ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

XX. YÜZYILIN BAŞLARINDA BALKANLARDAKİ SİYASÎ VE
ETNİK ÇATIŞMALARIN ÖMER SEYFETTİN’İN
HİKÂYELERİNE YANSIMASI

Dr. Mehmet GÜNEŞ1

TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/

ÖZ: Ömer Seyfettin Meşrutiyet döneminin önemli yazarlarından¬
dır. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde yirminci yüzyılın başlarında Balkan
coğrafyasında çıkan siyasî ve etnik çatışmalar önemli bir yer tutar. Bu ya¬
zıda Balkan coğrafyasındaki Türklerin durumunun, Balkan kavimleriyle
Türklerin birbirleriyle ilişkilerinin, savaş ve çatışmalar sonrasında bu coğ¬
rafyanın demografik yapısı ve görümündeki değişimin Ömer Seyfettin’in
hikâyelerine nasıl yansıdığı incelenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Ömer Seyfettin, hikâye, Balkan, siyaset, ça¬
tışma, bakış, savaş, halk, milliyetçilik

The Reflections of the XX Century Political and Ethnic Clashes in
Balkans on Omar Seyfiddin’s Stories

ABSTRACT: Ömer Seyfettin is one of the majör writers of the
Constitutional Monarchy period in Ottoman Empire. Generally in his
tales some of the political and ethnical clashes, which had taken place in
Balkan War at the beginning of 20th century, were narrated. In this article,
it is studied how some important regional-historical changes reflected to
Ömer Seyfettin’s tales like; the situation of Balkan Turkish population
during the war, the relationship between Turkish and the other Balkan na¬
tions, demographical frame at the region.

Key Words: Ömer Seyfettin, tale, Balkan, politics, clash, point of
view, war, nation, society, nationalism

Giriş

XX. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin Balkan top¬
raklarında özellikle Makedonya olarak adlandırılan Vilayet-i Selase’de
(Selânik, Manastır, Kosova vilayetleri) o zamana kadar görülmeyen “te¬
rör olayları, isyanlar, bombalamalar” vs. yaşanır ve bu olaylar Osmanlı
Makedonya’sını “bir kan gölü” haline getirir. Bulgar, Rum ve Sırp çetele¬
ri birbirlerine karşı oldukça acımasız ve insafsız olup Türk hükümetinden
çok birbirleriyle mücadele halindedirler. Bu etnik kargaşa Meşrutiyete
kadar devam eder. İttihat ve Terakki, Bulgarlara Rumlarla eşit statü sağ¬
lanması hâlinde Makedonya’daki durumun düzeleceğini sanır. Nitekim
Kiliseler ve Mektepler kanunuyla bu durum düzelmeye başlar. Ancak iki
kilisenin birbirlerine karşı düşmanlığı giderek Osmanlı Hükümetine çev¬
rilir ve aralarında ittifak belirtileri görülmeye başlar (Şıvgın 1999: 478¬
480).

Makedonya’nın karışması üzerine, 1310’lular “Sınıf-ı Müstacele”
sayılarak sınavsız mezun edilir. Bu arada Harbiye’yi bitiren Ömer Seyfet¬
tin 22 Ağustos 1903’te Piyade Asteğmeni rütbesiyle kura çeker ve mer¬
kezi Selanik’te bulunan III. Ordunun İzmir Redif Fırkasına atanır. Meşru¬
tiyetin ilânı (23 Temmuz 1908) üzerine III. Ordunun Selanik’teki nizami¬
ye taburlarına nakledilir. Selanik merkezinden Serez Mutasarrıflığına
bağlı Menlik kazasının Razlık kasabası yakınlarındaki Yakorit Köyü
(Bulgaristan) sınır bölüğüne komutan olarak görevlendirilir. Dağlarda
eşkıya takip eder, köylerde ve manastırlarda silah arar. Belirli bir süre
sonra Manastır’ın Pirlepe kazasında görevlendirilir, Cavit Paşa’ya maiyet
subayı olur. Velmefçe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina,
Demirhisar, Cuma-yı Bâlâ, Köprülü gibi çeşitli yerlerde kısa kısa görev¬
lerde bulunur. 1909’da Köprülü’de Askerî Rüştiye’de üsteğmen rütbesiy¬
le Beden Eğitimi öğretmenliği yapar. “Genç Kalemler” dergisinde birlikte
çalıştığı arkadaşı Mustafa Nermi Bey’le de Köprülü’de tanışır. Sınır boy¬
larında geçirdiği iki yıl, Balkan kavimlerinde gördüğü uyanış ve bağım¬
sızlık hareketleri onun kişiliğini ve görüşlerini oldukça etkiler. Bu millî
uyanış ve bağımsızlık hareketlerinin nedenlerini araştırır, bundan sonra
kendisi de “yeni Türk milliyetçiliği düşünce akımı”nın mensupları ara¬
sında yerini alır. Gündüzleri dağlarda elinde mavzer, ayaklarında dolama
çarık, göğsünde çaprazlama fişeklik Bulgar komitacılarını takip ederken;
gecelerini hanlarda, sınır karakollarında yağ kandillerinin, ocak ateşleri¬
nin ışığında okumakla ve arkadaşlarına mektup yazmakla geçirir. Sela¬
nik’teki yayın hayatını da yakından takip eder,
Bahçe, Kadın, Hüsün ve
Şiir
(daha sonra Genç Kalemler adıyla çıkar) dergilerinde yazı ve şiirler
yayınlar. Bu arada İtalyanlar Trablusgarp’ı işgal eder, ardından Balkan
Savaşları çıkar. Daha sonra Ömer Seyfettin Yanya kalesinde esir düşer
(Cunbur 1992: 6-10; Tural 1984: 9-14; Huyugüzel 2004: 209-214). Yu¬
nanistan’da Nafliyon kasabasında bir yıl süren esareti esnasında da hikâ¬
ye yazar (Yöntem 1947: 19-25). Bu hikâyeler esaret hayatından izler
taşımamaktadır.

Balkanlarda asker ve esir olarak bulunan Ömer Seyfettin’in, Bal¬
kanlardaki etnik ve siyasî çatışmaları konu alan hikâyeleri ve hayatı ara¬
sında ilişki vardır (Torun 2004: 477). Ömer Seyfettin’in Balkanlarda
çıkan siyasî, etnik çatışmaları işleyen hikâyeleri “Balkan Coğrafyasında
Çıkan Savaş ve Çatışmalar Karşısında Halk”, “Balkan Kavimleriyle
Türkler Arasındaki İlişkiler”, “Balkanlardaki Yerleşim Birimlerinin De¬
mografik Yapısındaki ve Görünümündeki Değişim” alt başlıklar altında
değerlendirilebilir.

1. Balkan Coğrafyasında Çıkan Savaş ve Çatışmalar Karşısın¬
da Halk

Ömer Seyfettin, Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlardaki toprak¬
larını kaybedişini bir asker ve yazar olarak gözlemler; Balkan kavimleri-
nin bu savaşlar esnasında Türklere yaptıkları işkencelere ve verdikleri
zararlara tanık olur. Hikâyelerinde 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından
itibaren Balkanlardaki savaş ve çatışmaların sadece Müslüman Türkleri
değil, komitacılara karşı olan Hıristiyan Slavları da huzursuz ettiğine
dikkat çeker.

l.l.Balkanlardaki Türklerin Durumu

Ömer Seyfettin, hikâyelerinde Osmanlı Devletinin Balkanlarda za¬
yıflamasından sonra bu topraklarda yaşayan Türklerin sürekli huzursuz
edildiklerini, Balkan kavimlerinin bu coğrafyayı Türk nüfusundan arın¬
dırmayı hedeflediklerini ifade eder. Yazar, “Beyaz Lale” hikâyesinde I.
Balkan Savaşından sonra Serez’de yaşayan Türklere uygulanan işkence
ve katliamları ayrıntılı olarak işlemekte, Bulgar yöneticilere ağır eleştiri¬
ler yöneltmektedir. Binbaşı Radko Balkaneski savaştan hemen sonra
Serez’i yağmalamaya, şehirde ikamet eden Türkleri de katletmeye karar
verir. Öncelikli hedefi genç kızlar olan Radko; Cuma’dan, Obsenova’dan
getirttiği kızları tabur askerlerine sunar. Askerler de kızlara tecavüz edip
onları süngülerler. Radko kadınları2 da işkenceyle sorguladıktan sonra
öldürtür. Radko Balkaneski, yöre halkını ve çete reislerini korkuttuğu,
sindirdiği için hiç kimse onun emir ve uygulamalarına karşı çıkmaya
cesaret edemez. Serez’deki Türklerin çok zengin olup paralarını kasala¬
rında ya da bankalarda sakladıklarını bilen Radko, onların mülklerini
fidye gibi Bulgar mekteplerine vermeyi planlar. Serez’in önde gelen zen¬
ginlerinden Hacı Hasan’ı işkenceyle sorguladıktan sonra mülklerine el
koyup onun fırında yakılmasını emreder, ailesinden de kızı Lâli’den baş¬
ka herkesi öldürtür. “Serez’in en güzel kızı” Lâli’nin kendisinin olmasına
karar verir. Masum insanlara karşı oldukça acımasız ve merhametsiz
davranan Radko, Lâli’ye oldukça mülayim davranır. Lâli kendisini ona
teslim etmemek için direnir, ilk fırsatta kendisini camdan aşağı atarak
namusunu kirletmemeyi başarır. İnsanî duygularını tamamen yitiren
Radko ise onun cansız bedenine tecavüz eder.

“Tuhaf Bir Zulüm” hikâyesinde Türkleri Bulgaristan’dan uzaklaş¬
tırmak için onların dinî hassasiyetlerinden yararlanılacağının farkında
olan diplomat Kepazef, Deliorman’a kaymakam olarak atandıktan sonra
içerisinde bir tane dahi Bulgar yaşamayan yerleşim merkezlerine Make¬
donya’dan getirdiği muhacirleri yerleştirip evcil domuzlarına Türklerin
kullandıkları sokakları ve çeşmeleri kirlettirir, tarlalarını eşeletir. Kendi¬
sine şikâyette bulunan Türklere de “-Biz sizin koyunlarınıza kızıyor mu¬
yuz?” (Ömer Seyfettin 2011: 820) diyerek karşı çıkar. Bu uygulamadan
rahatsız olan Türkler İstanbul’a göçmeye başlar. Kepazef bu uygulama ve
yönteminin çok beğenildiğini iddia etse de sosyalist Koştanof bu sözlerin
“mübalağa”lı olduğunu söyler. Fakat onun Türklere karşı zalim davrandı¬
ğını da inkâr etmez.

Ömer Seyfettin “Mehdi” hikâyesinde Balkanlarda yaşayan Türkle-
rin bu coğrafyanın Türk kimliğinden arındırılması karşısında tepki göste¬
remediğini belirtir. Bu toprakları ana yurdun dışında düşünmek istemeyen
anlatıcı, Rumeli’nin siluetindeki ve yönetimindeki değişimi kolayca ka¬
bullenemez. Zaman zaman farkında olmadan Selanik’in Türk idaresinde
olduğunu düşünür.

Ömer Seyfettin “Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Doğdu?) hikâyesinde
Balkanlarda çıkan çatışmalar sonrasında Türklerin yaşadıkları travmaları
işlemektedir. “Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Doğdu?) hikâyesinde millî
değerlerine ve geleneklerine oldukça yabancılaşan Mühendis Kenan,
Balkan kavimlerinin ayrılıkçı tavır ve politikalarına tanık olunca millî
benliğini hatırlayıp “kendi kültürüne dönmeye” karar verir (Karpat, 2009:
204). Arkadaşı Orhan’ın telkinleriyle millî bilinç kazanan Primo da -
babası Kenan gibi- Türk şehri olarak düşündüğü Selanik’te kalmayı tercih
eder. O tarihlerde Selanik, onların gözünde öz yurtla özdeşleşir, bu şehri
kaybetmeyi tüm yurdu kaybetmek olarak görürler.

Ömer Seyfettin “Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Öldü?) hikâyesinde
Balkanlarda uzun yıllar savaşların yaşanmasının bölge halkını ruhî olarak
sarstığına, maddî olarak yıprattığına dikkat çeker. Yazar, savaşa bakışı ve
Selanik’in kaybedilme tehlikesini, farklı yaş grubundan kişilerin bakışıyla
karşılaştırmalı olarak işler, bakıştaki farklılığın nedenlerini açıklar. Daha
önce çıkan savaşlar dolayısıyla göçmek zorunda kalıp büyük acılar yaşa¬
yan Aşçı Emine kadın, seferberliğin ilan edilmesini “Ümmet-i Muham¬
met’e” yazık olacağı şeklinde değerlendirir. Çıkacak savaş esnasında
birçok kişinin öz yurdundan göç etmek zorunda kalacağını, katliamların
yaşanacağını, oğlu Mustafa’nın da askere alınacağını gözünde canlandı¬
rınca ruhî dengesi sarsılmaya başlar. Türklerin sadece Rumeli’den değil
İstanbul ve Anadolu’dan da sürülmesinden korkar. Primo ise -her ne ka¬
dar babası Kenan’ın aşçı kadından daha karamsar ve ümitsiz olduğunu
görse de- beş yüz yıl önce atalarının fethettiği bu toprakların “alçaklar”
olarak nitelendirdiği düşman güçlerine kolayca teslim edilmeyeceğine
kendisini inandırmaya çalışır. Fakat o günlerde Koçana’dan, İştip’ten,
Köprülü’den kaçan ihtiyar, genç kız, kadın ve çocuklardan oluşan muha¬
cirlerin camilere sığınıp açlıkla mücadele etmesi, kahvelerin asker ve
zabitlerle dolması, Yunan kralının gelmesi üzerine halkın sokaklara dökü¬
lüp “Zito, zito Yorgos!”(Ömer Seyfettin 2011: 403) naralarıyla gökleri
inletmesi Primo’yu acı gerçeğin farkına vardırır. Bu olumsuz durum ve
kabullenilmesi zor tablolara rağmen Primo “Vatanı bırakma”nın bu kadar
kolay olmaması gerektiğini düşünür; kederden ölse de Selanik’te kalmaya
karar verir.

Mustafa’dan Selanik’in teslim edileceğini, kendilerinin de “esir”
edileceğini öğrenen Primo, Türklerin savaşarak aldığı bu toprakları niçin
savaşmadan teslim ettiklerini, babasının da Selanik’i terk edip İstanbul’a
gitmeye karar vermesini anlamlandıramaz. Bu yaklaşım küçük bir çocu¬
ğun acı gerçeklerin idrakine varamadığının göstergesi olduğu kadar on-
daki millî bilinç ve inancın da yansımasıdır. Primo öz yurdu olarak bildi¬
ği Selanik topraklarına kutsal anlam yükler, bu toprakların kaybedilmesi¬
ni Türk halkının/Osmanlı Devletinin yok olmasıyla eşdeğer tutar.

Bedenen küçük ancak zihnen olgun bir çocuk olan Primo, Sela¬
nik’in teslim edilmesinin, katliamların yaşanmasının, muhacirlerin peri¬
şan hallerinin Türk zabitlerini hiçbir biçimde etkilememesini yadırgar.
Rum çocukların “Yuha Turkos3, kerasadis..” diye bağırmalarına Türk
askerlerinin hiç tepki vermeyişlerine kızar; savaşmamak için bu şehirde
oyalandıkları için onları “alçaklar” olarak nitelendirir. Yazarın oldukça
yozlaşmış tipler olarak çizdiği bu zabitlerin tavır ve davranışları onların
hiçbir manevî değere sahip olmadığını gösterir. Asırlardır Türklere ait
olan Selanik’in bir anda terk edilmesi onları hiç üzmez.

Primo, Selanik’i terk etmemekte kararlıdır. Yaşı küçük olduğu için
kimse onu önemsememekte o da Selanik’te serbestçe dolaşmaktadır. Yu¬
nan zabitlerinin babasına dair tahkikat yapmaya karar verdiklerini, tahki¬
kat süresince de babasının hapsedileceğini öğrenince sessizliğini bozup
düşmandan intikam almaya karar verir. Bu intikam kararını en çok da
düşmanların “Beş yüz senedir Türklerin elinde duran Selanik’i aldık da
bize silah atılmadı.” dememeleri ve “bir Türk çocuğunun nasıl bir kahra¬
man olduğunu” görmeleri içindir (Ömer Seyfettin 2011:403). Primo düş¬
manların beş yüz yıllık Türk yurdunu beş gün içinde “rüyalarda bile gö¬
rülse inanılmayacak bir çabuklukla” teslim almalarına inanmak istemez;
hiçbir Türk’ün onlara karşı koyamayışını kabullenemez; esir yaşamak ya
da öz yurdunu göz göre göre düşmana teslim etmektense ölmeyi tercih
eder.

1.2. Komitacıların Kendi Dindaş ve Soydaşlarına Yaptıkları
Zulümler

Ömer Seyfettin Rumeli coğrafyasını Türk kültüründen arındırmak
için Türklere zulmeden Balkan kavimlerinin aslında birbirlerinden de
nefret ettiklerini, birbirlerine yaşama hakkı dahi tanımak istemediklerini,
o tarihlerde aralarındaki ittifakın da menfaate dayalı olduğu düşüncesini
savunur.

Yazar “Bomba” hikâyesinde Balkanlardaki komitacıların kendile¬
rinin tarafında yer almayan dindaş ve soydaşlarına bakış ve yaklaşımları¬
nın Türklere bakış/yaklaşımlarından farksız olduğunu gösterir. Makedon¬
ya, komitacılar tarafından cehenneme dönüştürüldüğü için mağdur olan
halk, huzur ve refah dolu günlere kavuşmanın zor olduğunun farkındadır.
Bu karamsar bakış komitacıların sadece Türk/Müslümanlara değil, Os¬
manlı yurttaşı olarak yaşamayı tercih eden kendi dindaş ve soydaşlarına
da zulmettiğini, onları da karamsarlaştırdığını gösterir. Komitacılar ken¬
dilerinin tarafında yer almayan dindaş ve soydaşlarını da “hain” olarak
görüp tehdit ederler.

Boris ihtilal komitesinin evinin kapısına tehdit içeren mektubu bı¬
rakması üzerine, can güvenliği hususunda endişelenir; özlemini çektiği
yönetim sisteminin hayalî olduğunu düşünür. Sosyalist fikirleri benimse¬
yen, “insaniyet” fikrine inanan Boris için “Balkanlar milliyetçiliğin yeni
başladığı bir coğrafya olarak insaniyet fikrine bağlı insanların yaşaması
için uygun değildir.” (Argunşah 2003: 138). Komitacıların insanlık dışı
uygulamaları dolayısıyla Boris, öz yurdu Makedonya’yı cehennem gibi
görür. Bu coğrafyada yaşamasının imkânsız olduğunu fark eder, maddî
servetini satıp Amerika’ya kaçmaya karar verir4. Amerika’ya kaçış husu¬
sunda oldukça dikkatli davranır, kararını eşi Magda’ya da kaçışlarına bir
gün kala açıklar. Bununla birlikte komitacıların tehditlerinde ne kadar
ciddî olduklarını, insanî değerlere ne kadar yabancılaştıklarını tam olarak
kavrayamamıştır. Kısa süre önce kendisine bırakılan mektuptaki tehdit
dolu sözlere rağmen -komitacılar babasını çağırınca- onları insanî davra¬
nış ve makul açıklamalarla ikna edeceğini sanıp onlarla görüşmeye ken¬
disi gider. Eşi Magda ise çok tedirgin olup komitacıların ona inanmaya¬
caklarını ta
hmin etmektedir. Boris’in soğukkanlı tavrı onun gafil olduğu¬
nu gösterdiği kadar -olumsuz durum ve muamelelere rağmen- insanî duy¬
gularını hiç kaybetmediğini de gösterir.

Komitacılar Boris’i vahşice katlederler, babası İstoyan’dan satılan
evin parasını tehdit ve işkenceyle alırlar, eşi Magda’ya da cinsel tacizde
bulunurlar. İstoyan ve Magda direnince onları Boris’in -zaten kesilmiş
olan- kellesini kesmekle tehdit ederler. Komitacıların önderleri Raçof,
Magda’ya “Yanaklarından meze alacağım. Sen Soyalist değil misin?
Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris’le
müşterekim!...” (Ömer Seyfettin 2011: 215) diyerek onların fikirleriyle
alay eder, onurlarını zedeler, insanlık dışı davranışına sözde meşruiyet
kazandırmaya çalışır. Komitacıların, Boris’in iki kat beze sarılı kellesini -
sözde bombayı- saklamak üzere Magda’ya verip evden uzaklaştıktan
sonra da “-Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!” (Ömer Seyfettin
2011: 218) diye alay etmeleri onların vicdanî duygularını, ahlakî değerle¬
rini tamamen yitirdiklerini gösterir. Son derece saf/iyi niyetli Magda ise
sözde emaneti çeyiz sandığında saklama sözü verir. Ancak bezi kaldırdı¬
ğında eşi Boris’in acımasızca katledildiğini görür.

Ömer Seyfettin diğer hikâyelerinde olduğu gibi bu hikâyede de ki¬
şileri arasında karşılaştırma yapmaktadır. Boris, Magda ve baba

İstoyan’ın insanî özden uzaklaşmamalarına karşın komitacıların insanî
değerlerini tamamen yitirdiklerine sıklıkla işaret etmektedir. Komitacıla¬
rın kendi soydaşlarına karşı dahi oldukça acımasız davranmaları, onları
etnik ayrımcılıktan vazgeçirmenin ve Balkan kavimlerini o tarihten sonra
Osmanlı Devletine bağlı yaşatmanın mümkün olamayacağının gösterge¬
sidir.

2. Balkan Kavimleriyle Türkler Arasındaki İlişkiler

Balkanlarda siyasî, etnik çatışmaların artması sonucu Balkan ka-
vimlerinin çoğu Türklerden ve birbirlerinden nefret ederler, bu kavimle-
rin her biri Balkan coğrafyasının kendilerine ait olmasını ister. O tarihler¬
den sonra halklar birbirlerini düşman ya da “öteki” olarak görürler; olum¬
suz bakışın olumluya çevrilmesi mümkün ol(a)maz. Uzun yıllar Balkan¬
larda kalıp burada yaşayan, halklar arasındaki ilişkiyi ve halkların Os¬
manlı Devletine bakışını gözlemleme fırsatı bulan Ömer Seyfettin, hikâ¬
yelerinde Balkan kavimleriyle Türklerin birbirlerine bakışını farklı me¬
kânlarda ve ayrıntılı olarak işlemektedir.

2.1. Balkan Kavimlerinin Osmanlı Devletine/Türklere Bakışı

Ömer Seyfettin, milliyetçilik düşüncesinden etkilenen Balkan ka-
vimlerinin Osmanlıcılık düşüncesini benimsemediklerini, çoğunun II.
Meşrutiyetin ilanını ulus devletlerini kurmak için fırsat olarak değerlen¬
dirdiklerini savunur.5 Balkan kavi
mlerinin ulus devletlerini kurmak için
büyük mücadeleyle çalıştıkları gerçeği gözler önünde iken Osmanlıcılık
düşüncesine inanıp umutlanmayı gafillik olarak görür, bu düşünceyi be¬
nimseyenleri de ironik bir üslupla eleştirir. “Osmanlılık ideolojisinin
Türk’e Türklüğünü unutturan bir ideoloji olduğu kanaatinde” olan yazar,
bu nedenle İttihat ve Terakki mensuplarını da suçlar (Koç 2008: 123¬
124).

Ömer Seyfettin, “Bomba” hikâyesinde Boris’in şahsında silahlı ça¬
tışmaya katılan bazı kişilerin II. Meşrutiyetin ilanından sonra bu eylemle¬
rinden vazgeçip Osmanlı yurttaşı olarak yaşamaya devam ettiklerini vur¬
gular. Sofya’da eğitim görüp Sosyalist fikirleri benimseyerek dağa çıkan
Boris, II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra silahını teslim edip köyüne
döner. Meşrutiyetin ilanı Boris gibi Osmanlıcılık düşüncesini benimseyip
etnik ayrımcılığa karşı çıkan kişileri umutlandırsa da komitacıların o coğ¬
rafyadaki uygulamaları onların umutlarını kırar6. Boris’in karamsar bakı¬
şı, komitacıların Osmanlıcılık düşüncesinin uygulanmasına fırsat verme¬
yeceklerinin, kendilerine karşı çıkanları da sindireceklerinin hatta öldüre¬
ceklerinin göstergesidir.

Yazar, “Hürriyet Bayrakları” hikâyesinde de Balkan kavimlerinin
Osmanlıcılık düşüncesini benimsemediklerini ifade eder. Yazar, birçok
hikâyesinde olduğu gibi bu hikâyede de savunduğu fikirlerin okuyucuları
üzerinde etkili olmasını sağlamak için karşıt görüşleri çatıştırır. Sözcüsü
konumundaki kişinin savını somut delillerle destekler. Hikâyede yazarın
sözcüsü konumundaki anlatıcı Rumeli’de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü
yıl dönümünün coşkuyla kutlandığına tanık olur. Ancak kutlamaları sa¬
mimi bulmaz. Anlatıcının bayram havasında kutlanan bu günün “hangi
milletin bayramı” olduğunu anlamlandıramayışına karşın, “Bu bizim en
büyük en şanlı, en âli bir günümüz, en mukaddes millî bayramımızdır.
Keşke üç gün olsaydı... Çünkü bir gün bir gece, pek az...” (Ömer Seyfet¬
tin 2011: 251) diyen bir Mülazım ise Osmanlı
milletinin bayramının kut¬
landığını savunur. Mülazıma göre “On Temmuz” Rumeli’de kabul görüp
Osmanlıcılık düşüncesi bu coğrafyada hala etkilidir. Mülazım bu savına
delil olarak “bin metre kadar ilerde, uçurumlu bir yarın kenarındaki kü¬
çük bir Bulgar köyün”de asılı -aslında kırmızıbiber olan- kırmızı bayrak¬
ların uzaktan “On Temmuz”u alkışlayışını gösterir. Dağların ardında
kalan Bulgar köyünün “On Temmuz”u kutsadığına inan Mülazım, düş¬
manların Osmanlı yurdunu işgal etmesi durumunda bu köy halkının Türk-
lerden önce hareket edeceğini iddia edecek kadar saftır. Bu düşüncesinin
başkaları tarafından benimsenmesini de ister. Bu nedenle Bulgarların
samimiyetini göstermek için anlatıcıyı bu köye gitmeye ikna eder. Ancak
köyde asılı nesnenin “hava aldırmak için” asılmış kırmızıbiberler olduk¬
larının fark edilmesi anlatıcının yanılmadığını gösterir; Bulgarların Os¬
manlıcılık düşüncesini benimsemediğini kanıtlar. Tanık olu¬
nan/karşılaşılan manzara karşısında yazarın sözcüsü konumundaki anlatı¬
cı fikir ve yaklaşımlarında yanılmadığına emin olur7. Bulgarların8 “en
sadık” Osmanlı yurttaşı olduklarını, komitacılara hiç destek vermedikle¬
rini savunan Mülazım ise bu tarihten sonra Balkan kavimlerinin Türklere,
dolayısıyla Osmanlı Devletine bakışının olumlu olmayacağını, Osmanlı¬
cılık fikrinin tutmayacağını9 fark ederler. Yazar bu hikâyede Bulgarların
hoşgörüsüz olduğunu da vurgular.10 Bu coğrafyayı “Sanki üzerinde insan
ve hayvan yaşamayan bir kürenin, mesela ölmüş ve donmuş denilen bir
ayın bir köşesinde idim...” (Ömer Seyfettin 2011: 250) sözleriyle nitele¬
yen anlatıcı, Bulgar köyündeki evcil domuzların kendilerine/Türklere
bakışlarıyla sahiplerinin bakışlarını birbirine benzetir.

“Nakarat” hikâyesinde de dâhil olduğu “alay”ın Manastıra taşına¬
cağı haberini üzüntüyle karşılayan anlatıcı/zabit, çorbacı olarak söz ettiği
kişiden Rada’nın sözlerinin “Bizim olacak, bizim olacak,/ İstanbul bizim
olacak.” (Ömer Seyfettin 2011: 813) anlamına geldiğini, kızın papaz
olan babasının, komitacılara katılıp önceki yıl Velmefçe’de vurulduğunu
öğrenince sarsıntı ve nefreti birlikte yaşar. Hakikat, hayale baskın gelir
(Uğurcan 2007: 147). Acı gerçekle yüzleşince ondaki aşk ve sevgi nefrete
dönüşür. Zabit/anlatıcı, kendisinin oldukça saf ve iyi niyetli yaklaşımına
karşın Bulgar kızının kendisine/Türklere nefret ve kin dolu olduğunu geç
fark eder. “Bulgar kızının cesareti ve azmi karşısında kendi ahmaklığın¬
dan, şehvet düşkünlüğünden iğrenir.” (Narlı 2007: 106). Yazar hikâyede
iki farklı Bulgar tipi sunarak o dönemde Balkan coğrafyasındaki Bulgar¬
ların, Osmanlı Devletine bağlılar ya da komitacılara destek olanlar şek¬
linde ikiye ayrıldıklarını ifade eder. Bulgar olmasına karşın komitacılara
karşı olan çorbacının anlatıcıya Rada’nın nefret dolu sözlerini söylerken
utandığına dikkat çeken yazar, bu kişinin şahsında o tarihlerde Osmanlı
Devletine sadık, komitacılara karşı Bulgarlara da rastlanabildiğim göste¬
rir. Rada ve babasının şahsında ise Bulgarların Türklere olan nefret ve kin
dolu duygularına dikkat çekip Bulgarların çoğunun Türklere bakışının
olumluya çevrilmesinin çok zor olduğunu savunur.

Ömer Seyfettin “Beyaz Lale” hikâyesinde beklentilerinin üstünde
zafer kazanan Yunan ve Bulgarların sevinç ve şaşkınlığı bir arada yaşa¬
dıklarını; Rum çocuklarının “beşikten beri ruhlarına akıtılan Türk düş¬
manlığını” açığa vurmak için fırsat bulduklarını ifade eder. Bulgarların
Balkan coğrafyasında yönetimi ele geçirdikten sonra -asırlardır Türklerin
kendilerine sağladıkları hoşgörü ve eşitlikçi uygulamaları unutup- hâki¬
miyetlerindeki topraklarda yaşayan masum ve savunmasız Türklere zu¬
lüm ve işkence yaptıklarını, bu toprakları Türk nüfusundan arındırmak
için birçok kişiyi katlettiklerini vurgular.

“Büyük Bulgaristan” idealiyle yaşayıp bu coğrafyayı Türk nüfu¬
sundan arındırmayı hedefleyen Radko, bir yaşından altmış yaşına kadar
olan erkekleri kesmeye, sekiz yaşından küçük kızları da papazlara teslim
etmeye karar verir. Altmış yaşı aşkın erkek ve kırk beş yaşını geçmiş
kadınların çocukları olmayacağı için onları öldürmeyi düşünmez, fakat
onları dahi Hıristiyanlaştırmakta kararlıdır. Radko, Türklerin güçlü ol¬
dukları dönemlerde hâkimiyetleri altındaki farklı din ve kavimlere karşı
oldukça hoşgörülü davrandığı gerçeğini inkâr etmez. Türklerin bu toprak¬
ları aldıkları zaman kendisi gibi katliam yapmamış olmasını yanılgı ola¬
rak görür. Ancak yazara göre o, Türkler kadar insancıl, hoşgörü sahibi
olmadığı için katliam yapmakta sakınca görmez. Ömer Seyfettin’in
Radko’yu oldukça acımasız vicdansız ve merhametsiz bir tip olarak çiz¬
mesi onun Bulgarlardan nefret etmesinden ileri geldiği kadar bu hikâyeyi
yazdığı sırada Türk halkının Balkan Savaşlarının acılarını ve yapılan
katliamları unutamayışından da ileri gelir. Millî duyguları öne çıkan ya¬
zar, Bulgarlara olabildiğince kötümser bakmaktadır.

“Tuhaf Bir Zulüm” hikâyesinde Bulgarlar bağımsız olmadan önce
“ihtilalci”, Bulgaristan prenslik olunca “dâhiliye memuru”, sonra da
“mebus” ve “adliye nazırı” olan Kepazef, Türkleri küçümser; Türklerin
“sosyalist”, “nasyonalist” hatta “bir şey olama”yacağım, Türklerin en
belirgin özelliklerinin “taassup” olduğunu iddia eder. Onun “taassup de¬
diği, insanların inançlarına bağlı yaşama şeklinden başka bir şey değil¬
dir.” (Enginün 1984: 56). Kepazef’in Radko’dan (“Beyaz Lale”) farkı,
katliam ve işkenceyi kan dökmeden yapmasıdır. Bulgaristan hükümeti
kurulduktan sonra bu coğrafyayı Türklerden arındırmak için birçok kişi¬
nin “katliam” teklifine karşı çıkan diplomat Kepazef, katliam yapılması
gerekenin Rumlar olduğu düşüncesindedir. Bu yaklaşım, Balkan kavimle-
rinin birbirlerine karşı da oldukça hoşgörüsüz olduğunun göstergesidir.
Ömer Seyfettin -“Beyaz Lale” hikâyesindeki gibi- bu hikâyede de Bul¬
garlarla Türkleri karşılaştırır. Türklerin iyi niyetli yaklaşım ve hoşgörülü
uygulamalarına karşın Bulgarların fırsatçı ve hoşgörüsüz olduklarını vur¬
gular. Bu coğrafyada ulus devletlerini kurmayı hedefleyen Bulgarların
emellerine ulaşmak için zalim ve acımasız davrandıkları, ötekileştirdikle-
ri Türkleri bu topraklardan kovmak için onların en hassas oldukları dinî
inançlarından yararlandıkları fikrini somut delillerle kanıtlamaya çalışa¬
rak Türklerin hem millî duygularını canlandırmakta hem de Bulgarlara
nefretini artırmaktadır.

“Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Öldü?) hikâyesinde Yunanlıların
Türklere bakışını ya da Türklere olan nefretini Kenan Bey ve oğlu
Primo’nun gözlemleriyle aktarır. Kenan Bey millî değerlerine yabancı
olduğu için oğlu Primo da değerlerinden habersiz yetişir (Çonoğlu 2007:
239). Kenan Bey11, yazarın ifadesiyle “dörtte üç buçuğu Yahudi ve Le¬
vanten olan sadık kardeşler ve ‘kamarad’ları arasında mühim bir nüfuz ve
itibara malik, gayet mutaassıp bir masondur”12. Yazarın hikâyeye mekân
olarak Selanik’i seçmesi de bu bağlamda önemlidir. O dönemde Selânik;
stratejik konumu, kültürel zenginliği ve hareketliliği, siyasî ve etnik ça¬
tışma ve çalışmaların merkezi oluşu dolayısıyla oldukça önemli bir şehir¬
dir (Alangu 2010: 152-153).

Kenan, Avrupalı devletlerin de desteğiyle ulus devletlerini kuran
Yunanlıların yine onların desteğini alarak ülkelerinin sınırlarını genişlet¬
meye çalıştıklarını fark eder. Avrupalıların Balkan kavimlerinin ulusal
duygularını canlandırarak onların Osmanlı’dan ayrılmalarını hızlandırış-
ları13 gözünden kaçmaz. Selanik’te Türk’e ve Türklüğe düşman halkın
sevinç ve coşku içinde oluşu dikkatini çeken Kenan, düşünce ve yakla¬
şımlarım sorgulamaya başlar. Yunanlıların ayrılıkçı politikaları, millî
değerlerine kayıtsız yaşayan Mühendis Kenan’ın dahi dikkatini çeker.
Kenan onlara söz ya da eylemle tepki gösteremez; sadece “Sevininiz,
hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için saadettir!” (Ömer Seyfet¬
tin 2011: 378) diyerek içinden tepki gösterebilir. Selânik, Yunanlılar tara¬
fından teslim alındıktan sonra Rum çocukların Türk askerlerinin artların¬
dan “Yuha Turkos, kerasadis..”14 diye bağırmalarına tanık olan Primo da
bu manzara karşısında sarsılır, ancak o tarihlerde Selânik’te yaşayan bir
çok Türk gibi o da bu olumsuz manzaraya karşı tepki gösteremez.

“Mehdi” hikâyesinde “Mülkiye-i Şahane”den mezun olup kayma¬
kam ve mutasarrıf olarak da çalışan orta yaşlı “ateşli ve mutaassıp bir
dinsiz” kişi “Müslümanların yaşamaya hakkı” olmadığını düşünür, onla¬
rın Rumeli’ye de asla geri gelemeyeceklerini iddia eder. Yunanistan top-
raklarırnn artık “hür ve medenî bir hükümet arazisi” olduğunu savunur.
Ona göre “İslamlık” o günlerde kuvvetli, ileri olan Hıristiyanların boyun¬
duruğu altındadır. Önceden Müslümanların elinde olan -Buhara, Sahra-yı
Kebir, Mısır vd.- birçok bölgenin o tarihlerde Hıristiyanların ellerine
geçmesi gibi Rumeli topraklarının da Hıristiyanların idaresinde olması
kaçınılmazdır, hatta İstanbul bile Türklerin ellerinden alınıp tarihten adla¬
rı silinecektir.

Ömer Seyfettin “Bir Çocuk Aleko” hikâyesinde Çanakkale Muha¬
rebesi günlerinde Hristiyan/Rum ve Müslüman/Türk çatışmasının Trak¬
ya’ya yansımalarını işler. Savaş dolayısıyla köy boşaltıldığından yalnız
ve çaresiz kalan Ali -Rumların arasında büyüdüğü ve Rumcayı iyi bildiği
için- kendisini Rum Aleko olarak tanıtıp Rumlarla Malkara’ya kadar
gitmeye karar verir. Daha önce Rumların “Türk’e ekmek değil, bir damla
su bile vermek” istemediklerini işiten Ali, aralarında kaldığı süre içinde
onların Türklere kin ve nefretlerinin had safhada olduğunu gözlemler.
Her sabah kilisede “Türklerin perişan olması” için dua edilmesi ve köy
halkının bu duaları “can u yürekten” tekrarlayışları Ali’nin dikkatini çe¬
ker. Efendisiyle papazın muharebeye dair bilgiler aktarırken İstanbul’un
mutlaka alınacağını, “ne kadar Türk varsa bir tane kalmamak üzere kesi¬
leceğini” söylediklerine tanık olur. Rumların kin ve nefret dolu sözleri,
Ali’ye köyündeki imamın vaazları esnasında söylediği “Hıristiyanlar da
Allah’ın kuludur, onlara fenalık etmek Müslümanlara fenalık etmekten
daha günahtır.” şeklindeki telkinlerini hatırlatır. Türk askerlerin papazlara
da “muhabbetle” selam verip “Nasılsın papaz efendi!” diye soruşlarına
tanık olan Ali, Türklerin Rumların kendileri ha
kkında, nasıl plânları ol¬
duklarından habersiz oluşlarına üzülür. Müslümanların iyimser bakışına
karşın Hıristiyanların düşmanca yaklaşımlarını fark eder. Ali bir sembol¬
dür. Ömer Seyfettin, Ali’nin gözlemleriyle Hıristiyanlara/Rumlara yükle¬
diği olumsuz imajını güçlendirir. Yazar, Ali’nin karşılaştığı karşıt davra¬
nışlarla iki farklı dinin/ulusun mensubunun ötekine bakışına işaret eder;
Müslümanların/Türklerin insancıl yaklaşımına karşın Hıristiyanla¬
rın/Rumların düşmanca tavır içerisinde oldukları fikrini savunur.

Hikâyedeki büyük Yunanistan hayaliyle yaşayan Papaz da köy
halkı da Çanakkale Türklerden alınamadığı için üzgündürler. Ancak
emellerine ulaşmaları zor olduğu için çözümü iftira ve hileye başvurmak¬
ta bulurlar. Papaz, kimsesiz olduğunu sandığı Ali/Aleko’ya “senin anan,
baban milletindir.” diye telkinde bulunup ona Türk görüntüsü vererek
onu kendisine verdiği mektubu Çanakkale’deki İngiliz kumandanına tes¬
lim etmek için görevlendirir. Papaz ona bu görevi ne kadar kutsal görev
olarak yaptırmayı düşünürse -tanık olduğu düşmanlık ve işittiği kanlı
plânlar dolayısıyla millî bilinci uyanan- Ali de bu görevi onların aleyhine
sonuçlandırmayı o derece kutsal görev olarak telakki eder. Bu nedenle
mektubu Çanakkale’de Türk paşasına götürüp onu Rumların Türklere
bakışı ve kanlı plânlarından haberdar eder. Papazın mektubunda Türkle¬
rin silahsız halka zulmettikleri iftirasında bulunduğunu, İngiliz Paşasın¬
dan “Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyo¬
ruz. Her sabah sizin için dua ediyoruz.” (Ömer Seyfettin 2011: 1388)
şeklinde yardım istediğini de okuyan Türk Paşa, Ali’den Türk zabitlerin
bu iftiraların tam aksi yönde davrandıklarını öğrenir; iftiralarda bulunan
casusun tutuklanmasını emreder.

2.2.Türklerin Balkan Kavimlerine Bakışı

Ömer Seyfettin’in Balkan kavimlerine -özellikle Bulgarlara- bakışı
olumsuzdur. Yazar hikâyelerinde Bulgarların Balkanlardan Türkleri
kovmayı, bu coğrafyadaki Türk kültür ve kimliğini yok etmeyi plânladık¬
larını sıklıkla vurgular. Yazarın Bulgarlara olumsuz bakışı, onun Türkçü¬
lük/milliyetçilik düşüncesini benimsemesiyle birlikte Türk halkının Bal¬
kan Savaşlarının sarsıntılarını uzun süre üzerinden atamayışla da ilgilidir.
Erol Köroğlu Balkan Savaşı’ndaki yenilgi ve bu savaş sonrasında bir yıl
esir kalışı dolayısıyla Ömer Seyfettin’in “‘öteki’ne göre biçimlenen, ne¬
gatif bir ulusçuluk yaklaşımı sergilediği”ni söyler (Köroğlu, 2004:363).
Herkül Milas ise Ömer Seyfettin’in “ulusal bir yok olma ‘fobi’si içerisin¬
de yaşa”dığına, Balkanlardaki ulusal bağımsızlık mücadelelerinin bu
korkuyu daha da artırdığına, Türklerin millî devletlerini kurarak kurtula¬
bileceklerini düşünerek; komşu ulusları “uzlaşılamayacak düşman” ola¬
rak algıladığına dikkat çeker. O dönemin “egemen pratiği” göz önünde
tutulduğunda yazarın bu konuda “gerçekçi” olduğunun söylenebileceğine,
Yunan ulusu ve bu ulusun uzantısı olan Rumların da bu anlayış sonucu
“düşman”15 olarak algılandığına dikkat çeker.

“Nakarat” hikâyesinde Pirbeliçe’nin Babina köyünde zabit olarak
görevli bulunan anlatıcı, bir Bulgar kızının “Naş, naş/ Çarigrad naş... Ras
va tri.” şeklindeki sözlerini işitip “Seni çok seviyorum, senin için ölüyo¬
rum!” (Ömer Seyfettin 2011: 813) anlamına gelen aşk sözleri sanır; yurt
sevgisini içselleştirdiği hâlde Bulgar kızıyla kaçmayı dahi hayal eder16.
Dağ köyünde bunalan zabit için Bulgar kızının sözleri umut/teselli olur.
Millî duyguları güçlü olan zabitin Bulgar kızına âşık oluşu bu köyde ken¬
disini “yalnız” hissetmesiyle ilgili olduğu kadar Bulgarlara tamamen
olumsuz imaj yüklememesinden de ileri gelir. Ancak Rada’nın kendisine
dolayısıyla Türklere olumsuz bakışını görünce onun Bulgarlara bakışı da
değişir. “Ah bu tenha, bu kuşsuz ormanların içinde keşke bir çeteye rast
gelseydim. Keşke beni öldürselerdi. Kendime karşı duyduğum nefret,
vicdanımdaki ateşten azap beni eritiyordu.”(Ömer Seyfettin 2011: 813)
diye düşünerek kendisinden nefret eden zabit, bir hafta “Velmefçe or¬
manlarında kendince mukaddes bir fikir için ölen komite papazının o
cesur kızıyla” arasındaki farkı düşünür. Ömer Seyfettin bu hikâyede
Türklerin “milliyetçiliği idrakte” geç kalışını ifade etmektedir (Alangu,
2010: 109). Hikâyenin başında “Gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski
bir zabitin hatıra defterinden” epigrafını kullanarak hikâyedeki konunun
gerçek bir olaya17 dayandığı izlenimi uyandırır.

Ömer Seyfettin’in “Primo Türk Çocuğu” hikâyesinde/ hikâyelerin¬
de de Yunanlılara olumsuz bakışı dikkati çeker. Yazarın Yunanlılara
bakışı Bulgarlara bakışıyla paralellik gösterir. Yazar, Kenan Bey ve oğlu
Primo’nun şahsında Yunanlıların ayrılıkçı politikalarının millî değerleri¬
ne yabancı kişilerin millî bilinçlerinin uyanmasında etkili olduğunu ifade
eder. Mühendis Kenan, Yunanlıların ülkelerinin sınırlarını genişletme ve

Türkleri Balkanlardan kovma planlarım gözlemler.18 İtalya’nın Trablus-
garp’ı işgali ve Balkan kavimleri arasında ayrışmanın hızlanması üzerine
millî duyguları canlanmaya başlayan Kenan’ın, eşi Grazia’ya bakışı da
değişir19. Arkadaşı Orhan’ın telkin ve sözlerinden oldukça etkilenen
Primo’nun millî duyguları uyanur; Primo “-Ben Turko, ben Turko... Ben
yok İtalyano...”(Ömer Seyfettin 2011: 391) diyerek annesiyle İtalya’ya
gitmeyip babasıyla Selanik’te kalmayı tercih eder. 20 Primo telkinle babası
ise gözlemle millî bilinç kazanır21. O tarihten sonra Yunanlılara -hatta
bütün Balkan kavimlerine- bakışları da değişir.

“Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Öldü?) hikâyesinde özüne dönen Ke¬
nan Bey’in oğluna “Oğuz” adım vermesi sembolik anlam taşımaktadır.22
Kenan Bey, oğluna Balkan kavimleri içerisinde en çok Arnavutların23
Osmanlılara ihanet ettiğini Rum, Sırp ve Bulgarların da Türklere düşman
olduklarını telkin eder. Balkan kavimlerinin birlik olup Türkleri Rume¬
li’den kovmayı plânlamalarından üzüntüyle söz eder. Türklerin Rume¬
li’den kovulma plânları Primo’yu/Oğuz’u sarsar. Yunanlıların küçük
erkek çocuklarını Hıristiyanlaştırmak için Yunanistan’a göndermekle ve
daha birçok uygulamayla asıl amaçlarının “Rumeli’de Türk namını kal¬
dırmak” olduğunu düşünür. Yunanlıların bu yöntemini İspanyolların En¬
dülüs’te, Almanların Hotanto havalisinde, İtalyanların Trablusgarp’ta
uyguladıkları “çirkin ve kanlı usul”lere benzetir. Yunanlılar da onlar gibi
Selanik’te Türklüğe ait hiçbir iz bırakmamaktadırlar.

“Bir Çocuk Aleko” hikâyesinde Rumların düşmanca tutumları ve
kanlı plânları küçük bir çocuk olan Ali’nin millî duygularını canlandırır.24
Rumlarla İngilizlerin parolasını bilen Ali’nin -Rumca bildiği için- kendi¬
sini Rum olarak tanıtıp İngilizlerin arasına girme fikrinin Paşa tarafından
da onaylanması Ali’ye plânlarını uygulama fırsatı verir. Ali; Papazın
“Milleti için ölenler daima yaşarlar.” şeklindeki sözlerini hatırlar; bu sözü
hayalinde köyünün imamına söyletir ve içinden “Bir insan ne kadar yaşa-
sa yine ölecek değil miydi?” diye düşünüp “vatanı ve milleti için ölmeyi
göze alır”, düşmanlara darbe indirmek için plân yapar. (Enginün, 1991:
414) Ali oyalanarak bombayı İngiliz karargâhında patlatır, kendisini mil¬
leti için feda eder, düşmanlarından intikam alır. Ömer Seyfettin, Ali ör¬
neğinde Türk çocuğunun, yurdu ve milletinin geleceğini tehlikeye düşün¬
ce tereddüt etmeden canını feda etmeye hazır olduğunu gösterir. O tarih¬
lerde -I. Dünya Savaşı yıllarında- zaten Türklere karşı savaşan İngilizle-
rin de Türklere tuzaklar kurduklarına dikkat çeker.

3. Balkanlardaki Yerleşim Birimlerinin Demografik Yapısın¬
daki ve Görünümündeki Değişim

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çıkan savaş ve çatışmalar
Balkan coğrafyasının nüfus yapısını değiştirmeye başlar. Özellikle 1877¬
1878 Osmanlı-Rus savaşı esnasında birçok Müslüman Türk’ün öldürül¬
mesi ya da sürülmesi, bu topraklardaki Müslüman Türk sayısını azaltır,
buralardan Türk kimliği silinmeye başlar. Balkanlı müttefiklerin bu coğ¬
rafyadan Müslüman Türk nüfusunu yok etmek için işkence ve katliamlar
yapması sonrasında Balkanlarda Müslüman Türk nüfusu oldukça azalır.
Ömer Seyfettin hikâyelerinde bu değişime dikkat çeker, Balkan kavimle-
rinin buradaki şehirlerden Türk ve Müslümanlığa ait eserleri de yok et¬
meye başladıklarını gösterir.

“Beyaz Lale” hikâyesinde Bulgarlar, halka zulmettikleri gibi
“maddî varlıklara da hücum ederler.” (Demir 1987: 60). Binbaşı
Radko’nun emriyle Türklere ait bütün nesnelere zarar verilir. Hâkimiyet
altına alınan şehirlerde bulunan camilerdeki eski halılar, antika seccade¬
ler, kıymetli levhalar Sofya’ya gönderilerek Çar Ferdinand’a verilecek;
şehrin en meşhur ve büyük camisi olan Sultan Camii’nin minaresi kısa
sürede yıkılıp cami kiliseye çevrilecek, kubbenin üstündeki hilal indirilip
yerine Bulgar arması asılacaktır. Gazi Evrenos Camii’ne halkalar mıhla¬
narak bu cami ordu mekkârelerine ahır, Halil Paşa Camii de domuz pas¬
tırmalarına depo yapılacaktır. Katakoz, Süleyman Efendi ve Tarhuncu
Muhittin Camileri temellerinden yıkılacaktır. Bu uygulamalar masum
insanlara işkence uygulayan Bulgarların, onlara ait maddî varlıklara da
zarar verdiğini, Osmanlılığı ve ona ait kültürü hatırlatan her nesneye de
düşman olduklarım gösterir. Türklerin, Bulgarların mabetlerine göster¬
dikleri saygıya ve dinî inançlarına hoşgörülerine karşın onlar, camileri
kullanılması telaffuz dahi edilmemesi gereken amaç için kullanmaya
karar verirler.

“Tuhaf Bir Zulüm” hikâyesinde Kepazef’in uygulamaları dolayı¬
sıyla huzursuz olan Türkler İstanbul’a göçünce Deliorman’da Bulgarlar
çoğunluğu oluşturmaya başlar. Kaymakamın iddiasına göre iki yıl içeri¬
sinde bu yerleşim yerinde Türk nüfusu kalmaz.

“Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Doğdu?) hikâyesinde uzun yıllar si¬
yasî kargaşa ve çatışmalara sahne olan Selanik oldukça tahrip edildiği
için şehirden Türk kimliğinin silinmeye başladığı vurgulanır. Yazar şeh¬
rin karmaşık yapısı ve yorgun hâliyle Mühendis Kenan arasında paralellik
kurar. Selanik şehri gibi kozmopolit olan Mühendis Kenan’ın ruh hali de
karmaşıktır. İtalyan bir kadınla evlenip Türk kültürüne yabancılaşan Ke¬
nan, Selanik gibi ne Türk kültürünü içselleştirir/Osmanlı olabilir ne de
Türk kültüründen/Osmanlı’dan kopabilir. Ancak sokak konuşmaları ara¬
sında bir tane Türkçe kelime işitmeyip fesli bir kişiyle karşılaşmamasına
rağmen şapkalı insanlar dikkatinden kaçmaz.

“Primo Türk Çocuğu” (Nasıl Öldü?) hikâyesinde Primo, kısa süre
içerisinde bu Selanik’ten Müslüman ve Türk kimliğinin kolayca silindi¬
ğine tanık olur. Şehirde mektepler kapanır, bu mekânları Yunanlılar dol¬
durur. Osmanlıların Selanik’i Yunanlılara teslim etmesi üzerine sokakları
“şapkalılar” kaplar. Selanik, Yunanlılara teslim edilmeden önce Osmanlı
yurttaşlığı kimliğini öne çıkaran Yahudiler25 Yunan süvarileri şehre gir¬
dikten sonra dükkânlarını mavi ve beyaza boyayıp Rumların tarafında yer
almış görüntüsü verirler.

“Mehdi” hikâyesinde Serez istasyonundan trene binen anlatıcı, mi¬
nareler yıkılarak mescitlerinin üzerine haçlar asıldığına; Rumeli’deki
birçok köyden Türk kimliğinin silinip “ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara
çanlarırn ulutmak için” Kafkasya’dan Selânik’e vapurlarla getirilen Rum¬
ların yerleştirildiğine tanık olur. Anlatıcı ve yanındakiler “düşmanın öz
vatanından kopardığı altın sahraları görmemek için” başlarını eğerler.
Rumeli’nin Türk ve Müslüman kimliğinden arındırıldığı günlerde “Acaba
buraları ne vakit Türk askeri gelip alacak?” (Ömer Seyfettin 2011: 342)
diye düşünen kişiler de vardır. Ömer Seyfettin bu kişinin şahsında o tarih¬
lerde Rumeli coğrafyasının yeniden Türklerin hâkimiyetine gireceği
umuduyla yaşayanlara hala rastlandığını, umudunu yitirmeyenlerin oldu¬
ğunu ifade eder. Ancak orada bulunan “şık ve iri genç” ise “artık buralara
Türk ayağı basamaz” karşılığını vererek; bu toprakların yeniden Türkle-
rin eline geçmesinin mümkün olmayacağı fikrini savunur. Ömer Seyfettin
bu kişilerin yaşadıkları travmayla, asırlardır Balkanları öz yurt olarak
gören Müslüman Türk halkının, bu coğrafyanın demografik yapısındaki
ve görünümündeki keskin değişimi kabullenmesinin, Rumeli coğrafyasını
Osmanlı haritasının dışında düşünmesinin çok zor olduğunu ifade eder.

Ömer Seyfettin “Türbe” hikâyesinde de Balkan şehirlerinden Türk
kimliğinin silinmeye başladığını mizahî bir üslupla ifade eder. Hikâyede
Selanik şehrindeki değişim otuz yıl önce eşi öldüğünden beri dışarı çık¬
mayan Şefika Molla’nın bakışıyla aktarılmaktadır. Rahmetli eşi Hafız
Mehmet Efendi’den Vali Mürtet (Mithat) Paşa’nın “mezarlıkları boz¬
durduğunu işiten kadın, “Beyaz Kule”nin yakınlarındaki mezarlıkların
kaldırılıp tarlalar olarak kullanıldığını ve buralara evler yapıldığını gö¬
rünce her tarafı “gâvur kapla”dığına hükmedip üzülür. “Belediye abdest-
hanesi”ni türbe sanıp rahatlasa da şapkalı, fesli ve “frenk gömlekli”lerin
bu binaya girdiklerini görünce “Artık bu dünya batmasın da neresi bat¬
sın. (...) Hiçbir türbeye, bir evliyanın yanına gâvur girer miydi?”(Ömer
Seyfettin, 2011: 924) diye tepki gösterir. Ancak Müslüman olduğunu
öğrendiği zabite şikâyette bulununca, ondan “belediye abdesthanesi” olan
binaya herkesin girme hakkına sahip olduğunu öğrenir.

Sonuç

Meşrutiyet döneminin önemli yazarlarından olan Ömer Seyfettin’in
hikâyelerinde 19. yüzyıldan itibaren Balkan coğrafyasında çıkan siyasî,

üst ederler (Hatipoğlu 1999: 310).

etnik çatışmalar önemli bir yer tutmaktadır. Yazarın belirli bir süre bu
coğrafyada görevli ve esir olarak kalması ona bu topraklarda yaşanan
siyasî, sosyal gelişmeleri yakından gözlemleme fırsatı vermiştir. Tanık
olduğu durum ve manzaraları günlüklerine not eden yazar, daha sonra
yazdığı hikâyelerinde bu anı ve izlenimlerinden yararlanmıştır. Yazarın
hikâyelerinde “günlük”, “mektup” vb. anlatım tekniklerinden de yarar¬
lanması hikâyelerinde yaşanmışlığın önemli bir yer tuttuğunu göstermek
amacıyladır.

Ömer Seyfettin Balkanlardaki siyasî, etnik çatışmaları konu alan
hikâyelerinde 19. yüzyıldan itibaren bu topraklarda yaşanan savaş ve
çatışmaların, asırlardır bu topraklarda huzur içerisinde yaşayan halkı can
ve mal güvenliği bakımından endişelendirdiğini sıklıkla tekrarlar, halkın
yaşadığı acıları dramatize eder. Bu topraklarda asırlarca Türklerle birlikte
yaşayan Balkan kavimlerinin -Avrupalı devletlerin de desteğiyle- güç
kazandıktan sonra Türkleri Balkanlardan kovmak, Türk kimliğini bu coğ¬
rafyadan silmek için işkence ve katliamlara başvurmalarını, masum halkı
katledişlerini sert bir üslupla eleştirir. (“Beyaz Lale”, “Tuhaf Bir Zulüm”
vd. ) Komitacıları olumsuz sıfatlarla niteleyen yazar, onların eylemlerinin
insaniyetten uzak olduğunu somut örneklerle göstermeye çalışır. Komita¬
cıların sadece Türklere değil kendilerinin tarafında yer almayan soy¬
daş/dindaşlarına (“Bomba”) karşı da oldukça acımasızca davrandıklarına
dikkat çeker.

Yazarın Balkan uluslarına olumsuz bakışı -bu yazıda incelenen-
bütün hikâyelerde kendisini hissettir. Yazar, milliyetçilik düşüncesinin
etkisinde kalan Balkan kavimlerinin Avrupa devletlerinin de desteğini
aldıktan sonra Rumeli coğrafyasını Türklerden arındırmak, bu coğrafya¬
dan Türk kültür ve kimliğini silmek için gösterdikleri mücadeleleri ayrın¬
tılı biçimde işler, onlara olumsuz bakışını okuyucuya hissettirir, hatta
nefretinin okuyucular üzerinde de etkili olmasını amaçlar. Balkan kavim-
lerinin etnik ayrımcılığı öne çıkarmasının ve Türkleri düşman olarak
görmesinin Osmanlı yurttaşı olarak yaşayan ve yaşamaya devam etmeyi
düşünen bazı Bulgarları da (“Nakarat”) üzdüğünü ifade eder.

Yazarın Yunanlılara bakışı, Bulgarlara bakışıyla paraleldir.
Rum/Yunanlılara çoğunlukla olumsuz imaj yükleyen yazar Avrupalı dev¬
letlerin desteğini kazanan Yunanlıların yönetimini ele geçirdikleri toprak¬
lardan Türk kimliğini hemen silmelerini (“Primo Türk Çocuğu”, “Meh¬
di”) eleştirir. Ömer Seyfettin Balkan kavimlerinin Osmanlı Devletinden
ayrılmak için gösterdikleri mücadele ve düşmanca tutumlarının, millî
değerlerinden habersiz yaşayanlarının millî bilincinin uyanmasında da
etkili olduğunu (“Primo Türk Çocuğu”) ifade eder.

Ömer Seyfettin, Balkanlarda art arda yaşanan siyasî ve etnik çatış¬
malar dolayısıyla Balkanlardaki yerleşim birimlerinin tahrip olduğunu
(“Beyaz Lâle”, “Primo Türk Çocuğu”), Balkan şehirlerindeki Türk nüfu¬
sunun oldukça azaldığını ve belirli bir süre sonra bu coğrafyadan Türk
kimliğinin silindiğini (“Tuhaf Bir Zulüm”, “Mehdi”, “Türbe”) vurgular.

KAYNAKÇA

ALANGU, Tahir (2010): Ömer Seyfettin Ülkücü Bir Yazarın Romanı, Yapı Kre¬
di Yayınları, İstanbul.

ARGUNŞAH, Hülya (2003), Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde İnsan, Bilge Ya¬
yınları, Ankara.

BURCU, Ebru (2004). “Ömer Seyfettin’den ‘Millî Benliğe Dönüş’ Çağrısı:
Primo Türk Çocuğu”,
Bilig, S. 30, Yaz 2004, s. 142-147.

CUNBUR, Müjgan (1992), “Ömer Seyfettin’in Hayatı ve Eserleri”, Doğumun
100. Yılında Ömer Seyfettin,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s. 1¬
18.

ÇAĞIN, Sabahattin (2010), “Fikir Akımları Karşısında Ömer Seyfettin”, Ömer
Faruk Huyugüzel’e Armağan,
Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, s. 223¬
234.

ÇONOĞLU, Salim (2007), “Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Millî Kimliğin
Yeniden İnşasında Millî Kültür Unsurlar”,
T. C. Gönen Belediyesi 1.
Dünden Bugüne Ömer Seyfettin Sempozyumu (9-11 Mart 2007) Bildiriler,
Gönen Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, s. 235-244.

DEMİR, Yavuz (1987), “Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Bulgar Zulmü”, Türk
Edebiyatı,
S. 170, Aralık 1987, s. 59-60.

ENGİN, Ertan (2010), Türk Romanında Ermeniler, 1874-2010, (Marmara Üni¬
versitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Te¬
zi), İstanbul.

ENGİNÜN, İnci (1984), “Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Yabancılar”, Doğu¬
mun 100. Yılında Ömer Seyfettin,
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fa¬
kültesi Yayınları, İstanbul 1984, s. 51-78.

ENGİNÜN, İnci (1991), “Ömer Seyfettin ve Çocuklar”, Yeni Türk Edebiyatı
Araştırmaları,
Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 409-415.

ENGİNÜN, İnci (1992), “Ömer Seyfettin’in Hikâyeciliği”, Doğumun 100. Yılın¬
da Ömer Seyfettin
, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s. 37-49.

GÜNEŞ, Mehmet (2009), Aka Gündüz’ün Roman, Hikâye ve Tiyatrolarında
Sosyal Meseleler (1909-1958),
(Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştır¬
maları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul.

HATİPOĞLU, Murat (1999), “1897 Osmanlı-Yunan Harbi ve Yunanistan’ın
Makedonya Politikası (1897-1913)”,
Osmanlılar, C. 2, Yeni Türkiye Ya¬
yınları, Ankara, s. 306-313.

HUYUGÜZEL, Ö. Faruk (2004), “Ömer Seyfettin’in İzmir Yılları ve Bu Devre¬
de Verdiği Eserler”,
İzmir’de Edebiyat ve Fikir Hareketleri Üzerine Araş¬
tırmalar,
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, İzmir.

KAPLAN, Mehmet (1994), “Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu”, Türk Edebiyatı
Üzerinde Araştırmalar 2,
Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 248.

KARPAT, Kemal H. (2009), “Sosyal Ortam ve Edebiyat: Ömer Seyfettin’in
(1884-1920) Edebî Eserlerinde Jön Türk Döneminin (1908-1918) Yansı¬
ması”,
Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İs¬
tanbul, s. 189-228.

KOÇ, Murat (2008), “Ömer Seyfettin’in Eserlerinde II. Meşrutiyet ve İttihat ve
Terakki”,
Bilig, S. 47, Güz 2008, s. 121-144.

KÖROĞLU, Erol (2004), Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918)
Propagandadan Millî Kimlik İnşasına,
İletişim Yayınları, İstanbul.

MİLLAS, Herkül (1996), “Türk Edebiyatında Yunan/Rum İmajı: Ömer Seyfet¬
tin”,
Kebikeç, S. 3, s. 25-38.

MİLLAS, Herkül (2005), Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik, İleti¬
şim Yayınları, İstanbul.

NARLI, Mehmet (2007), “Ömer Seyfettin’den Cemal Şakar’a Öykü ve İroni”,
İlmî Araştırmalar, S. 24, s. 103-115.

ORTAYLI, İlber (1995), “Balkan Milliyetçiliği”, Türkiye Günlüğü, nr. 36, Eylül-
Ekim1995, s. 5-10.

ÖNERTOY, Olcay (1992), “Ömer Seyfettin’in Milliyetçilik Düşüncesi”, Doğu¬
mun 100. Yılında Ömer Seyfettin,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
s. 73-85.

Ömer Seyfettin (2000), Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar, Hatıralar, Mektuplar,
(hzl Hülya Argunşah), Dergâh Yayınları, İstanbul.

Ömer Seyfettin (2001), Makaleler 1-2.C, (hzl Hülya Argunşah), Dergâh Yayınla

Ömer Seyfettin (2011), Bütün Hikâyeleri, (hzl. Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.

ÖZKÖK, Seher (2007), “ ‘Beyaz Lale’: Negatif ‘Öteki’nin Söylemi ve Eylemi
Üzerinden İnşa Edilen Millî Bilinç”,
T. C. Gönen Belediyesi 1. Dünden
Bugüne Ömer Seyfettin Sempozyumu (9-11 Mart 2007) Bildiriler,
Gönen
Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, s. 125-130.

POLAT, Nâzım Hikmet (1998), Külliyatına Girmemiş Yazılarıyla Ömer Seyfet¬
tin
, Arma Yayınları, İstanbul.

POLAT, Nâzım Hikmet (2011), “Ömer Seyfettin Hakkında”, Ömer Seyfettin
Bütün Hikâyeleri,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

ŞIVGIN, Hale (1999), “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Balkan İttifaklarının
Öne Kiliseler ve Çeteler Arasında Başlaması”,
Osmanlılar, C. 2, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara, s. 478-480.

TOKAY, A. Gül (1999), “Osmanlı-Bulgaristan İlişkileri: 1878-1908”, Osmanlı¬
lar,
C. 2, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s. 319-328.

TORUN, İbrahim (2004), “Ömer Seyfettin’in Askerlik ile İlgili Görüşleri ve
Öykülerindeki Asker Tipleri”,
Türk Dili, S. 634, Ekim 2004, s. 477-488.

TURAL, Sadık (1984), “Ömer Seyfettin’in Hayatı ve Eserleri”, Doğumunun 100.
Yılında Ömer Seyfettin
, s. 9-39, Marmara Üni. Yayınları, İstanbul.

UĞURCAN, Sema (2007), “Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Hayal-Hakikat
Çatışması”,
T. C. Gönen Belediyesi 1. Dünden Bugüne Ömer Seyfettin
Sempozyumu (9-11 Mart 2007) Bildiriler,
Gönen Belediyesi Kültür Ya¬
yınları, İstanbul, s. 143-152.

YÖNTEM, Ali Canip (1947), Ömer Seyfettin (1884-1920) Hayatı-Karakteri,
Edebiyatı, İdeali ve Eserlerinden Numuneler,
Remzi Kitabevi, İstanbul.

YÜCEBAŞ, Hilmi (1960), Ömer Seyfettin Hayatı-Hatırları-Şiirleri, Ahmet Halit
Yaşaroğlu Kitaçılık, İstanbul.

1

Dr. Marmara Üni. Fen-Ed. Fak. TDE Böl. mgunes@marmara.edu.tr

2

Seher Özkök, yazarın bu hikâyede kadınların katledilişini öne çıkarmasını
milliyetçilik düşüncesinde kadının algılanışı ile ilişkilendirir. Milliyetçilik
düşüncesinde anne kimliği ön plana çıkarılan kadının, “milletler arasındaki
farkların üretim mekânı” olup karnında taşıdığı çocuğu doğurarak milletine
kattığını, doğurduktan sonra milletinin kültürünü öğretip, “soyun ve kültürün
sürekliliğini sağla”dığını, Balkaneski’nin bu nedenle kadınları öldürdüğü-
nü/öldürtüğünü söyler. Kadınların “süt dolu memeler ve rahimin düşman ta¬
rafından deşil”mesini de bu bağlamda dikkate değer bulur (Özkök 2007:128¬
129).

3

Ömer Seyfettin hikâyelerini yazarken gözlemlerinden, anılarından yararlanır;
yaşanmışlık onun hikâyelerinde özel bir yer tutar. O, “Balkan Harbi Hatırala¬
rında” da Yunan çocuklarının düşmanca sloganlar söylediğini, sokaklara
Türkler aleyhinde birçok levhanın asıldığını belirtir (Ömer Seyfettin 2000:
305-306).

4

Yazar, Makedonya’nın o tarihlerde insanî muamele, güven ve huzurdan yok¬
sun olduğunu vurgulamak için Boris’e onun gözünde idealleşen Amerika’yı
her yönüyle olumlu bir ülke olarak çizdirip idealize ettirir. Boris ve ailesinin
Makedonya’da her dakikaları “elem, matem, ıstırap”, tedirginlik içerisinde
olup can, mal ve namus güvenlikleri yoktur. Bu nedenle Boris, öz yurdu
Makedonya’yı “yamyamlar memleketi” diye niteler. Makedonya’dan nefret¬
leri öyle bir hâl alır ki kendi evlerinden bile “Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu
zulmet ve dehşet yuvası” diye söz ederler. “Siyah, müthiş Balkanlar” şeklin¬
de söz ettiği öz yurdu, ona gelecekte Amerika’da yaşarken de korku ve nefre¬
ti çağrıştıracak; bu coğrafyayı “pis ve dar sokaklar”ı, “sefil ve üryan adam-
lar”ı, “kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar”ı, “kara, müstekreh ve keskin
baltalar”ıyla hatırlayacaktır.

5

Yazar “Ashâb-ı Kehfimiz” hikâyesinde de Dikran Harikyan’ın şahsında Er-
menilerin Osmanlı devletinden ayrılmak için II. Meşrutiyetin ilanını değer¬
lendirdikleri düşüncesini savunur (Enginün 1984: 70; Engin 2010: 110-114).

6

   Bu coğrafyadaki olumsuz durumu “Hele burada, bu pis ve vahşî yerde, bu
zalim Makedonya’da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah, bu kanlı Make-
donya!..”(Ömer Seyfettin 2011: 204) sözleriyle belirten Boris, komitacıların
yaklaşım ve uygulamaları dolayısıyla Balkanların geleceğini aydınlık gör¬
mez. Eşi Magda da Sosyalistlerin hayalinin gerçekleşeceğine inanmaz; fikir
ve ideallerinin teori ve hayalde kalıp uygulanamayacağını, bölge halkının
“fenalar” olarak nitelendirdiği komitacıların “elinde esir olacağını” düşünüp
karamsarlaşır.

7

   Hülya Argunşah, tezleri olan bir yazar olarak Ömer Seyfettin’in hikâyelerin¬
de anlatıcı olan ‘ben’lere kendi tecrübelerini yüklediği düşünüldüğünde bu

hikâyenin anlatıcısının, yazarın fikirlerinin de savunucusu olan zabitin insa¬
nın önceden görme kabiliyetinin temsilcisi olduğunu ifade eder. Balkan ka-
vimlerini tanıyan, milliyetçilikle ilgili gözlem ve tecrübeleri olan anlatı¬
cı/zabit, onların Osmanlılık düşüncesini benimsediğine ihtimal vermez
(Argunşah 2003: 28).

8

   Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından Balkanlarda kısa bir süre için de olsa
bölgede farklı unsurlar meşrutiyet altında barışçıl bir ortamda beraber yaşa¬
yabilecekleri izlenimi verirler. Bulgarlar Meşrutiyet’in ilanından memnun gö¬
rünmekle beraber bazı huzursuzlukları da oluşur. Bir yandan meşrutiyetin
doğru olarak uygulandığı takdirde, Bulgarların siyasî ve maddî olarak geliş¬
mesine fırsat tanıyacağı, bu gelişmenin de iki ülke arasındaki savaş tehlikesi¬
ni büyük ölçüde azaltacağı düşünülür. Bir yandan da uluslar arası baskı sonu¬
cu Bulgaristan’ın Makedonya’daki emellerinden vazgeçmek zorunda kalma¬
sından korkulur. Bu şartlar altında gerek Bulgaristan’da gerekse Makedon¬
ya’daki Bulgarlar arasında meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte gelecekleri
hususunda belirsizlikten doğan bir huzursuzluk hissedilir (Tokay 1999: 325¬
326).

9

   “Hürriyet Gecesi” hikâyesinin anlatıcı kişisi de II. Meşrutiyet’in/hürriyetin
ilanını olumlu bir gelişme olarak göremez. Bu sevincin kısa süreceğini Os¬
manlı Devleti’nin güçlenmesinden endişelenen düşmanların ittifak edip hü¬
cuma kalkışacaklarını, hatta “cihan harbi” çıkacağını söyler (Ömer Seyfettin
2011: s. 476).

10

   Ömer Seyfettin bu hikâyede Bulgarlardan hep olumsuz sıfatlarla söz eder.
Örneğin anlatıcı ve Mülazım’ın evlerine yaklaştığını gören -yazarın “pis, sarı
esmer bir kadın hain ve mavi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi”
şeklinde söz ettiği- Bulgar kadın onları süzer, onlara havlayan köpeği de
uyarmaz. Mülazım, Bulgar’a “Kolay gelsin gaspodin!” şeklindeki iyi niyetli
ve dostça sözlerine “-Neznam Türkçe bre.” (Ömer Seyfettin 2011: 256)
şeklinde “Türkçe bilmiyorum.” karşılığı alır.

11

   Paris’te eğitim gören Kenan yurda döndükten sonra İzmir’de çalışırken İtal¬
yan bir kadınla tanışıp evlenir. İtalyan asıllı eşi Grazia, Türk düşmanıdır. Ke¬
nan Bey de Türk kültürüne oldukça yabancılaşmıştır. Yazar ondaki bu ya¬
bancılaşmayı “Ecnebi ve Levanten mahfillerinde, taassup ve hayvanlık deni¬
len Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıy¬
la, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve
şuhluğu ile meşhurdu.”(Ömer Seyfettin 2011: 368) şeklindeki ifadelerle be¬
lirtip onu karikatürize eder. Çocuklarına İtalyanca “Primo” adını verirler.

12

   Ali Canip İttihat ve Terakki Cemiyetinin, Meşrutiyetten önceki faaliyetlerin¬
de Mason kulüplerinden yararlandığını, o dönem ve sonrasında masonluğun
şehirde çok yaygın olduğunu ve arkadaşları içerisinde Ziya (Gökalp), Ömer
(Seyfettin) ve kendisinden başka mason olmayan kimse kalmadığını; kendile¬
rinin masonluğun “insaniyetperverlik süsü altındaki kozmopolit temayülüne
muhalif” olduklarını belirtir. İtalyanların Trablusgarp’ı işgal ettiği bu tarih¬
lerde Selanik’teki en güçlü mason locası da Italyan locasıdır. Kendilerinin
“insanlık”, “beynelmileliyetçilik” fikirlerine hücum ettikleri sıralarda İtalyan¬
ların şehre ateş saçmaları ve masum halktan yakaladıklarını asmaları, “mason
geçinen arkadaşları”nı da şaşırtmıştır. Ömer Seyfettin de “büyük bir yeis ve
ıstırap” içinde bu hikâyeyi yazar. Bu hikâye millî duygularla dolu bir hikâye
olduğu kadar “beynelmileliyet” fikrine “nasıl ve nereden darbe vurulursa da¬
ha amansız olacağını kestiren usta bir propagandacı muharrir mahsulü oldu¬
ğunu göster”mektedir ( Yöntem 1947: 22).

13

   İlber Ortaylı “Balkan Milliyetçiliği” yazısında Balkan milliyetçiliğinin -
Türkler ve Arnavutlar dışında- Balkan kavimlerinin kendi içlerinde oluştuğu
kadar dış güçler tarafından da desteklendiğine dikkat çeker. “Slav kavimleri
ideolojisi”ni bilimsel kimliğin araştırılması ve siyasî destek yönünden Çekler
ve Rusların; Yunanlıları ise bütün Avrupa’nın bilimsel, malî, siyasî askerî
yönden desteklediğini; Batı Avrupalı gönüllülerin “Yunan ayaklanması” ola¬
rak bilinen uzun savaşa katıldıklarını belirtir (Ortaylı 1995: 6).

14

   Ömer Seyfettin, hikâyelerini kurgularken anılarından ve gözlemlerinden
yararlanır. O, “Balkan Harbi Hatıralarında” da Yunan çocuklarının düşmanca
sloganlar söylediğini, sokaklara Türkler aleyhinde birçok levhanın asıldığını
belirtir (Ö. Seyfettin 2000: 305-306).

15

Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde Rumlara çoğunlukla olumsuz imaj yükledi¬
ğini, bazılarını ise “kötülemeden” sunduğunu belirten Herkül Millas, yazarın
günlüklerinde Yunanlılar hakkında olumlu değerlendirmelerde bulunduğunu,
Balkan Savaşları esnasında Yunanlılara esir düşünce kendisine insanî mua¬
mele gösterenlerin de olduğunu söylediğine dikkat çeker. “Olumlu” kişilerin
günlükte geçip gerçek/somut kişiler olduğunu da özellikle vurgular (Millas
1996: 34-36). Bununla birlikte -Herkül Millas’ın da dikkat çektiği üzere-
Ömer Seyfettin bu günlüklerinde bazı Yunanlılarınsa Türk esirlerden birinin
ölümünü sevinçle karşıladıklarını “Horakali” diye eğlendiklerini de belirtir
(Ömer Seyfettin 2000: 304).

16

   İbrahim Alaattin Gövsa, Ömer Seyfettin’in Manastır’da subay olarak görevli
iken sütçü Mihal adlı kişinin kızı Despina ile birbirlerine karşılıklı ilgi duy¬
duklarını söyler (Yücebaş 1960: 15).

17

   Tahir Alangu, Ömer Seyfettin’in bu hikâyesinde Balkan anılarını, çevreyi ve
subayın duygularını tasvir için kullandığını, Bulgar kızının ülkücülüğü ile
Türk delikanlısının şaşkınlığını karşılaştırmasında da arkadaşı Aka Gün-
düz’ün anlattığı bir olaydan yararlandığını belirtir. On iki yaşında iken bir
Bulgar kızını seven Aka Gündüz/Hüseyin Avni (asıl adı) kız ile birlikte yü¬
rürlerken kızın “Ne zaman güpegündüz havada bir yıldız görünmüşse, Türk-
lerin başına bir felaket gelir, ona seviniyorum.” şeklinde açıklama yapması
üzerine sarsılır. Bu hadiseden sonra “Osmanlılıktan Türklüğe avdet eder”. Bu
hadiseyi mektupla Ömer Seyfettin’e bildirir, hikâyeleştirip İrtika gazetesine
gönderirler. Ancak bu gazetede yayınlanmaz (Alangu, 2010: 114).

Aka Gündüz bu hadiseyi yıllar sonra “O Diyardan Bir Hatıra” başlığıyla
hikâyeleştirip Cumhuriyet (nr. 406, 24 Haziran 1925, s. 4) gazetesinde yayın¬
lar (Güneş 2009: 153).

18

   “Türk” olduğunu dahi söylemeye cesaret edemeyen kendisinin “Türkleri
dünya yüzünden kaldırmak için birbiriyle tamamen ittifak etmiş olan Avrupa¬
lıların naçiz bir kulu, muti bir hizmetçisi, memluk bir kölesi” olduğuna hük¬
metmeye başlar. Bu siyasî atmosfer içerisinde yaşayan Kenan Bey’in millî
duyguları uyanmaya başlar, “yaşadığı bireysel değişimin etkisiyle o zamana
kadar desteklediği batının hümanizm anlayışının aslında sömürgecilik zihni¬
yetinin bir parçası olduğunu düşünür.” (Burcu 2004-144).

19

   Grazia’nın kendisine ve Türklüğe yabancı olduğuna hükmetmeye başlar. Bir
tercümandan Avrupalı devletlerin aralarında anlaşıp “Şark meselesi”ni çöz¬
mekte anlaştıklarını birkaç ay sonra Balkan kavimlerine ayrı ayrı bağımsızlık
verileceğini, Türklerin Rumeli’den tamamen kovulacağım duyan Grazia, Se-
lanik’i terk edip İstanbul, Mısır ya da İtalya’ya gitmeyi plânlar. Kenan ise Se-
lanik’i terk etmemekte kararlıdır. Grazia birkaç ay içinde Selanik’in “topa
tut”ulacağını, kendilerinin de gülleler altında ezileceklerini, “ihtiyar Türkler”
ve “vahşi mutaassıplar” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti mensuplarının
yatağanlarla sokaklara dağılıp kendisini de öldüreceklerini iddia eder. Kenan
onun tedirginliğinin “hayal” ve “vehim”den ibaret olduğunu, Türklerin “ka¬
dınlara el kaldırma”dığını/kaldırmayacağını söyler. Kenan’ın kendisiyle kalıp
Türklüğü benimseyeceğini söylemesi üzerine Grazia “vahşilik” olarak nite¬
lendirdiği Türklüğü hiçbir biçimde kabullenmeyeceğini ifade ederek karşı çı¬
kar.

20

   Selanik şehrinin kozmopolit yapısı, millî değerlerine yabancı Kenan ve Türk¬
lüğe düşman Grazia için tercih edilir mekân olduğu gibi, gün geldiğinde
kozmopolit bir Türk’ün millî bilincinin uyanmasında da etkili olmaktadır.
Mehmet Kaplan, Selanik’te doğup aynı yıllarda benzer hadiselere tanık olan
Mustafa Kemal Atatürk’ün de “koyu milliyetçi” olmasının tesadüf olmadığı¬
nı; “ırk ve muhit”, içinde yaşadığı zaman ve mekânın onu milliyetçi yaptığını
söyler (Kaplan 1994: 248).

Sabahattin Çağın da Ömer Seyfettin’in hikâye kişilerinin önemli bir kısmı¬
nın “milliyet fikrinden habersiz, “kozmopolit bir yapıya sahip” olup başların¬
dan geçen bir hadiseyle “yeniden doğuş” yaşadıklarını, o çağda millet ve mil¬
liyet mefhumlarının ne kadar önemli olduğunu fark ettiklerini söyler. Bu du¬
rumun Osmanlı Devleti içinde yaşayan Türklerin yaşadıkları değişime paralel
gelişen bir süreç olduğunu ifade eder; imparatorluk sınırları içindeki milliyet¬
çilik fikrinin azınlıklar arasında Türklerden önce yayılmaya başladığını belir¬
tir (Çağın 2010: 231).

21

   Ömer Seyfettin’in hikâyeye mekân olarak Selanik’i seçmesi Selanik’in, koz¬
mopolit yapısı kadar Türkçülük hareketinin merkezi olmasıyla da ilişkilidir.
Türklüğe ait değerlerini unutan Mühendis Kenan’ın Türklüğünü, Türk kimli¬
ğini ve Türk idaresini kaybeden bir şehirde kazanması; Türklüğünden haber¬
siz yaşayan Primo’nun da Türklüğünü, Türkçülük/milliyetçilik düşüncesinin
sistemleşip yayılmasında merkez olan Selanik’te keşfetmesi bu bağlamda
önemlidir. Kenan Bey ve Primo -Türkçülük hareketinin de merkezi olan- Se¬
lanik’te millî değerlerini keşfetmekte, köklerine dönüp “Yeni Hayat”a adım
atmaktadırlar. Kenan Bey ve Primo semboldür. Kenan’ın şahsında milletinin
ve yurdunun karşı karşıya kaldığı büyük tehlikeye kayıtsız yaşayan Türk ay¬
dınlarını eleştiren yazar, Kenan Bey ve oğluna millî bilinç kazandırarak da
Türk aydının belirli bir süre millî varlığından habersiz yaşasa da -özü sağlam
olduğu müddetçe- aslına döneceği tezini savunmaktadır. Tahir Alangu, Ke¬
nan Bey ve oğlu Primo’nun derin acılar pahasına felaketten kurtulup “daha
önceden farkında bile olmadıkları ışıklı yolun önlerine açıldığını görerek,
“Yeni Hayat”a, kaybettikleri cennete” kavuştuklarını; Kenan Bey’in Selâ-
nik’te “Mason geçinen bütün delikanlıların o günlerde duydukları ızdırabı”
temsil ettiğini söyler (Alangu 2010: 167-169).

22

   Oğuz adını alışı “yeniden doğuş”, “yeni hayat”a adım atıştır. Nasıl ki Osman¬
lı devletinin yıkılma tehlikesi üzerine Türkçüler, Türk kültürünü araştırır ve
millî değerlerine daha çok sahip çıkarsa Selanik’in kaybedilme tehlikesi üze¬
rine Kenan da -bu şehri öz yurt olarak gördüğü için- millî kaynaklarına yöne¬
lir. Türklüğünü keşfeden Primo, Oğuz adını alır; babasının kendisine öğretti¬
ği tarihî bilgiler, yaptığı telkinler ve Emine Hanım adlı muhacir Türk kadının
tesiriyle millî tarih ve kültürüne ilişkin bilgilerini artırır.

23

   Ömer Seyfettin’in Arnavutlara karşı olumsuz bakışı “Balkan Harbi Hatırala¬
rında” da kendisini hissettir. “Ahali o kadar Türk düşmanı ki belediye daire¬
sine kartallı bayrakları çekmekle kalmayarak Redif dairesindeki al ve beyaz
boyalı sancak direğinin rengini bile değiştirmişler. Kırmızı ve siyaha boya¬
mışlar” sözleriyle Arnavutların hemen bağımsızlıklarını ilan edip Türklere
karşı oldukça düşmanca tavır sergilediklerini, Türklerin perişan haline sevin¬
diklerini belirtir (Ömer Seyfettin 2000: 288-289, 291).

24

Yazarın ifadesiyle “Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların gürültüleri” din¬
mez. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin altını deldiğini,
genç bir Rum’un üç yüz kişiyle yüz binlerce düşmanı dağıtıp vatanı kurtarı¬
şını unutamaz. Kendisi de bir Türk çocuğu olarak kahramanlık göster¬
mek/milletine hizmet etmek ister.

25

Tarihî kaynaklara bakıldığında Selanik’i ele geçiren Yunanlıların sivil Türk-
lere, Slav Makedonlara karşı kıyıma giriştikleri, şehir nüfusunun nerdeyse
çoğunluğunu oluşturan Yahudilerin de bölgeyi terk etmesi için her türlü yola
başvurdukları görülür. Bölgede o günlere kadar azınlıkta kalan Yunanlılar iş¬
galin ardından yoğunluğu sağlamak için Mora’dan çok sayıda Yunanlı getirip
yapay nüfus kaydırmalarına giderek Makedonya’nın demografik yapısını alt