevi ile kaleme almasıdır. Şimdiye kadar yapılan¬
ların özeti, işte bu yanlışlıkta toplanıyor.”
(Türinay 1995: 89).

Mehmet Kahraman da Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u üzerine yap¬
tığı incelemede “Türk roman tarihinin 1870’li yıllarda “batılı anlamda”
romanların gündeme gelmesi ile başlatılması fikri üzerinde yeniden dü¬
şünmenin gerektiğini söylemektedir. Ona göre klasik mesnevilerimiz de
birer roman olarak görülebilir ve roman inceleme metotlarıyla incelenebi¬
lir (Kahraman 2000: 295).

Aynı şekilde bir diğer modern edebî tür olarak görülen hikâye ile
ilgili benzer düşünceler de bulunmaktadır. Mesnevilerdeki küçük hikâye¬
lerin veya bazı kasidelerin nesib bölümlerindeki hikâyelerin modern kısa
hikâye tekniğine yakın olduğu düşüncesinde olanlar da vardır. Nedim’in
kaside nesiblerindeki hikâyeler üzerine bir inceleme yapan Tunca
Kortantamer, bu parçaların modern anlatıya yakın olduğunu ve Nedim’in
bu hikâyeleri manzum değil de mensur ele almış olsaydı onu Türk mo¬
dern hikâyesinin öncüleri arasında saymanın gerekeceğini ifade eder.
(Kortantamer 1993: 397). Yine Kortantamer’in Atâyî’nin
Hamse’si üze¬
rine incelemesinde hamseyi oluşturan mesnevilerde bulunan hikâyelerin
kurgu, olay örgüsü ve gerilim bakımından sık sık çağdaş bir küçük hikâ¬
yenin özelliklerini taşırlar (Kortantamer 1997: 369). Klasik mesnevi kalı¬
bı içinde
giriş ve sonuç kısımları arasında yer alan ve dâstân benzeri adla
isimlendirilmiş olan bölümler tek başlarına olay kurgusu, mekân, şahıs
kadrosu vb yönlerden ele alındığında modern bir roman inceleme metodu
ile incelebilirliği üzerinde yukarıda da belirtildiği gibi denemeler yapıl¬
mıştır. Yine “nefha”, sohbet”, “ravza”, “makale”, “devha” gibi bölümler¬
den oluşan ve her bölümün ardından bir kısa hikâyenin anlatıldığı mesne¬
vilerdeki hikâyeler de modern hikâye teknikleriyle pekâlâ incelenebilir,
ele alınabilir.

Metin olarak ortaya çıkarılmış bulunan klasik hikâye örneklerinin
sayıca çok az olmasına rağmen hikâye türünün tarihsel gelişimi hakkında
sınırlı sayıdaki bu metinler yolu aydınlatacak mum ışıkları olarak görüle¬
bilir. Bundan yola çıkarak, var olan sınırlı malzemeyle yukarıda bahsedi¬
len klasik hikâyenin çağdaş hikâyeye göre iddia edilen eksikliklerinin ne
kadarının gerçekten bir eksiklik olabileceğine dair bir çeşit cevap veril¬
mesi düşünülmektedir.

Olay

Klasik hikâye hakkında yapılan en önemli eleştirilerden biri, olay¬
ların muhayyel olması, vakanın olağanüstü rastlantılarla dolu olması ve
aşırı bir abartı bulunmasıdır.

Klasik hikâyenin konusunun muhayyel olması, modern hikâyenin
tamamen gerçek ve yaşanmış olayları ele aldığı düşüncesini ortaya koy¬
ması açısından dayanaktan yoksun bir iddia olmaktan öteye gidemez.
Olayın muhayyel olması, gerçekdışılık, olağanüstülük açısından değer¬
lendirecek olursak elbette klasik hikâyemizde masalsı, olağanüstü unsur¬
lar taşıyan hikâyelerin bulunduğu inkâr edilemez. Fakat gerçeklik veya
gerçekçi olma yani yaşanılan hayata uygun olup olmaması gibi bir kriter¬
le yapılan bir değerlendirme edebî eserin değerini düşürmez veya yücelt¬
mez. Eğer böyle bir hükme ulaşılacaksa fantastik unsurlarla örülü
postmodern hikâyelerin (örneğin Nazlı Eray’ın hikâyeleri) edebî değeri
konusunda da aynı yargıya ulaşmamız gerekmektedir. Ayrıca Türk klasik
hikâye geleneğinde gerçekçi özellikler taşıyan ve vaka özellikleri açısın¬
dan modern hikâyeyle birçok benzerliği görülen sayısız hikâye bulun¬
maktadır. Bu tür hikâyelerde günlük hayatlarını devam ettiren insanların
başlarına gelen ve olağanüstü hiçbir özelliği bulunmayan olaylardan bah¬
sedilir ve modern hikâyeci tarafından ele alınabilecek konular da oldukça
yaygındır. Bu yönüyle klasik hikâyenin modern olandan pek fazla bir
farkı yoktur.

Klasik hikâye örnekleri hakkında “olağanüstü rastlantılara yer
vermek” gibi genellemeye gitmek imkânsızdır. Sıradan insanların başla¬
rına gelen olaylardaki rastlantıların birçoğu günlük görülebilen rastlantı¬
lardandır. Bazı hikâyelerde abartı veya göze batan olağanüstü bir rastlantı
bulunabilir. Ama bunlar, bütün bir edebî geleneğe uygulanarak bir genel¬
leme yapılacak yeterlilikte değillerdir. Cinânî’nin
Bedâyiü’l-âsâf ında ve
Nev’î-zâde Atâyî’nin
Hamsesini oluşturan mesnevilerdeki birçok hikâye
sıradan insanların başlarına gelebilecek türden olaylardan bahsetmektedir.

Şahıs Kadrosu

Bu konuda klasik hikâye geleneğine yapılan eleştiriler hikâyeler¬
deki şahıs kadrosunun dar olması, olaylardaki kahramanların hep üst
tabakadan insanlardan oluşması, olağanüstü yaratıklara yer verilmesi
olarak özetlenebilir.

Yapılan bu eleştiriler genel olarak Hüsrev ü Şirin, Leyla vü Mec¬
nun, Yusuf u Züleyha, Süheyl ü Nevbahar
gibi iki kahramanlı mesneviler¬
de geçerli olsa da onları bütün hikâye metinlerine yaymak doğru değildir.
Birçok hikâyede toplumun her tabakasından insanların yer aldığı ve
önemli roller oynadıkları görülmektedir. Sıradan köylüler, esnaflar, as¬
kerler, eşkıyalar, kadılar, valilerden sadrazamlar ve padişahlara kadar
toplumun her kesiminden kahramanlar klasik hikâyenin şahıs kadrosu
içinde yer alırlar. Ayrıca hikâyelerde ana kahramanlarla beraber ikinci
derecedeki kahramanların da olay örgüsünde önemli rolleri vardır. Klasik
hikâyedeki her şeyin sistemli bir şekilde işlenmesi burada da görülür.
Nev’i-zâde Atâyî’nin
Nefhatü’l-ezhâr adlı mesnevisindeki bir hikâye,
klasik hikâye geleneğinde şahıs kadrosunun ne kadar geniş olduğuna bir
örnek olarak gösterilebilir. Bu hikâyede eşini görmeden evlenen bir ada¬
mın annesi, eşi ve cariyesi arasında meydana gelen olaylar konu edilir
(Kortantamer 1997: 194-195; Ünlü 2007: 244-247). Bu ana kahramanla¬
rın yanında ikincil kahramanlar da hikâyede yerlerini alırlar. Bu kahra¬
manlar aynı zamanda gerçek hayattan alınmış şahsiyetlerdir. Bu hikâye¬
nin konusunun Şinâsi’nin
Şâir Evlenmesi adlı piyesinin konusuyla olan
benzerliği de dikkat çekicidir. Her iki eserde de damat adayları kendileri¬
ne gösterilen kızlarla değil de başka kızlarla evlendirilirler.

Zaman

Klasik hikâyelerde zamanla ilgili eleştiriler, onun son derece geniş
ve belirsiz bir şekilde kullanılması şeklinde olmaktadır. Hikâyelerdeki
olayların akışı esnasında zamanın ölçülmesi veya hissedilmesi açısından
çok önemli bir veri bulunmamaktadır, bu hikâyelerde zamanın işleyişi
göreceli bir şekilde olmaktadır. Klasik hikâye geleneğine ait örnekleri
incelediğimizde bunların birçoğunda zamanın akışı belirgin bir şekilde
hissedilir. Gün içindeki güneşin veya ayın durumları (örneğin temcit,
kuşluk, akşam, gece) ile namaz vakitleri (sabah namazı, öğle, ikindi, ak¬
şam ve yatsı vakitleri) olayların zamanı açısından önemlidir. Ayrıca hi¬
kâye kahramanlarının seyahat ederken geçen zaman da gerçeğe uygun
olmaktadır. Örneğin Cinânî’nin bir hikâyesinin kahramanları Edirne’den
İstanbul’a beş günde gelirler. Bu seyahatte geçen zaman, dönemine göre
gayet mantıklı ve gerçekçi bir süredir.

Klasik hikâye örneklerinin birçoğunda sosyal zamanın belirlenmesi
mümkündür. Bunların birçoğunda hikâyenin giriş kalıplarında olayın
geçtiği dönemle ilgili olarak yaklaşık bir tarih yürütmek mümkün olmak¬
tadır. Bu kalıplarda genellikle bir padişahın ismi verilerek olayın onun
saltanatı döneminde geçtiği okuyucuya aktarılır.
“Sultan Selîm-i Sâni
zamân-ı saltanatında...
veya “Hârunu’r-reşîd serîr-i hilâfetinde...” gibi
ibarelerle okuyucu olayın geçtiği devri zihninde canlandırır. Hikâyelerde
devrin sosyal hayatıyla ilgili bilgilerin yanında günlük hayatın akışı ve
bazı folklorik malzemelerin verildiği de görülür.

Mekân

Şimdiye kadar söylenenlere göre klasik hikâyelerde bazı genel
isimlerin dışında (Çin, Hind, Semerkand, Bağdad vb. mekân muhayyel¬
dir. Mekân çok geniş ve belirsiz bir şekilde kullanılmıştır. Kahramanların
mekânda “uzaklık” gibi bir sorunları yoktur. Gitmek istedikleri yere bir
şekilde çok kısa bir sürede ulaşabilirler.

Klasik hikâye geleneğinde birçok hikâyede olayın geçtiği ülke, şe¬
hir, semt ve mahalle isimleri verilerek gerçek hayatla olan münasebetleri
gösterilir. Hikâyelerde cami, saray, çarşı, hamam gibi küçük mekânların
isimleri bile zikredilerek âdeta günümüze nazire yaparcasına klasik hikâ¬
ye geleneğinin gerçek hayatla ne kadar barışık ve onunla iç içe olduğunu
gösterir. Bunun yanında bu küçük mekânların odaları, mutfak ve kilerleri,
avluları da hikâyelerde kendine yer bulur. Bu yönlerden klasik hikâyeye
bakıldığında mekânın tamamen realist çizgiler taşıdığı görülecektir.

Dil ve Üslûp

Klasik hikâyenin dil ve üslûbunun son derece ağır, zincirleme ter¬
kiplerden oluşan yapay bir dil olduğu, sanat gösterme kaygısı yüzünden
anlaşılmaz bir hale geldiği yönünde tenkitler bulunmaktadır. Bu tenkitle¬
rin bir yönden haklılık payı vardır ve özellikle münşiyâne üslûpları bulu¬
nan Veysî ve Nergisî gibi şahsiyetlerin eserlerinde bu türden özellikler
ağır basmaktadır. Bu tür eserlerde esas, sanat göstermektir. “Seci”lere
dayanan divan nesrinin bütün hünerleri ve özellikleri bu hikâyelerde yer
alır. Öyle ki “tetabu-ı izafat” denilen zincirleme tamlamalarla, bileşik
isim ve sıfatlardan örülen bu karışık cümleler ve kelime oyunlarıyla dolu
cümlecikler arasında anlam kaybolur (Levend 1967: 91).

“Dar bir çevrede kalan” (İz 1964: X) bu tür örneklerin yanında ço¬
ğu mensur hikâye metni “orta nesir” hatta “sade nesir” sınıfına girecek
özellikler taşımaktadır. Hikâyelerin ekseriyeti sade bir dille, herkesin
anlayabileceği bir tarzda yazılmıştır. Süslü nesirle, ağdalı bir dille yazıl¬
mış hikâye sayısı pek fazla değildir (Kavruk 1998: 9). Türk nesir (aynı
zamanda hikâye) ustalarının çoğu, özellikle toplumuna söyleyecek sözü
olan yazarlar, eserlerini mutedil bir dille aydınların ve halkın şekilde ele
almışlardır (İsen vd. 2002: 118). Buna rağmen birçok akademik incele¬
mede, hatta üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan kitaplarda bile bu
sınırlı sayıda olan bu eserlerin dil ve üslup sürekli olarak ön planda tu¬
tulmakta ve klasik edebiyat ürünlerinin yabancı dillerden alınma kelime
ve terkiplerle örülü olduğu iddia edilmektedir. Bu iddialara da dayanak
olarak ne hikmetse dönüp dolaşıp aynı eserlerden örnekler verilmektedir.

Şimdiye kadar ifade edilenlerle birlikte Hasibe Mazıoğlu’nun, “Di¬
van Edebiyatında Hikâye
” adlı yazısının son kısmında maddeler halinde
sıraladığı klasik hikâyenin özellikleri şu şekilde yeniden düzenlenebilir:

1.    Klasik edebiyatın gerek manzum, gerekse mensur hikâyelerin¬
deki dil sorunu kısmen var olmakla birlikte bu sorun onların geniş kitleler
tarafından okunmasına mani olmamıştır.

2.    Birçok hikâyede mekân en küçük birimine kadar verilir, okuyu¬
cu bu mekânın gerçekliği veya olabilirliği konusunda herhangi bir tered¬
düt yaşamaz. Zaman ise izafi değil, yaşanan ve akıp giden gerçek zaman¬
dır.

3.    Kahramanların karakterleri, çevreleri ile ilişkileri üzerinde yapı¬
lan psikolojik tahliller modern hikâyedeki kadar yoğun olmasa bile eserde
hissedilir. Bazen bir kelime bile kahramanların psikolojilerini anlamaya
yardımcı olabilir. Kahramanlar ya hep iyi yahut hep kötü kişilerden
oluşmaz. Olay içinde özellikle ikincil rollerde bulunan kahramanların
rolleri bu yönden değişebilmektedir.

4.    Hikâyelerin bazılarında gerçeküstü olaylar ve güçler, cinler, pe¬
riler, büyücü cadılar gibi masal unsurları bulunur. Ama bu tür hikâyelerin
yanında gerçekçi, realist çizgileri ağır basan, orijinal telif hikâyelerin
varlığı azımsanmayacak kadar fazladır.

5.    Divan Edebiyatı anlayışı ile yapılan tasvirler çoğunlukla soyut
tasvirlerdir, hikâyeyi süslemek amacıyla yapılmıştır. Bunun yanında bazı
eserlerde mekânın veya kişilerin en ince ayrıntısına kadar detaylandırıldı-
ğı ve ele alındığı tasvirleri görmek mümkündür.

6.    Hikâyelerde olayın kahramanlarının sosyal hayat içindeki fonk¬
siyonları, oynadıkları rolleri, diğer insanlarla olan münasebetleri metne
aktarılır. Kahramanın sadece olayı ilgilendiren özellikleri değil başka
özellikleri de hikâyeye yansıtılır.

7.    Yaşanan hayatın her çeşit olayları ve tipleri bu hikâyelere gir¬
miştir. Hikâyelerdeki tipler toplumun her kesiminden çok değişik karak¬
terden insanlardan oluşabilir. Dilencilerden padişahlara, askerlerden eşkı¬
yalara, köylüden esnafa kadar yaşanan sosyal hayatın tüm tipleri hikâye¬
lerde kendine bir yer bulmuştur.

Her alanda olduğu gibi Türk toplumunun büyük değişikliklerle ta¬
nıştığı Tanzimat döneminde elbette edebî anlamda da büyük değişiklikler
meydana gelmiştir. Batıdaki edebî akımları ve hareketlerin ortaya çıkması
ve yayılması sonucu Türk edebiyatında da önce romantizm sonra da rea¬
lizmin etkisiyle önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Bu dönemde
özellikle Fransız edebiyatının etkisi altında kalarak onların edebî anlayış¬
larını edebiyatımıza taşıyan aydınlar bunda büyük pay sahibi olmuşlardır.

Edebî anlayışın değişmesi, eserlerin şekil ve tekniklerinde de bir
değişime yol açmıştır. Ama meydana gelen bu değişimi yorumlamada
belirleyici olan tür ve şekilden ziyade eserlerin taşıdıkları edebî değer,
vermek istedikleri mesaj veya konunun, eserin temel özelliği olan insan¬
daki bireyselliği ele alma gibi özellikleri yönünden değerlendirilmesi,
yorum farklılığına yol açacak öznel kıstaslar yerine eseri daha evrensel
yönleriyle ele almak klasik edebiyatın değerinin daha iyi bir şekilde anla¬
şılmasına yardımcı olacaktır. Yoksa modern araştırmacının eseri sadece
dili ve şekli yönüyle ele alarak eski geleneği ya da klasik edebiyatı yok
saymaya çalışması veya bazı özelliklerinin (ya da yeni olana göre eksik¬
lik olarak algılananların) ön plana alınıp diğer özelliklerinin görmezden
gelinmesiyle yapılamaz. Örneğin yukarıda söz edilen
Muhayyelât-Hüsn ü
Aşk
mukayesesinin yazarının Hüsn ü Aşk’ ın dil ve üslûp özelliklerine
değinirken kullandığı ifade bizce maksadını aşan bir söz olmakla birlikte
modern araştırmacının klasik edebiyata ve ürünlerine olan bakış açısını
özetler gibidir:

“Hüsn ü Aşk’ın orijinal metnini mesleği yükseköğretim kurumla-
rında ömür boyu Eski edebiyat okutmak olan öğretim üyelerinin
dışında herhangi bir edebiyatseverin okuyup anlaması mümkün
değildir"
(Duymaz 2000: 69).

Sonuç

Sonuç olarak; hep ihmal edilmesine, ikinci sınıf bir edebiyat dö¬
nemi olarak görülmesine veya ömrünü tamamlamış bir edebiyat geleneği
olarak dikte edilmesine karşın klasik edebiyatın modern edebiyata kay¬
naklık ettiği kesin bir olgudur. Son birkaç on yıldır özellikle post modern
anlatı adını verebileceğimiz anlatılarda bu daha belirgin olarak karşımıza
çıkmaktadır (Özgül 2000: 49). Bu durumda yapılacak olan, şimdiye kadar
üzerinde pek durulmamış olan klasik hikâye metinlerinin neşredilip bu
metinlerden hareketle klasik hikâye geleneğinin özelliklerini ve modern
hikâye ile olan benzerlik-farklılıklarını ortaya çıkarmak, şimdiye kadar
söylenegelen klişelerin ne kadarının doğru olduğunu göstermek olacaktır.
Artık biliyoruz ki klasik gelenekte “hikâye” adı altında verilen birçok
metin, modern edebiyatta kullanılan “hikâye” türünün özelliklerini taşı¬
maktadır. Bunu da ortaya koymak artık akademisyenlerin boynunda bir
borç olarak görülmeli ve kabul edilmelidir.

KAYNAKÇA

AKTAŞ, Şerif (1995), “Bir Anlayışın Romanı”, Şeyh Galib Kitabı, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul,
s. 123-130.

AKYÜZ, Kenan (1990), Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul.

ÇAĞIN, Sabahattin (2006), “Soğuk Kış Gecelerinden Gelen Müsameretnâme”,
Eşik Cini, S. 2, Mart-Nisan, s. 102-103.

DUYMAZ, Recep (2000), “Muhayyelât’ın Anlatı Geleneğimizdeki Yeri”, Hece,

S. 46-47, s. 64-72.

HOLBROOK, Victoria R. (1998), Aşkın Okunmaz Kıyıları: Türk Modernitesi ve
Mistik Romans
(çev. Erol Köroğlu- Engin Kılıç), İletişim Yayınları,
İstanbul.

İNCİ, Handan (2006), “İnce, Oldukça Kıymetli, Biraz Çabuk Yapılmış, Fakat
İnşaatı Bitmeden Yarım Kalıvermiş Bir Köprü: Nâbizâde Nâzım”,
Eşik
Cini,
S. 1, Ocak-Şubat, s. 33-37.

İSEN, Mustafa vd. (2002), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yayınları,
Ankara.

İZ, Fahir (1964), Eski Türk Edebiyatında Nesir, Osman Yalçın Matbaası, İstan¬
bul.

KAHRAMAN, Mehmet (2000), Leyla ve Mecnun Romanı, KB, Ankara.
KAVRUK, Hasan (2000)
El-ferec Ba’de’ş-Şidde, C. I, Kubbealtı Yayıncılık

TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ
Malatya.

KAVRUK, Hasan (2004) El-ferec Ba’de’ş-Şidde, C. II, Kubbealtı Yayıncılık,
Malatya.

KAVRUK, Hasan (1998), Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikâyeler, MEB
Yayınları, İstanbul.

KIZILTAN, Mübeccel (1991), Kırk Vezir Hikâyeleri, (İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul.

KORTANTAMER, Tunca (1993) “Nedim’in Manzum Küçük Hikâyeleri”, Eski
Türk Edebiyatı-Makaleler-I,
Akçağ Yayınları, Ankara, s. 391-412.

KORTANTAMER, Tunca (2004), “Türk Edebiyatında “Gelenek ve Modernlik”
Tartışmaları Üzerine”,
Eski Türk Edebiyatı-Makaleler, Kültür Bakanlığı,
Ankara, s. 100-113.

KORTANTAMER, Tunca (1997), Nev’î-zâde Atâyî ve Hamse’si, Ege Üniversi¬
tesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir.

LEKESİZ, Ömer (2000), “Öykücülüğümüzde Dönemler”, Hece, S. 46-47, s. 18¬
26.

LEVEND, Agâh Sırrı (1967), “Divan Edebiyatında Hikâye”, Türk Dili Araştır¬
maları Yıllığı-Belleten,
Türk Dil Kurumu, Ankara, s. 71-117.

MAZIOĞLU, Hasibe (1992), “Divan Edebiyatında Hikâye”, Doğumunun Yü¬
züncü Yılında Ömer Seyfettin,
Ankara, s.19-36.

MENGİ, Mine (2007), “Eski Türk Edebiyatında Nesir: Gelişimi ve Kaynakçası”,
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C. 5, S.10, İstanbul, s. 43-76.

ÖZGÜL, M. Kayahan (2000), “Hikâyenin Romanı”, Hece, S.46-47, s. 33-41.

TOSKA, Zehra (1989), Türk Edebiyatında Kelile ve Dimne Çevirileri ve Kul
Mesut Çevirileri,
(İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayım¬
lanmamış Doktora Tezi), İstanbul.

TÖKEL, Dursun Ali (2000), Zihniyet ve Kaynakları Açısından Hikâyemize
Bakmak”
Hece, S. 46-47, s.42-52.

TÜRINAY, Necmettin (1995), “Klâsik Hikâyenin Son Merhalesi: Hüsn ü Aşk”,
Şeyh Galib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire
Başkanlığı Yayınları, İstanbul, s. 87-122

ÜNLÜ, Osman (2007), “Ömer Seyfettin’in “Tos” Hikâyesinde Klâsik Kısa Hi¬
kâye Geleneği Etkileri”,
Ege Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştır¬
maları Dergisi
, S. XIII, İzmir, s. 235-250.

YAĞCI, Şerife (2001), Süheylî’nin Acâ’ibü’l-Meâsir ve Garâ’ibü’n-Nevâdir’i -
Metin ve Küçük Hikâye Üzerine Teorik Bir İnceleme-,
(Ege Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi), İzmir.

1

Konumuzla çok yakın bir ilgisi, hatta iç içe olan “eski-yeni”, “gelenek-
modem” tartışmaları ile ilgili olarak Prof. Dr. Tunca Kortantamer’in proble¬
mi büyük bilgi birikimi ve titizliğiyle ele alan yazısına göndermede buluna¬
cağız. Tunca Kortantamer: “Türk Edebiyatında “Gelenek ve Modernlik” Tar¬
tışmaları Üzerine”,
Eski Türk Edebiyatı-Makaleler, s. 100-113, ayrıca Kitap¬
lık,
S. 38, Güz 1999, s.162-174. Makalenin e-kitap formuna ise http://www.
kultur.gov.tr/TR/dosya/1-20270/h/eskiturkedebiyati.pdf adresin-den ulaşıla¬
bilir. (son erişim tarihi 09.03.2011)

2

   Bu yazıda mensur hikâyelerden sadece Kelile ve Dimne, Hamza-nâme, Bat-
tal-nâme, Dâstân-ı Kırk Vezir, Dede Korkud Kitabı, Veysî ve Nergisî’nin
Hamse’leri verilmiştir.

3

   Yazar bu eserinin 361-402 sayfaları arasında Kelile ve Dimne, Dâstân-ı Kırk
Vezir, El-ferec ba’de’ş-şidde, Nevâdir-i Süheyli,
Nergisî’nin Hamse7si ve
Muhayyelât-ı Aziz Efendi’den örnekler vermiştir.

4

Hüsn ü Aşk’ın bu özelliğiyle ilgili olarak Necmettin Türinay’ın değerli çalış¬
masına bakılabilir (Türinay 1995:87-122)