DİSHARMONİK BİR VARLIK OLARAK İNSAN VE
SABAHATTİN ALİ’NİN
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN ROMANI

TÜBAR-XXX-/2011-Güz/

Dr. Oğuz ÖCAL*

ÖZ: İnsanı insan kılan ve hayvandan ayıran unsurlardan birisi de
disharmonidir. Ölüm, yaşam ve bio-psişe gibi varlığın öğelerinden birisi
olan disharmoni, uyumsuzluk durumunu işaret eden bir kavramdır.
Disharmonik bir varlık olarak insan, sadece bir uyumluluk değil, aynı
zamanda uyumsuzluk varlığıdır da. Uyumsuzluk durumu; insanı ileri iten,
geliştiren, sabit bir noktaya takılıp kalmadan devam ederek değişmesini
sağlayan bir olanaktır. Bir diğer ifadeyle, varlığına temellenmiş olan
disharmoni sayesinde insan, adil davranma veya haksızlık etme, yaşatma
veya öldürme, iyilik etme veya kötülük yapma, sevme veya nefret etme
gibi olanaklardan birisini gerçekleştirebilmektedir. Olanaklar arasından
yapılan seçim ise insanın disharmonik unsurları arasında diyalektik ilişki
kurabilen, onlardan birisini olumlarken diğerini olumsuzlayan bir varlık
olduğunu işaret eder.

Bu yazıda önce, ana çizgileriyle disharmoni kavramı tanımlanmış
ve disharmonik unsurlar arasında kurulan diyalektik ilişki üzerinde du¬
rulmuş; daha sonra ise Sabahattin Ali’nin insanı, varlığının en temel öğe¬
lerinden birisi olan disharmonisi bakımından yakalayan ve işaret eden
içimizdeki Şeytan romanı ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: İnsan, disharmoni kavramı, Sabahattin Ali,
içimizdeki Şeytan.

Man as a Disharmonic Entity and Sabahattin Ali’s Novel the Evil in¬
side Us

ABSTRACT: One of the factors that discriminate man from ani¬
mals is the disharmony. Death, life and bio-psyche as well as disharmony
are the major constructs of human; however it is the disharmony that re¬
flects nonconformity. Human, a disharmonic entity is not only an entity of
conformity but also is an entity of nonconformity. The condition of non¬
conformity is an opportunity pushing him forward and enabling him to

Kırıkkale Üni. Fen-Ed. Fak. TDE Böl. ogzocal@hotmail.com

change by continuing without sticking to a fixed point. In other words,
thanks to disharmony which is attached to his own entity, man can realize
one of the opportunities like treating fairly or doing injustice, keeping
alive or killing, doing a kindness or doing evil, loving or hating. The
choice among the possibilities indicates that man is an entity who can
make a dialectic relation among the disharmonic elements and can affirm
one of these elements while negating the other.

In this text, first of all, the concept of disharmony is defined in its
outlines and the dialectic relationship made among the disharmonic ele¬
ments are emphasized then the novel
içimizdeki Şeytan (the Evil inside
Us) in which
Sabahattin Ali apprehended and indicated man in respect to
disharmony which is one of the main elements of his entity is studied.

Key Words: Man, concept of disharmony, Sabahattin Ali, the Evil
inside Us.

İnsan ve Disharmoni

Hayvan ile insanın varlığı arasında ortaya çıkan karşıt fenomenler¬
den birisi de disharmonidir1. Kant’ın
“antagonizm”, Nietzsche’nin
“dissonanz” kavramlarıyla karşıladığı disharmoni, uyumsuzluk, çatışma
veya harmonik olmama durumunu ifade eden bir kavramdır (Mengüşoğlu
1988: 307). Diğer bir ifadeyle disharmoni, insan bilincinde veya bilinçal¬
tında iyi-kötü, ölüm-yaşam, tinsel-doğal, haz-gerçeklik, yetinme-
yetinmeme gibi karşıt ve birbiriyle uyumsuz fenomenlerin yan yana bu¬
lunması durumudur. Başka bir ifadeyle disharmoni, insandaki birbiriyle
gergin ilişki içinde olan ve birbirine karşı sürekli üstünlük kurmaya çalı¬
şan karşıt unsurların ismidir.

Bir uyumsuzluk veya çatışma durumunu işaret eden disharmoni,
insan için hem bir olanak hem de engeldir. Disharmoni, insan için birçok
şeyi başarır. Bunlardan en önemlisi ise insanı bir olanak varlığına dönüş¬
türmesidir. Disharmonik olduğu için insan, var olanla yetinmez; kendisi¬
ni, dolayısıyla insanı, sürekli daha iyi ve ileriye doğru taşımaya çalışır.
Adaleti sağlaması için devlet kurar; tecrübelerini veya becerilerini gele¬
cek nesillere bırakır; devralıp devrettiğini bilir veya tarihselliğini kurar.
Disharmoninin olumsuz yanı ise insanı, hem kendisinin hem de cinsinin
kurduna dönüştürmesidir. Eğer insan, varlığının olumsuz, yani yıkıcı
yanını öne çıkarırsa, yaşam değil ölüm hükmünü sürmeye başlar. Ölümün
hüküm sürmesi ise Erich Fromm’un ifadesiyle,
“şiddet ve yıkıcılığın yol
alması”
demektir (Fromm 1985: 311-312). Tarihi oluşturan olaylar, genel
olarak savaşlar, yıkıcı eylemler; gündelik hayatın içinde karşılaşılan hak¬
sızlıklar, üstün alta uyguladığı zalimlikler, ötekine yönelik üstten bakışlar
veya küçümsemeler, bir şekilde insanın disharmonik unsurlarından olum¬
suz olanı hayata geçirdiğini işaret eden birer göstergedir. Takiyettin
Mengüşoğlu, disharmoninin insanla ilişkisini ve onun için başardığı hu¬
susiyetleri, kısaca şöyle ifade eder:

“insandaki disharmoni fenomenini, bunun insan başarılarıyla ye¬
teneklerinin gelişmesindeki etkilerini gören ve gösteren ilk filozof
Kant olmuştur. Gerçi Kant, “disharmoni” terimi kullanmıyor, fa¬
kat aynı anlama gelen “antagonizm” kavramını kullanıyor. Kant’a
göre doğa insanı antagonist niteliklerle donatmıştır, yani insan bir
yandan doğa varlığı, öte yandan bir akıl varlığıdır. Başka bir de¬
yişle insan hem iyi hem de kötü niteliklerle donatılmış olarak dün¬
yaya gelir. Fakat eğer insan antagonist niteliklerle donatılmasaydı,
otlattığı koyunlar gibi yalnız iyi huylu bir varlık olsaydı, o zaman
insanın yetenekleri gelişmeyecek, onun yetenekleri tıpkı koyun gibi
doğanın kendisine verdiği düzeyi aşamayacaktı; ve insan şimdiki
başarılarının hiç birisine sahip olamayacak, insanla koyun arasın¬
daki fark da ortadan kalkacaktı. Öyleyse insan kendisini
disharmonik bir varlık olarak yarattığı için doğaya teşekkür etme¬
lidir. Ancak böyle bir donatımladır ki insan kendisinden, kendi du¬
rumundan hiçbir zaman hoşnut olamıyor. Bu donatım, insanda bir
gerginlik yaratıyor; insan bu gerginliği gidermek istiyor. Bunun
için de didinmek, çalışmak, yaratıcı olmak zorunda kalıyor (...)”
(Mengüşoğlu 1988: 289).

Vahşi bir doğa ve onunla asla örtüşmeyen tinsellikten oluşan insa¬
nın paradoksal gerçeğidir disharmoni (Turan 2009: 39). Eğer insan, sade¬
ce harmonik, yani uyumlu bir varlık olsaydı, onu, olanak varlığı olarak
kabul etmeyecek, hatta gelişime kapalı bir varlık olarak bilecektik. İnsanı,
her an, en az iki karşıt unsurdan birisini gerçekleştirebilecek varlığa dö¬
nüştüren, disharmonidir. Diğer bir ifadeyle disharmoni, insana, karşıt
kutuplarda yer alan unsurlardan birisini seçme olanağı sunar. Böylece
insan, karşıt/gergin ilişki içinde olan unsurlar arasından birisini gerçekleş¬
tiren, diğerini ise bastıran bir olanak varlığına dönüşür. Karşıt unsurlar,
insanda canlı olduğu ve ancak ölümle ortadan kalktığı için insan, yaşadığı
müddetçe adil davranma veya haksızlık etme, yaşatma veya öldürme,
iyilik etme veya kötülük yapma, sevme veya nefret etme gibi olanaklar¬
dan birisini gerçekleştirebilmektedir.

Olanak varlığı olmasını disharmonik yapısına borçlu olan insan,
hem karşıt/uyumsuz unsurları tarafından yönetilebilen hem de onları yö¬
netebilen bir varlıktır. Bu yönetme-yönetilme nosyonu, insanın çocuk
veya yetişkin olmasına göre değişmektedir. Çocuklarda veya yetişkinle¬
şememiş bireylerde, disharmonik unsurlar, bireyi yönetirken; ideal yetiş¬
kin kişilerde ise disharmonik unsurlar, birey tarafından yönetilmektedir.
Çocuklarda, dış dünya veya gerçeklik ilkesi, bütünüyle içselleşmediği
veya içselleşme süreci devam ettiği için disharmonik kutuplar, bastırma
ve yüceltmenin ketlemesine/engellemesine uğramamış durumdadır; dola¬
yısıyla yönetimi, onlar üstlenir. Gerçeklik ilkesi, yani üstben, haz ilkesini,
yani id’i bastırdığı/ketlediği için bastırma ve yüceltmeleriyle çocuktan
ayrılan yetişkin bireyler ise disharmonisini yönetmektedir. Buradaki yö¬
netme, her hâlükârda bir bastırma ve yüceltme eylemini içerir. Yetişkin
birey, bastırıp yüceltebildiği için iç gerginliğini kontrol edebilmektedir ya
da yetişkin birey, iç gerginliğini, bastırıp yücelterek yönetebilmektedir2.

Özellikle yetişkin bireyde disharmonik karşıt unsurlar, kendiliğin¬
den değil, ancak bilince içselleşmiş değerlerce belirlenir veya yönetilir.
Değerler, esas olarak yüksek ve araç değerler olarak ikiye ayrılır. Yüksek
değerler; sevgi, eşitlik, kardeşlik, paylaşım, dostluk, sadakat, vefa gibi
değerlerden oluşur. Araç değerler ise haset, kin, nefret, bencillik, para,
gösteriş, çıkar gibi değerlerdir (Mengüşoğlu 1988: 102). Yetişkin bireyde,
bu iki değer grubundan hangisi öncelenmişse, gergin unsurlardan o ön
plana çıkar; diğeri, geriye itilir. Geriye itilen, yok edilmez; sadece bastırı¬
lır. Daha açık bir ifadeyle, eğer bireyde yüksek değerler öncelenmişse, iç
gerginliğin karşıt unsurlarından olumlu olanlar, mesela yaşam, sevgi,
eşitlik, kardeşlik gibi değerler belirginleşir. Araç değerlerin öne çıktığı
durumlarda ise ölüm, şiddet, nefret, düşmanlık, bencillik, adaletsizlik,
zalimlik, haset gibi değerler öne çıkar; diğer kutupta yer alan değer¬
ler/unsurlar, bastırılır.

Değerler tarafından yönetilen insanın disharmonik gerginliği, söz¬
lerinde, özellikle de eylemlerinde görünüşe çıkar; fenomenleşir. Özellikle
eylem, insanın disharmonik iç gerginliğini oluşturan unsurlardan hangisi¬
ni seçtiğini, dolayısıyla yücelttiğini/bastırdığını işaret ettiği için önemli
bir göstergedir. Eylem, yüzeydir. Geriye doğru takip edilirse, öznesinin
benimsediği değerlerini, olanaklarını ve onlar arasından yaptığı seçimi
veya disharmonik unsurları arasında kurduğu diyalektik ilişkisini gösterir.
Bir diğer ifadeyle, eylemden geriye doğru yapılacak bir araştırma, özne¬
nin öncelediği değerlerini, daha geri planda, olanaklarını ve onlar arasın¬
dan yaptığı seçimi, dolayısıyla bastırma ve yüceltme eylemini işaret eder.
Bunun için mekanik yapıp etmelerin dışında kalan her eylem, doğrudan
veya dolaylı her yapıp etme, bir şeyi gerçekleştirmeyi, başka bir şeyi ise
geriye atmayı, diğer bir ifadeyle yüceltme ve bastırmayı içerdiği için
diyalektiktir. Diyalektik olduğu için de paradoksaldır; yani bir olumlama-
olumsuzlama çelişkisini ve bir bastırma-yüceltme karşıtlığını taşır. Kısa
bir ifadeyle eylem, disharmonik karşıt kutuplar arasında kurulan diyalek¬
tik ilişkiyi işaret eden önemli bir göstergedir.

Olanaklar arasından birisini seçip önceleyen, diğerini ise geride bı¬
rakan eylemiyle insan, aynı zamanda, disharmonik karşıt unsurları ara¬
sındaki diyalektiğini de kurmaktadır. Bir başka ifadeyle iyi-kötü, adil
olmak-haksızlık etmek, sevmek-nefret etmek gibi gergin unsurlar arasın¬
daki mücadelenin farkında olan öznenin olanaklardan birisini olumlar¬
ken/gerçekleştirirken diğerini olumsuzlaması, disharmonik diyalektiğini
kurması demektir. Mesela; iyiyi gerçekleştiren birey, farkında olsun veya
olmasın iyiyi olumlarken, onunla mücadele halinde olan kötüyü ise olum¬
suzlar. Aynı şey, kötü için de geçerlidir. Kötülük yapan birey, kötüyü
olumlarken iyiyi ise olumsuzlar. Hırsızlık yapan birey, bilinçli veya bi¬
linçsiz olarak kötüyü olumlar, iyiyi ise olumsuzlar. Kısaca, iyiyi gerçek¬
leştiren birey, kötüyü bastırırken bir şeyi yüceltir. Bastırma ve yüceltme,
içkin ve aşkın olarak disharmonik unsurlar arasında kurulan diyalektik
ilişkide mevcuttur. Dolayısıyla iyi, kötü bastırılmadan; kötü ise iyi yad¬
sınmadan gerçekleştirilemez. Her iyilik, olumsuzlanmış kötüyü; her kötü¬
lük ise olumsuzlanmış bir iyiyi içerir. İyilik ve kötülük birbirini içkin ve
aşkındır. Yani, her iyinin içinde bir kötü, her kötünün içinde bir iyi var¬
dır. Bu cümlelerin de işaret ettiği gibi insan, en basit eyleminde bile para¬
doksaldır, dolayısıyla diyalektiktir.

Disharmonik karşıt unsurlar arasında kurulan diyalektik ilişki, ye¬
tişkinleşememiş değil, ancak içindeki gerginliği ve olanakları fark eden
bireyin gerçekleştirebileceği bir eylemdir. Kendini bilme¬
yi/gerçekleştirmeyi şart koşan disharmonik diyalektik ilişki, sıradan in¬
sanda verili düzen ile dinin iyi-kötü anlayışına bağlı olarak işlerken, yara¬
tıcı insanda bilinçli bir mekanizma olarak çalışır. Bu bağlamda kendini
bilmek, disharmonik olduğunu, iç dünyada/bilinçte/bilinçaltında yaşanan
gerginliği bilmek ve diyalektiği işletmek; karşıt kutuplar arasından seçim
yapmak ve onun sorumluluğunu üstlenmek demektir. Bu hususu biraz
daha açarsak; kendini bilmek, varlığa içkin olan iyi ve kötü, sevgi ve
şiddet, öldürmek ve yaşatmak gibi karşıt kutupların varlığını bilmek,
bunlardan birisini bilinçli olarak olumlamak, diğerini ise olumsuzlamak-
tır. Böyle düşünüldüğünde kendini bilmek, bu iç sürecin farkında olmak¬
tır. İçe bakmayı, akışın içinde durup art zamanlı gerçekleşen eylemlere,
eş zamanlı, yani yavaşlatılmış ve
“zoomlanmış” bir şekilde bakmayı şart
koşan bu farkındalık, felsefenin ifadesiyle, insanı, kendisine/varlığına
sıçratır aynı zamanda.

Kısaca; insan, harmonik değil, disharmonik, yani çatışması ve
uyumsuzluğu olan bir varlıktır. Disharmoni, insana seçme olanağı sunar.
İnsan ise uyumsuz ve karşıt unsurların kendisine sunduğu olanaklar ara¬
sından seçim yapar. Yaşamın akışı içinde, her gün, pek çok defa olanak¬
larla karşılaşan, farkında olsun veya olmasın eylemde bulunan insanın
seçimini, değerleri belirler. Değerler, eş zamanlı olarak yüceltmeyi ve
bastırmayı içerdiği için seçen/eyleyen özne, aynı zamanda disharmonik
karşıt unsurları arasındaki diyalektik ilişkiyi de kurmuş olur.
Disharmonik diyalektik ilişki, bilince içselleşmiş yüksek ve araç değerler¬
le, karşıt kutupları oluşturan unsurlardan birisini olumlamak, diğerini ise
olumsuzlamaktan oluşur. Bunun için insan, olanakları arasından yaptığı
seçimi veya eylemiyle disharmonik, dolayısıyla zorunlu olarak paradok¬
sal ve diyalektiktir.

Disharmoniye ve disharmonik karşıt unsurlar arasında kurulan di¬
yalektik ilişkiye dair bu tespitlerin iki amacı vardır: Birincisi, okuyucuya
kendisinin de bildiği iç gerginliğini, disharmonik ve diyalektik bir varlık
olduğunu hatırlatmaktır. İkincisi ise insanın disharmonik yanını işaret
eden
İçimizdeki Şeytan romanında ifade bulan içeriği, yukarıda ana çizgi¬
leriyle ifade edilen teorik/felsefî bilgilerin ışığında ele almaktır.

İçimizdeki Şeytan Romanı

Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanı, disharmonik karşıt
unsurları arasında diyalektiğini kuramamış; çocuklukla yetişkinlik, iyiyle
kötü arasında gidip gelen bir gencin içinde bulunduğu durumu anlatan bir
romandır. Yirmi sekiz bölümden oluşan romanda disharmonik unsurları
arasında diyalektiğini kuramama durumu, asıl kişi Ömer’in eylemlerinde
ve çevresindeki kişilerle kurduğu ilişkilerinde tezahür eder. Ömer’in şah¬
sında ifade edilen bu husus üzerinde durmadan önce ana çizgileriyle va¬
kayı şöyle özetleyebiliriz:

Darülfünun’da felsefe okuyan, aynı zamanda bir postanede memur
olarak çalışan Ömer, boşluk içinde ve kötümserdir; hiçbir şeyi istenmeye
değer bulmaz. İstanbul’da, Balıkesir’de bulunan ailesinden uzakta yalnız
yaşayan Ömer, çocuklukla yetişkinlik arasında bir durumdadır: Ne tam
çocuktur ne de tam bir yetişkin. İradesini de zekâsını da kullanmadığı için
okumakta olduğu fakülteyi bitirememiş olan Ömer, içindeki disharmonik
gerginliğin, iyiyle kötünün birbirine üstünlük kurmaya çalıştığının far¬
kındadır. O, içinde bir şeytanın olduğuna inanmakta ve kendisine, bütün
kötülükleri, onun yaptırdığını düşünmektedir. Onun ‘şeytan’ olarak ad¬
landırdığı ise insanın disharmonik karşıt kutuplarından birisi olan kötü
veya yıkıcı yanıdır. Ömer, bütün kötü eylemlerini, kendisine hükmettiğini
söylediği şeytana bağlar; sorumluluğu, daima ona bırakır ve kendisinden
kaçar:

“Değil... Değil... Fakat şu muhakkak ki bugün olduğum gibi de
olmak istemiyorum. Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve
daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da
mümkün... Fakat içimde öyle bir şeytan var ki... Bana her zaman
istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kur¬
tulmaya çalışmak boş... Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir
oyuncağız... Senin dünyaya hâkimiyet planların bile eminim ki
onun mahsulü... ”
(Ali 2002: 49).

İçindeki şeytanın “hiçbir şeyi kendisine tam ve iyi yaptırmayacağı¬
na emin”
olan (Ali 2002: 53) Ömer, bir gün, Kadıköy’den Köprü’ye gi¬
den bir geminin güvertesinde karşılaştığı Macide adlı genç kıza, ilk gö¬
rüşte âşık olur; genç kızla tanışmak için hemen harekete geçer. Bu esna¬
da, bir tesadüf eseri, âşık olduğu kızın akrabalarının yanında ikamet et¬
mekte olan teyzezadelerinden birisi olduğunu öğrenir. Bu karşılaşmadan
sonra Ömer, Macide’yi görebilmek için, daha önce çok az ilgilendiği
akrabalarını ziyaret eder; bulduğu ilk fırsatta ise Macide’ye açılır, aşkını
ilan eder. Ömer gibi anlamsal boşluk içinde olan Macide, kendisine sa¬
mimiyetle açılan Ömer’in aşk ilanına kayıtsız kalmaz. İki genç arasındaki
ilişki, birlikte geçirilen birkaç günün sonunda, hızla mesafe kat eder;
farklı bir boyuta ulaşır. Bu arada Macide, masrafı sorun eden akrabaları¬
nın yanından bir kırgınlık sonucu ayrılır ve o gün, Ömer’le evlenir; onun¬
la birlikte yaşamaya başlar.

Macide’yle evlendikten sonra Ömer, maddî sıkıntıyla karşılaşır.
Memur olmasına rağmen aldığı ücret, geçimini sağlamaz. Çevresindeki¬
lerden aldığı borçlarla ayakta durmaya çalışan Ömer,
“içindeki şeytana”
uyar; birkaç kez, haksız kazanç elde eder. Bu arada ayrıca, hak etmediği
halde karısı Macide’yi ihmal eder, genç kadından tedricî olarak uzaklaşır.
Henüz tam olarak çocukluğun keyfî dünyasından çıkamamış, dolayısıyla
sorumluluk bilinci keskinleşmemiş olan Ömer, ne içindeki şeytana ne de
arkadaşlarının isteklerine hayır diyebilir. Bir süre sonra da, bağını kopa-
ramadığı arkadaşlarıyla birlikte tutuklanır. Nihayet iç unsurları arasında
diyalektik ilişkisini kuramadığı, sorumluluk üstlenemediği için Maci-
de’den ayrılır; yeni bir başlangıç yapmak için yola çıkar veya kaçar.

Kısaca bu şekilde özetlediğimiz romanda iyi-kötü, adil olmak-
haksız davranmak gibi disharmonik unsurları arasında diyalektik ilişki
kuramama, çocukluğunu aşamama veya yetişkinleşememe durumu,
Ömer’in çevresindekilerle kurduğu ilişkilerinde ve özellikle de eylemle¬
rinde tezahür eder. Ömer’in içinde bulunduğu söz konusu durumu işaret
eden eylemlerini; Macide’ye karşı haksızlık etmesi, haksız kazanç edin¬
mesi ve çevresindeki kişilere karşı hayır diyememesi olarak üçe ayırmak
mümkündür.

Haksızlık Eden Kişi Olarak Ömer

İçindeki iyinin de kötünün de farkında olan, ancak bu iki kutuptan
birisini olumlayıp diğerini ise olumsuzlayamamış olan Ömer’in
disharmonik karşıt unsurları arasında diyalektiğini kuramamış olduğunu
işaret eden ilk eylemi, Macide ile ilişkisi ve onunla evlenmesidir. Ömer,
ilk görüşte âşık olduğu ve etkili konuşmasıyla ikna ettiği Macide ile bir
süre sonra evlenir. Başlangıçta kararlı bir özneymiş gibi konuşan Ömer,
bir süre sonra, para sıkıntısının tazyiki ve içindeki şeytanın kışkırtmasıy¬
la, Macide’yi, ihmal etmeye başlar. Genç kadından tedricen uzaklaşır;
kasıtlı olmasa bile onu, kendisinden soğutmaya çalışır. Özellikle bunun
için, genç kadını, etik kararlılıkları olmayan arkadaşlarıyla yalnız bırakır.
Katıldıkları bir eğlencede, karısı yerine bir başka kadınla ilgilenir. Ayrı¬
ca, hem hocam dediği hem de arkadaşı olarak nitelendirdiği Profesör
Hikmet’in Macide’ye yönelik tacizlerine kayıtsız kalır. İçindeki iyiye
değil de kötüye yaşama imkânı veren Ömer, nihayet evliliğin sorumlulu¬
ğunu üstlenmek yerine Macide’yi, Bedri’ye bırakır. Ömer, Macide’yi
yalnız bırakan, kendisinden uzaklaştıran eylemleriyle, içindeki iyiyi, yani
sorumluluğu, adaleti ve sadakati, dolayısıyla yüksek değerleri değil, kö¬
tüyü, yani sorumsuzluk, haksızlık ve sadakatsizlik gibi araç değeri olum¬
lar. Diğer bir ifadeyle Ömer, sıraladığımız eylemleriyle, kendisine karşı
daima müşfik, ince ve sadık olan Macide’ye haksızlık eder. Haksızlık
etmek, kişiye hak ettiği gibi, yani eşit/adil davranmamak demektir. Söz
konusu eylem, ayrıca olanaklar arasından yapılmış bir seçimi de işaret
eder. Seçim, bir şeyi olumlamayı, diğerini ise olumsuzlamayı içerir; do¬
layısıyla diyalektiktir. Ömer, olanaklar arasında iyi veya adil davranma
imkânı varken kötüyü seçtiğinin, dolayısıyla disharmonik unsurları ara¬
sındaki diyalektik ilişkiyi kuramamış olduğunun farkındadır:

“Belki sana Macide anlatmıştır... İçtim ve beni seven bir insanın
yanında yapılmayacak kadar sululaştım. Karım buna da tahammül
edecekti... İş sadece sululuktan ibaret olsaydı!.. Fakat ben daha da
ileri giderek bayağılaştım... Saygısızlaştım ve etrafın çirkefliğinden
bunalacak hale gelen Macide’yi yapayalnız bıraktım... Dahası
var. Onu iğrendiren bu muhitin bana hiç de yabancı olmadığını,
beni hiç de sıkmadığını ve tiksindirmediğini göstermiş oldum. Ben
aptal değilim. Her şeyin bittiğini ve Macide ’nin bana inanarak so¬
kulmasına imkân kalmadığını derhal anladım... Artık kendime ve
ona vereceğim sözlerim gülünç olacağını biliyordum (...)”
(Ali
2002: 264).

Haksız Kazanç Edinen Kişi Olarak Ömer

Macide’ye haksızlık eden Ömer’in diyalektiğini kuramamış oldu¬
ğunu imleyen ikinci eylemi, haksız kazanç edinmesidir. Özellikle gerçek¬
leştirdiği kötü eylemlerinin sorumluluğunu şeytana bırakan Ömer, bir
bakkalın yanlışlıkla verdiği fazla para üstünü, iade etmesi gerektiği halde
etmez. Beyoğlu’nda bulunan bir mağazadan kadın çorabı çalar. Zor du¬
rumda olduğu için kendisine bir sırrını açan mesai arkadaşı Hafız Hüsa¬
mettin’in güvenini, kötüye kullanır; onu tehdit ederek devlete ait bir mik¬
tar parayı, zimmetine geçirir. Ömer, eylemlerinden sonra pişmanlık du¬
yar. Pişmanlık duymak, seçmiş olmanın sonucudur. Olanaklar arasından
seçilen şey, beklentiyi karşılamayınca seçilmeyen, pişmanlık yaratır. Bir
diğer ifadeyle insan, disharmonik olduğu için pişmanlık duyabilen bir
varlıktır. İçinde bulunduğu durumdan memnun olmayan Ömer, çaldığı bir
çift çorabı, bulduğu ilk fırsatta atar; tehdit ederek aldığı parayı ise arkada¬
şı Nihat’a bırakır. Onun bu eylemleri, bilincinde/bilinçaltında gergin iliş¬
ki içinde olan iyi ile kötü gibi disharmonik unsurları arasından kötüyü
seçtiğini, iyiyi ise olumsuzladığını belirtir. Ayrıca içindeki iyiyi, yani
yüksek değerleri bastırdığını, dolayısıyla zorunlu olarak kötüyü veya araç
değerleri yücelttiğini/öncelediğini ifade eder. Ömer, çorabı çaldıktan
sonra, içinde bulunduğu durumun biraz parasızlıktan, ağırlıklı olarak da
içindeki şeytandan kaynaklandığını söyler; sorumluluğu daha önce oldu¬
ğu gibi yine şeytana bırakır:

“(...) Bir kere parasızlığın büsbütün tesirsiz olduğunu nasıl söyle¬
rim. Her şeyin başlangıcı o... Sonra içimdeki bu melun şeytan...
Her şeyi imkânsızlığı nispetinde bana cazip gösteren, beni olmaya¬
cak şeylerin hasretiyle kavuran bu korkunç his
... (...) Bir kadın ço¬
rabı. Aman yarabbi... Bir çorap
... Hayır... Böyle değil... Ben ço¬
rap falan istemedim... Orada garip, benim elimde olmayan bir şey
oldu... Parmaklarımın teri... insanın avucunda kayboluverecek ka¬
dar ince şey... Peki... Neden yere bırakmadım?.. Muhakkak ki ru¬
humun benim gözümden kaçan uzak köşelerinde bir şeytan saklı...
Beni oyuncak gibi kullanıyor... Bunları Macide’ye nasıl anlatayım?
Suratıma tükürüverir (...)”
(Ali 2002: 150-151).

Hayır Diyemeyen Kişi Olarak Ömer

Gerek Macide’yle ilişkisinde gerekse edindiği kazançlarda haksız¬
lık eden Ömer’in diyalektiğini kuramamış olduğunu işaret eden üçüncü
eylemi, çevresinde arkadaş, dost ve hocası olarak bulunan kişilerin istek¬
lerine hayır diyememesidir. İnsanı insan kılan ve hayvandan ayıran hu¬
suslardan birisidir hayır demek (Mengüşoğlu 1988: 294). Kimseye karşı
esas olarak hiçbir kötülük düşünmeyen, ancak iradesini kullanamadığı
için istemediği eylemleri gerçekleştiren Ömer’in hayır diyemediği kişi¬
lerden ilki, mesai arkadaşı Hafız Hüsamettin’dir. Bir mesai sonrası yeni
evli olduğu için evine gitmek zorunda olan Ömer, Hafız Hüsamettin’in
birkaç kadeh içme teklifini, evde bekleyeni olmasına rağmen kabul eder.
Önceliği Macide’ye vermesi gerekirken arkadaşını tercih etmesi, Ömer’in
kendisini evetleyemediğini, insanlara ise hayır diyemediğini, dolayısıyla
diyalektiğini kuramadığını işaret eder:

“Ömer’in hiç değilse bu akşam, böyle bir davete razı olmaya niyeti
yoktu. Fakat veznedarın görünüşü insanı telaşa düşürecek gibiydi.
Zaten Ömer, bütün patavatsızlığına rağmen, kendisinden bir şey is¬
teyen bir insana ret cevabı vermeyi hemen hemen asla becereme¬
yen kimselerdendi. Çok kere acele bir iş için yolda giderken her¬
hangi geveze bir arkadaşı onu lafa tutabilir ve yarım saat saçma
sapan konuştuğu halde Ömer onu bozmaya ve “yeter işim var”
demeye muktedir olamazdı. Şimdi Hüsamettin Efendinin söyleye¬
ceklerini merak da ediyordu. Kararını verdi”
(Ali 2002: 122).

Macide ile evlendikten sonra “bir çok hürriyetini tahdit etmeye
mecbur”
kalan Ömer, evli olmasına rağmen, sorumluluğu bir yana bıra¬
kır;
“hayır, ben keyfimin istediğini yapmakta daima serbestim” (Ali
2002: 143) diye geçirir içinden. Böyle düşünen Ömer, akşamüstü tesadü¬
fen uğradığı bir meyhanede karşılaştığı arkadaşlarıyla, geç vakte kadar
içer. Bir süre sonra ise karısının evde kendisini beklediğini anımsar; he¬
men evine dönmek ister. Bunun üzerine arkadaşları, alay eder onunla.
Kendisi olamayan, yani ötekinin kimi isteklerine hayır diyemeyen Ömer
ise evde bekleyeni olmasına rağmen, kararından vazgeçer. Bir isteği,
başka bir istek adına bastırmak ve yüceltmek, sınırları kesin bir evet-
hayır’ a sahip olmak, gerçeklik ilkesinin belirlemesinde olan yetişkine has
tavırdır. Bu tavrı, Ömer’in, gerçeklik ilkesinin, yani sorumluluğun değil,
haz ilkesinin veya kayıtsızlığın belirlemesinde olduğunu, dolayısıyla
henüz yetişkinleşemediğini gösterir. Ayrıca, disharmonik karşıt unsurları
arasından iyiyi değil, kötüyü seçtiğini veya olumladığını işaret eder.

“Bütün bu doğru düşüncelerine rağmen Ömer de kendini bir türlü
bu muhitlerden ayıramıyordu. Evlenmeden evvel bile birkaç arka¬
daşıyla basık tavanlı bir meyhanede içki içerken, düşünmeye baş¬
lar ve anason kokulu ağızlardan mühim bir eda ile çıkan nükteleri
ve hikmetleri yersiz, gayesiz ve lüzumsuz bulurdu. Arkadaşlarını
hiçbir zaman son haddine kadar sevmemiş, hele asla takdir etme¬
mişti. Buna rağmen birçok günler bu meyhane âlemlerini, bu saç¬
ma sapan konuşmaları tahassürle hatırlıyor, tekrar toplanıp otur¬
mak için adeta uzvi bir ihtiyaç duyuyordu”
(Ali 2002: 142-143).

İçindeki kötünün bir şekilde kendisini belirlendiğini düşünen
Ömer, çevresinde bulunan kişilerden
“Yara” isimli romanıyla şöhreti
yakaladığı söylenen yazar İsmet Şerif’i de şair Emin Kamil’i de sevmez.
Hatta tiksinir onlardan. Ne var ki kendisini, onların bulunduğu ortamlar¬
dan da uzak tutamaz.

Ömer, sadece bu iki kişiyle değil, çevresinde bulunan ve kendisine
onlardan daha yakın olan kişilerden Profesör Hikmet ile de özerk bir iliş¬
ki kuramaz. Öyle ki ihmal ettiği karısı Macide’yle geçirmesi gereken
zamanı, Darülfünun’da hoca olan ve etik kararlı bir kişi olmayan Profesör
Hikmet ile birlikte geçirmeyi yeğler. Bunun için Profesör Hikmet’in iki
ayrı zamanda yaptığı saz dinletisine gitme ve bir mezuniyet müsameresi-
ne katılma teklifini kabul eder. Ömer, eğlenmek için gidilen yerde, karısı
Macide’ye etik dışı davranan Profesör Hikmet’in eyleminden rahatsız
olur; ancak, bir miktar para borcu olduğu için, ona karşı herhangi bir tavır
alamaz. İdeal bir yetişkin gibi hareket eden Macide, Ömer’in çaresizliği
karşısında sessiz kalır. Çevresindekilerin isteklerine hayır diyemeyen
Ömer, bu durumdan rahatsız olan Macide’ye, o kişilerle ilişkisini kesece¬
ğine dair tutamayacağı bir söz vermekte yetinir sadece:

“Ömer bundan cesaret alarak:

Macide... Bundan sonra hiçbir yere gitmeyeceğiz... Ne saza,
ne müsamereye!.. Ne de evimize ahbap çağıracağız... Bütün tanı¬
dıklarımla alakayı keseceğim. Yepyeni ve daha manalı bir hayata
başlamak istiyorum. İçimdeki bu melun şeytanı boğacağım, dedi”
(Ali 2002: 236).

Ömer’in Nihat’la ilişkisi de hayır diyemeyen bir insanı ele verir.
İnsanlar üstünde güç elde etmeyi ve onları yönetmeyi isteyen Nihat,
“ırk¬
çı”
emelleri olan ve bunun için üniversiteli gençlerle birlikte faaliyette
bulunan bir kişidir. Şiddete inanan, başarı için her yolu mubah olduğunu
düşünen Nihat, sınıf arkadaşını, menfaati doğrultusunda değiştirmeye
çalışır. Ayrıca ondan, çıkarmakta olduğu
“mecmualar ve ufak tefek kitap¬
lar”
için gerekli olan parayı, Hafız Hüsamettin’i tehdit ederek almasını
ister. Ömer, arkadaşının fikirlerini öğrendikçe şaşırır. Nihat’ın isteğine
önce karşı çıkar; ancak, daha sonra, onu gerçekleştirir. Hatta daha da ileri
gider: Nihat ve çevresindekilerin görüşlerine katılmadığı halde, onların
kimi zaman, evinde toplantı yapmasına müsaade eder. Nihayet, hayır
diyemediği kişilerle ilişkisinden dolayı tutuklanır, bir süre karakolda ka¬
lır. Gerek Profesör Hikmet’in gerekse Nihat’ın isteklerine evet derken
Ömer, sorumluluktan da kendisiyle hesaplaşmaktan da kaçar. Diğer bir
ifadeyle Ömer, çevresindeki kişilere, ‘evet’ derken kendisiyle yüzleşmeye
ise ‘hayır’ demiş olur; dolayısıyla olanaklar arasında iyi de varken kötüyü
seçmiş olur:

Ömer’in yukarıda üç ayrı başlıkta işaret ettiğimiz eylemleri, hak¬
sızlık etmesi, hırsızlık yapması ve hayır diyememesi, onun öncelikle iyi-
kötü, adil olmak-haksızlık etmek, sevgi-şiddet gibi karşıt/gergin unsurları
arasında diyalektiğini kuramadığını işaret eder. Ayrıca, çocukluğun keyfî
dünyasından çıkamadığını, dolayısıyla yetişkin bir birey olamadığını
belirtir. Son olarak ise yüksek değerleri değil, araç değerleri olumladığırn
ifade eder.

Kaçış ve Yeniden Başlayış

Hâkim anlatıcının ifadesiyle “müşkül zamanlarda, ne yapacağını
bilmediği ve düşünmek kendisine güç geldiği anlarda müracaat ettiği tek
çare”
(Ali 2002: 130) kaçmak olan Ömer, Macide’ye verdiği sözü tuta¬
maz. İlişkisini kesemediği arkadaşlarıyla birlikte tutuklanır ve birkaç gün
sonra da serbest bırakılır. Bu süre içinde yanlışlarının farkına varan
Ömer, Macide’ye haksızlık ettiğini, onun kendisine bir daha eskisi gibi
davranmayacağını anlar. Yaptığı hırsızlıkların ve çevresindeki kişilere
hayır diyemeyişinin aslında iradesizliğinin bir neticesi olduğunu fark
eder. Tembellik ve iradesizliğine bir kılıf olarak kullandığı içindeki şey¬
tanın
“bir kaçamak yolu” veya bir bahane olduğunu itiraf eder. Hem
kendisine hem de insanlara karşı iyi niyetli olur. İyi niyetli olmak, kendi¬
ni kandırmamak, bile bile kendine yalan söylememek; kötü niyetli olmak
ise kendini kandırmak demektir (Savaş 2003: 122). Eylemlerinin sorum¬
luluğunu üstlenen Ömer, hayata yeniden başlama kararı alır. Ulaştığı
karardan sonra, Macide’yi gizli rakibi olan Bedri’ye bırakır; onlardan,
kendisini, bir daha aramamasını ister. Onun bu kararı, içinde kaçışı da
yeniden başlamayı da barındıran paradoksal bir sonucu işaret eder. Diğer
bir ifadeyle Ömer, ulaştığı karar ile hem Macide ile devam etme sorumlu¬
luğundan kaçmış hem de kendisi ve Macide için yeniden başlamanın
yolunu açmış olur.

Stephanie Dowrick, Sevginin Halleri başlıklı kitabında, “en yüce
faaliyetlerde olduğu kadar en sıradan faaliyetlerde de uyanma, yani bi-
linçdışının ‘bilmeme’ durumundan bilincin ‘bilme’ durumuna geçme
fırsatı yakalanabilir. Bunu anladığımızda, yaptığımız her hatada kavra¬
nacak bir anlam bulunduğunu öğreniriz”,
der (Dowrick 2000: 151).
Ömer, Macide’yi ihmal eder, haksız para edinir ve çevresinde bulunan
etik değerleri katileşmemiş kişilerle ilişkisini sürdürürken, iyiyi, yani
sorumluluğu bir yana itmiş, kötüyü olumlamıştı. O, bir kararı da içeren
bu itirafıyla birlikte, bilmeme durumundan bilme durumuna geçer; bilinç¬
li olarak ilk kez, disharmonik karşıt unsurlarından iyiyi yüceltmiş, kötüyü
ise olumsuzlamış olur. Otuzlu yaşlarına yaklaşan Ömer, böylece biraz
gecikmiş, Macide gibi kendisini seven bir kadını kaybetmiş de olsa, ço¬
cukluktan yetişkinlik durumuna geçer; karşıt kutupları arasındaki diyalek¬
tiğini kurar; kendisi için sorumlu yeni bir yaşam kurmaya karar verir:

“(...) İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi
aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilleri¬
min daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyor¬
dum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketleri¬
mi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa,
tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihti¬
mama layık görüyordum. Hâlbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı ? Bu
bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması. İçimizdeki şeytan,
pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok.
İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bun¬
ların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaç¬
mak itiyadı var”
(Ali 2002: 262-263).

Teknik Birkaç Kusur

İçimizdeki Şeytan romanında dikkati çeken üç teknik kusur vardır:
Bunlardan birincisi, anlatıcının tesadüf unsurundan gereğinden çok istifa¬
de etmiş olmasıdır. Romanda olaylar, bir tesadüfle başlar ve tesadüf zin¬
ciri, birbirine eklemlenerek gelişir. Anlatılanların olabilirlik ihti
malini
zayıflatan ve neden-sonuç ilişkisini zedeleyen tesadüf unsurlarına örnek
olarak verilebilecek ilk husus, Ömer ile Macide’nin teyzezade olmasına
rağmen birbirini tanımıyor olması ve İstanbul’da yaşayan bir yakın akra¬
bası -Emine teyze- vasıtasıyla tanışmasıdır. İkinci bir zorlama tesadüf,
Macide’nin Balıkesir’de müzik öğretmenliğini yapan Bedri’nin, İstan¬
bul’da Ömer’le tanışıyor ol
ması ve eğlenmek için gidilen bir mekânda,
Macide’nin karşısına çıkmasıdır. Bedri, bu tesadüften sonra Macide ile
Ömer’in çevresinden ayrılmaz bir daha. Üçüncü bir tesadüf, Ömer’in
arkadaşı olarak nitelendirilen muharrir İsmet Şerif, şair Emin Kamil, Pro¬
fesör Hikmet, Nihat ve arkadaşlarından oluşan kişilerin tekrar tekrar etik
bakımdan zayıf, hatta kişiliksiz olarak işaret edilmeleri; hatta yer yer açık
şiddet içeren ifadelerle tanımlanmalarıdır. Sayısını artıracağımız bu tür
tesadüf unsurları, metnin neden-sonuç ilişkisiyle örülmüş dokusunu zede¬
ler; kurguyu oluşturan unsurların enine boyuna düşünülmediğini işaret
eder.
Sabahattin Ali başlıklı çalışmasında Ramazan Korkmaz da çok sık
karşılaşılan tesadüf unsurlarının romanın değerini olumsuz yönde etkile¬
diğini söyler:
“Burada görüldüğü gibi vaka birimleri icat edilirken, uy¬
gun ve mantıkî sebeplere bağlanamazlar. Böylece bütün önemli olaylar,
hep “tesadüf eseri” görünümü kazanır ki, bu da romanın değerini olum¬
suz yönde etkiler”
(Korkmaz 1997: 253).

Romanda teknik kusur olarak dikkati çeken ikinci bir husus ise
Bedri isimli müzik öğretmeninin metne gelişi güzel sokulması ve yapıda
üstlendiği işlevin belirsiz bırakılmasıdır. Bedri, Ömer-Macide ilişkisinden
daha önce Macide’nin Balıkesir’deki öğrencilik yıllarından bahsedilirken
vakaya dâhil olur. Macide’nin hocası olmasına rağmen onunla bir etkile¬
şimi yaşayan Bedri, şartların uygun olmamasından dolayı yılsonunda
İstanbul’a döner, böylece Macide’den uzaklaşmış olur. Akış içinde bir
süreliğine unutulan Bedri, bir gün yeniden hatırlanır ve bu sefer İstan¬
bul’da vakaya dâhil olur. Bir şekilde Ömer’le tanışmakta olan Bedri,
arkadaşlık ilişkisinin geçmişi ve niteliği belirtilmeden Ömer’in evine
girip çıkacak kadar öne çıkar. Sahneye çıktıktan sonra Bedri, öncelikle
yardımcı kişi işlevi üstlenir; aldığı maaşla geçimini temin etmekte zorla¬
nan Ömer’e, bütçesinden kısarak para yardımında bulunur. Macide’ye,
Ömer’in bir
“çocuk”; çevresinde bulunan kişilerin ise gerçekte ne kadar
değersiz olduğunu gösterir. Ayrıca tutuklanmasından sonra Ömer ile Ma-
cide arasındaki iletişimin kurulmasına yardım eder. Romanın sonunda ise
Ömer tarafından terk edilen Macide’ye sahip çıkar; genç kadının İstan¬
bul’da, parasız ve sokakta kalmasını engeller.

Bedri, vakada sadece yardımcı kişi değil, aynı zamanda yazarın sö¬
zünü emanet ettiği kişi rolünü de üstlenir; bu yönüyle adeta hâkim anlatı¬
cının gören gözü, duyan kulağı olur. O, yazarın sözünü emanet ettiği kişi
olarak, Ömer’in çevresinde bulunan ve aynı zamanda kendisinin de tanı¬
dığı kişileri, ortak geçmişleri belirtilmeden eleştirir. Onun özellikle bu
ikinci rolü, anlatılanların inandırıcılığını azaltan bir teknik kusurdur. Bu
roman bağlamında, bir şahsın hem yardımcı hem de yazarın sözünü ema¬
net ettiği kişi rollerini üstlenmesi, çok açıkça, romanın
mantıkî dokusunu
zedelemiştir. Alıntıladığımız metinde Bedri, Macide ve Ömer’le birlikte
tanıdığı kişileri, sanki kendisi iyiyi gerçekleştirmiş bir insan gibi eleştir¬
mektedir:

“Bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar.
Hiçbirisi sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur oldukları mevki
veya paye ile ahenk halinde yaşamıyorlar. Kafaları zekâ itibariyle
olsun, yarım yamalak bilgileri itibariyle olsun, merhamete muhtaç
bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her
vasıfları, her kanaatleri iğreti. Basit bir insan, mesela hiç okuma¬
sı yazması olmayan bir köylü, bir amale, lalettayin bir adam bun¬
lardan çok daha mükemmel bir bütündür. (...) Hiç hayret etme¬
yin. Hatta onların küstah ve mütecaviz hallerini bile mazur gö¬
rün. (...)”
(Ali 2002: 259-260).

Romanda üzerinde durulması gereken son bir teknik kusur ise hâ¬
kim anlatıcının açık taraf tutması, ya doğrudan ya da dolaylı olarak, yani
Bedri vasıtasıyla romanın kimi kahramanlarını tenkit etmesidir. Romanda
anlatıcı, Macide’yi iyi hasletlere sahip bir kadın olarak yüceltirken
Ömer’in arkadaşı olarak kabul edeceğimiz insanlara, özellikle de Nihat
ve çevresinde bulunan kişilere karşı açıkça kin duyar;
“kuş beyinli kaba¬
dayılar”
(Ali 2002: 134) olarak nitelendirdiği bu kişiler hakkında pejora¬
tif konuşmaktan kendisini alamaz. Bir örnek vermek gerekirse; Nihat ve
arkadaşları hakkında hâkim anlatıcının konuşmasından aldığımız şu cüm¬
leler, onun çok açıkça içindeki şiddet unsurunu veya yıkıcı yanını denet-
leyemediği gösterir. Dolayısıyla anlatıcının da esas olarak disharmonik
karşıt unsurları arasında diyalektiğini kuramadığını; belirli sınırlar dâhi¬
linde bile olsa objektif olamadığım işaret eder:

“İlk tahkikat on beş günden beri devam etmekteydi. Bedri’nin an¬
lattığına göre, her gün ortaya yeni bir mesele çıkıyordu. Hadise,
umumiyet itibariyle, zannedildiği kadar korkunç bir şey değildi.
Beş on budala delikanlının, müthiş laflar etmek, yazılar yazmak ve
kendilerine bu sayede büyük mevziler hazırlamak hülyasıyla bir ta¬
kım dalavereci, maceraperest ve satılmış adamlara alet olmaların¬
dan ibaretti. Her biri kendini istikbalin, hatta bugünün en kuvvetli
münekkidi, felsefecisi, tarihçisi, şairi, siyasetçisi, gençlik rehberi
sayan ve hepsi birden iyi olmaz bir büyüklük deliliğine yakalanmış
bulunan bu cahil ve korkak gençler, müstantik karşısında ağlıyor¬
lar, jandarmalara dert yanıyorlar, gardiyanlardan medet umuyor¬
lar ve mahkemeye gizli mektuplar yazıp yeni cürüm ortaklarını ve¬
ya mevcut cürüm ortaklarının yeni cürümlerini haber veriyorlardı”
(Ali 2002: 256).

Sonuç

Girişte de ifade edildiği gibi, insanı insan kılan ve hayvandan ayı¬
ran unsurlardan birisi de disharmonidir. Ölüm, yaşam ve bio-psişe gibi
varlığın öğelerinden birisi olan disharmoni, uyumsuzluk durumunu işaret
eden bir kavramdır. Disharmonik bir varlık olarak insan, sadece bir
uyumluluk değil, aynı zamanda uyumsuzluk varlığıdır da. Uyumsuzluk
durumu; insanı ileri iten, geliştiren, sabit bir noktaya takılıp kalmadan
devam ederek değişmesini sağlayan bir olanaktır. Bir diğer ifadeyle in¬
san, varlığına temellenmiş olan disharmoni sayesinde, adil davranma
veya haksızlık etme, yaşatma veya öldürme, iyilik etme veya kötülük
yapma, sevme veya nefret etme gibi olanaklardan birisini gerçekleştire-
bilmektedir. Olanaklar arasından yapılan seçim ise insanın disharmonik
unsurları arasında diyalektik ilişki kurabilen, onlardan birisini olumlarken
diğerini olumsuzlayan bir varlık olduğunu işaret eder.

İçimizdeki Şeytan romanında, Sabahattin Ali, yukarıda da işaret et¬
tiğimiz gibi asıl kişi Ömer’in şahsında, insanın disharmonik karşıt unsur¬
larının birbiriyle giriştiği üstünlük mücadelesini anlatırken çocukluktan
yetişkinliğe geçmenin veya insan olmanın da esas olarak disharmonik
karşıt unsurlar arasında kurulacak bir diyalektik ilişki ile mümkün oldu¬
ğunu ortaya koyar. Çocuk, disharmonik diyalektiğini kuramayan kişidir.
İdeal yetişkin ise karşıt unsurları arasındaki diyalektiğini kurabilen, iyi ve
yapıcı yanını yücelten, kötü ve yıkıcı yanını bastırıp kanalize edebilen;
ayrıca yüksek değerleri, araç değerlere önceleyebilen kişidir.

Romanda asıl kişi Ömer, disharmonik karşıt unsurlarının farkında
olan birey olarak öne çıkar. Ömer’in sorunu, kendisini yönettiğini söyle¬
diği şeytana yenik düşmesi veya özellikle kötü eylemlerini, şeytana bağ¬
laması; dolayısıyla sorumluluktan kaçmasıdır. Aslında bu, yetişkinleşe¬
memiş veya iç diyalektiğini kuramamış, kötüyü bastırıp iyi olanı yücel-
tememiş olmayı işaret eder. Yaşamın akışı içinde kendisini kandıran
Ömer, nihayet içindeki şeytanın, tembelliği ve iradesizliği için üretilmiş
bir bahane olduğunu itiraf eder; kendisine karşı iyi niyetli olur. Kaçtığı ve
kandırdığı kendisini aşar; bir karara ulaşır. Ulaştığı karar, içinde Maci-
de’nin de çevresindeki kişilerin de yer almadığı yeni bir hayata başlamak¬
tır. Onun bu kararı, paradoksal bir içeriğe sahiptir: Ömer, bu kararıyla
hem Macide’den kaçar hem de kendisi ve onun için yeni bir başlangıcın
kapısını aralamış olur.

Son derece özgün içeriği ile dikkati çeken İçimizdeki Şeytan roma¬
nında çok sık karşılaşılan tesadüf unsurları ve anlatıcının roman kişilerine
karşı takındığı tarafgir tavır, romanı, teknik bakımdan kusurlu kılmıştır.
Bu iki hususa rağmen roman, insanı insan kılan disharmonik karşıt unsur¬
ları, bir kurgu içinde işaret ettiği ve bunu Türkçede başardığı için önemli¬
dir.

KAYNAKÇA

ALI, Sabahattin (2002), İçimizdeki Şeytan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

BROWN, Norman O. (1996), Ölüme Karşı Hayat -Tarihin Psikanalitik Anlamı-,
(çev. Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

ÇİLİNGİR, Lokman (2005), Pratik Aklın Doğal Diyalektiği, Elis Yayınları,
Ankara

DOWRİCK, Stephanie (2000), Sevginin Halleri, (çev. Gürol Koca), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.

FROMM, Erich, (1985), İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, (çev. Şükrü Alpagut),
Payel Yayınevi, İstanbul.

KORKMAZ, Ramazan (1997), Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
MENGÜŞOĞLU, Takiyettin (1988),
İnsan Felsefesi, Remzi Kitapevi, İstanbul.
SAVAŞ, Hakan (2003),
Sinema ve Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, Kızılay-
Kadıköy, Ankara-İstanbul.

TURAN, Ertuğrul (2009), “Agon: Kökendeki Savaşın Öyküsü”, Kişinin Kendi¬
siyle Savaşı,
Doğu Batı, Yıl:11, S. 48, Şubat, Mart, Nisan 2009, s.39-47.

1

İnsan ile hayvanın varlığı arasındaki karşıt fenomenler hakkında geniş bilgi için bk.
Mengüşoğlu 1988: 271-342).

2

Haz ve gerçeklik ilkesi, Eros (yaşam, aşk ve cinsellik) ve Tanatos (ölüm), üstben, ben’
ve id, bastırma ve yüceltme; insan psişesindeki soyut durumları adlandıran psikanali¬
zin kavramlarıdır. Söz konusu unsurların insan tinindeki yeri ve insanla ilişkisi; ayrıca
birbiriyle giriştiği diyalektik ve disharmonik/antagonist mücadele hakkında bilgi için
bk. (Brown 1996).