ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

TANZİMAT YAZARLARINA GÖRE HATIRAT TÜRÜ1

Arş. Gör. Dr. Banu ÖZTÜRK2

TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/

ÖZ: Türk edebiyatında hatıratın bir tür olarak kabul edilmesi Tan¬
zimat dönemiyle başlar. Tanzimat yazarları gerek türü tanımlamaya çalı¬
şarak gerek eserleriyle bunun için zemin hazırlarlar. Tanzimat yazarları
türü tanımlarken tarih, otobiyografi, biyografi, günlük ve mektup gibi di¬
ğer komşu türlerin alanına girerler. Bu makalede hatırat türünün Tanzimat
yazarları tarafından yapılan tanımları üzerinde durulurken, türü komşu
türlerle karşılaştırmak esas alınacaktır. Böylece Tanzimat yazarlarının tür
karşısındaki tavrı, türü nasıl algıladığı, otobiyografi, biyografi, günlük gi¬
bi komşu türlerle ne derecelerde iç içe bulunduğu anlaşılacak ve bu kom¬
şu türlerin alanlarına ne derecelerde girdiği ortaya çıkacaktır.

Anahtar Kelimeler: Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat yazarlarının
hatıraları, Hatırat türü.

The Genre of Memoir According to Tanzimat Authors

ABSTRACT: The acceptance of memoir as a genre in Turkish
literature begins with the Tanzimat period. The authors of the Tanzimat
help in defining the memoir as a genre by comprehending the genres and
writing about it. By doing this, they intersect with other genres such as
history, autobiography, biography, diary and letters. In this article while
we will be focusing on how Tanzimat writers describe the genre of
memoir, we will try to compare memoir with the other genres. Thus, the
attitude and perception of the writers about the genre of memoir and
interrelations among the genres will be disclosed.

Key Words: The Modern Turkish Literature, the memoirs of
Tanzimat authors, the genre of memoir

GİRİŞ

Geçmişi kayıt altına almak, topluluk hâlinde yaşamanın bir gerekli¬
liği olarak ortaya çıkar. Bu gerekliliğin sonucu, insanoğlunun tarihi ya¬
zarken birincil kaynağı kendi tecrübeleri olmuştur. Batı’da Aydınlan-
ma’dan önce tarih, tecrübelerin içinde toplandığı bir pota olarak görülür.
Tarih insanların ibret almaları için anlatılan hikâyelere verilen addır (Ze¬
kâ 1987: 7). Doğu’da vakanüvis, “tarihi olaylardan örnek göstererek na¬
sihat” verir (Ortaylı 1982: 65). Ciceron’un deyişiyle, “hayatın öğretmeni¬
dir” tarih (historiamagistravitae) (Zekâ 1987: 7). Tarih yazıcılığı müspet
bir bilim olarak kabul edilene kadar, hem Batı’da hem Doğu’da tarihler
üsluplarına gösterilen itina bakımından edebî eserler arasında yer alır. Bu
dönemde şahsî görüşler çerçevesinde günü gününe tutulan notlardan, ha¬
tıralardan (souvenirs) yola çıkılarak yazılan tarih, tecrübelerin aktarıldığı
bir paylaşım alanıdır. Tecrübelerin aktarımı tanıklıkların, izlenimlerin az
çok bu alanın içine girmesine neden olur. Bu görünümüyle olayların anla¬
tıldığı bir vakayiname olmaktan ileri gitmeyen tarih yazımı, hatırat türüy¬
le iç içe geçmiş durumdadır. Kişi geçmişteki olayları anlatarak bir yandan
tarihi yazarken öte yandan tanıklıkları, izlenimleri, gözlemleri çerçeve¬
sinde kişisel tarihini de gözler önüne sermiş olur.

Tarih yazma ihtiyacı ve kişilerin tecrübelerini gelecek kuşaklara
aktarma isteğiyle ortaya çıkan, Batı’da XVI. yüzyılın ortalarına kadar da¬
ha çok geçmişin ve kişinin başından geçenlerin anlatımına dayanan hatı¬
rat türü, Aydınlanma’nın o ünlü “insanın mükemmelliği” ilkesi çerçeve¬
sinde dünyayı keşfe girişen bireyinin kendine yönelmesi ve kendi
“ben”ini keşfetmeye başlamasıyla değişim gösterir. İnsanın kendini keş¬
fetme serüveninde, başından beri tarih yazımıyla iç içe geçmiş olan hatı¬
rat yazımının tarihle ilişkisi başka bir boyut kazanır; edebî bir tür olarak
kabul görmeye başlayan hatırat zamanla tarihin başlıca kaynaklarından
biri hâline gelir.

XVI. yüzyıldan itibaren Batı’da “birey olmanın hikâyesi” olarak
tanımlanabilecek genelde tüm otobiyografik yazım türlerinin, özelde ise
hatıratın, cemaatçi ve kapalı bir toplum yapısına dayanan Osmanlı dünya¬
sında bu tanım çerçevesinde değerlendirilebilmesi ve tarihle yollarının
ayrılmaya başlaması için XIX. yüzyılı beklemek gerekir. Batı medeniye¬
tinin etkisi altında Osmanlı modernleşmesinin temellerinin atıldığı bu
yüzyılda, modernleşmenin ölçütlerinden biri olarak görülen “bireyselleş¬
me” ve “biz”in karşısında ve/veya yanında “ben”in varlığı sorgulanmaya
başlanır. Ne var ki, bundan önce Osmanlı toplumunda kimsenin kişisel,
özel bir dünyası olmadığını, kişilerin bütünün içinde eriyip gittiklerini ve
bu bütünün dışında kendilerini ifade etmediklerini/edemediklerini söyle¬
mek aşırılık olur. Nitekim gerek edebiyat gerek tarih alanlarında son yıl¬
larda yapılan araştırmalar, Osmanlı dönemi aydınlarının kendi hayatlarına
ilişkin birtakım kayıtlar bıraktıklarını, hatta bu metinlerin geçmişinin Ba¬
tılılaşma sürecinin çok eskisine dayandığını göstermektedir. Cemal Kafa-
dar’ın da belirttiği gibi “.. .genel olarak İslam edebiyatında ve özel olarak
Osmanlılarda bu tür metinler sanıldığından çok fazladır.” (Kafadar 2009:
126). Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, her şeyden önce bu
kişisel anlatıların hangi amaçla kaleme alındığı ve bu metinleri kaleme
alan kişilerin “kendileri olmak”, başka bir ifadeyle kendi dünyalarını or¬
taya koymak konusunda nasıl davrandıklarıdır. Bu bakış açısı, değişik
zamanlarda ve bağlamlarda kişilerin ben-lik algısındaki ve bireyliklerini
yaşama biçimindeki farklılığa bağlı olarak hatırat yazımındaki değişimin
ortaya konması bakımından önemli gözükmektedir. “Yeni Türk Edebiya¬
tının başlangıcı olarak kabul edilen Tanzimat dönemi edebiyatı tam da
bu noktada dikkate değer bir tablo sergilemektedir. Zira Osmanlı Batılı¬
laşması sürecinde kişilerin “ben” algısındaki değişimle bağlantılı olarak
modern anlamda ilk hatırat örneklerinin verilmeye ve hatıratın edebî bir
tür olarak kabul görmeye ve tanımlanmaya başlaması Tanzimat dönemi
edebiyatıyla olur.

Kelime olarak hatırat

Fransızca “memoire”ın Türkçe karşılığı olarak “hatıra” kullanılır.
Arapça kökenli hatıra, “hatır, gönül, hayâl” manasına gelmektedir. Bu,
“memoire”ın hatıra ve hafızayı birleştiren anlamından farklıdır. XIX.
yüzyılda modern anlamıyla ve bağımsız bir tür olarak hatıratın yaygın¬
laşmasıyla, Arapça ’da farklı bir anlam ifade eden “hatıra” kelimesi bu
yeni edebî metinler hakkında kullanılmaya başlanır. Ancak bu kelimenin
çoğul şekli olan “hatırat”ın, bu türü karşılayacak bir terim hâline gelmesi
XX. yüzyılın başlarına denk gelir. Nitekim Şemseddin Sami’nin 1882 ta¬
rihli
Kamus-i Fransevî sinde “memoires”ın karşılığı olarak “hatırat” kul¬
lanılmaz; bunun yerine “vakayinâme, levâyıh, defter-i âmâl” terimleri
kullanılır. Aynı yazarın
Türkçeden Fransızcaya Kamus’unda (1885) “ha¬
tıra” ve “hatırat” yer almaz.
Kamus-i Türkî sinde (1900) “hatıra” “hatı-
rat”la ilişkilendirilmeden Fransızcadaki karşılığı esas alınarak “hatırda
kalan şey” olarak tanı
mlanır. AhmedVefik Paşa’nın 1891’de yayımlanan
Lehçe-i Osmanî sinde ise hatıra, “hatır”ın karşılığı olarak Arapçadaki an¬
lamıyla yer alır. “Hatırat”ı türün karşılığı olarak ilk kullanan Muallim
Naci’dir. Nitekim eserine ilk defa hatıra başlığı verenlerden biri de yine
o’dur
(Medrese Hatıraları 1886). Lügat-ı Naci’nin 1902 basımında “hatı¬
ra”, “hatıra gelen husus, fikir, cem’i hatırat; bunlara dair yazılan eserlere
de hatırat deniliyor” açıklamasıyla verilir. Dolayısıyla Orhan Okay’ın da
belirttiği gibi, hatırat kelimesi Türkçeye Arapça anlamından farklı olarak
Tanzimat dönemindeki birçok kavram gibi Fransızca etkisiyle girmiş gö¬
rünmektedir. Son yıllarda ise bu kavramların yerine daha çok “anı” keli¬
mesi kullanılmaktadır. Bununla birlikte, modern hatıra yazımının yaygın¬
laşmasından önce vekayi, sergüzeşt, seyahatname, sefaretname, ruzname,

tezkire gibi metinler içinde yer alan hatıraların, yine bu başlıklarla adlan¬
dırıldığını belirtmek gerekir (Okay 2005: 217).

Komşu türlerle ilişkisi içinde Tanzimat yazarlarının “hatırat” ta¬
nımları

Hatırat türünün Tanzimat yazarları tarafından yapılan tanımları
üzerinde durulurken, türü komşu türlerle karşılaştırmak esas alınacaktır.
Böylece Tanzimat yazarının tür karşısındaki tavrı, türü nasıl algıladığı,
otobiyografi, biyografi, günlük gibi komşu türlerle ne derecelerde hemhâl
olduğu ortaya çıkacaktır. Burada ortaya konulan tablo (komşu türlerle
ilişkisi içinde Tanzimat yazarlarının hatıra tanımı), Tanzimat dönemi ha¬
tıralarını anlatan yazarların tanımlamalarından ya da eserlerine yazdıkları
önsözlerdeki tür hakkındaki fikirlerinden yola çıkarak oluşturulmuştur.
Komşu türlerin belirlenmesinde ve bu türlerle karşılaştırmada da onların
bu tanımları esas alınmıştır.

Hatırat

Tarih

Otobiyogra¬

fi

Biyografi

Günlük

Mektup

Hususî fi¬
kirler (M.
Naci)

Resmî fikir
ve bilgiler

Hususî fikir¬
ler

Hususî fikir¬
ler

Hususî fikir¬
ler

Hususî

fikirler

Hususî
keyfiyet
(M. Naci)

Genel ve
resmî keyfi¬
yet

Hususî key¬
fiyet

Hususî key¬
fiyet

Hususî key¬
fiyet

Hususî

keyfiyet

Fünûn ve¬
ya edebi¬
yata mü¬
teallik la¬
yiha (Ş.
Sami)

Fünûna mü¬
teallik

Edebiyat ve
tarihe müte¬
allik

Edebiyat ve
tarihe müte¬
allik

Şahsa müte¬
allik

Şahsa

müteallik

Sergüzeşt
veya ah-
vâl-i hu¬
sûsiye (Ş.
Sami)

Sergüzeşt
veya ahvâl-i
hususiye
yoktur

Sergüzeşt
veya ahvâl-i
hususiye

Sergüzeşt
veya ahvâl-i
hususiye

Sergüzeşt
veya ahvâl-i
hususiye

Sergüzeşt
veya ah-
vâl-i hu¬
susiye

Defter-i
âmâl (Ş.
Sami)

Defter-i ah¬
vâl

Defter-i âmâl

Defter-i âmâl
ve ahvâl

Defter-i âmâl

Defter-i
âmâl ve
ahvâl

Sergüzeşt
nâme (A.
Midhat)

Sergüzeştnâ
me değildir

Sergüzeştnâ

me

Sergüzeştnâ

me

Sergüzeştnâ

me

Sergüzeşt

nâme

Zamanın
hâlleri
(Akif Pa¬
şa)

Zamanın hâl¬
leri

Kişinin hâl¬
leri

Anlatılan ki¬
şinin hâlleri

Kişinin hâl¬
leri

Kişinin

hâlleri

Bir nevi
çocukluk
(M. Naci)

Olgunluk ve
otorite

Çocukluk

Çocukluk

Çocukluk

Çocukluk

Tesadüf-i

halât-ı

fevkalâde

(Ebüzziya

Tevfik)

Tüm hâlât
mevcuttur

Tüm hâlât
mevcuttur

Tüm hâlât
mevcuttur

Tüm hâlât
mevcuttur

Tüm hâ¬
lât mev¬
cuttur

Muhâse-
be-i nefs
(Ebüzziya
Tevfik)

Muhâsebe-i
nefs yoktur

Muhâsebe-i
nefs vardır

Muhâsebe-i
nefs yoktur

Muhâsebe-i
nefs vardır

Muhâse-
be-i nefs
yoktur

Nâme-i

amâl

(Ebüzziya

Tevfik)

Nâme-i amâl
değil, olanı
anlatmak
esastır

Nâme-i amâl

Nâme-i amâl

Nâme-i amâl

Nâme-i

amâl

Mülâkat

(Ebüzziya

Tevfik)

Şimdiden

geçmişin

mülâkatı

Şimdiden

geçmişin

mülâkatı

Şimdiden

geçmişin

mülâkatı

Şimdinin

mülâkatı

Şimdinin

mülâkatı

Ahvâl-i

husûsiye

(Abdülhak

Hâmid)

Ahvâl-i hu¬
sûsiye yoktur

Ahvâl-i hu¬
sûsiye

Ahvâl-i hu¬
sûsiye yok¬
tur.

Ahvâl-i hu¬
sûsiye

Ahvâl-i

husûsiye

Tercüme-i

hâl

(Abdülhak

Hâmid,

Fatma

Âliye)

Tercüme-i
hâl kişisel
değildir

Tercüme-i

hâl

Tercüme-i

hâl

Tercüme-i

hâl

Tercüme-
i hâl

Özel ha¬
yat (Fat¬
ma Âliye)

Özel hayat
yoktur

Özel hayat

Özel hayat

Özel hayat

Özel ha¬
yat

Tarihî va¬
kaları yaz¬
ma usulü
(Fatma
Âliye)

Tarihin ken¬
disi budur

Kişinin tarihi

Tarihî vaka¬
ları yazma
usulü

Kişinin tarihi

Tarihî
vakaları
yazma
usulü ola¬
bilir

Müşâhedâ
t ve hatırat
(Leyla
Hanım)

Belgeler

önemlidir

Müşâhedât
ve hatırat

Müşâhedât
ve hatırat,
belgeler

Müşâhedât
ve hatırat

Müşâhed
ât ve ha¬
tırat

Londra
Hatıratı
(S. Sezai)

yoktur

Olabilir

Olabilir

Olabilir

Olabilir

Bir Hatıra
(Namık
Kemal)
Hatırat
(Ziya Pa¬
şa)

Bir durum,
olay tespiti

Kişisel du¬
rum tespiti

Kişisel du¬
rum tespiti

Kişisel du¬
rum tespiti

Kişisel
durum ve
olay tes¬
piti

Tablo Komşu türlerle ilişkisi bağlamında Tanzimat yazarlarının hatırat tanımları

Şimdi yukarıdaki tabloyu açıklayarak Tanzimat yazarlarının tanım¬
larını değerlendirelim.

Tanzimat yazarlarından Muallim Naci (1849-1893) hatıratı “Hatıra
gelen husus, fikir. Hatırda kalmış olan, hususî keyfiyet. Cem’i hatırat;
bunlara dair yazılan eserlere de hatırat deniliyor” olarak tanımlar (Mual¬
lim Naci 1902: 331). Bu tanımlamada ilgi çekici unsur “hatıra gelen hu-
sûs, fikir” yani hususî fikirler ifadesidir. Her ne kadar bu tanımlamada
Muallim Naci öne çıkmış olsa da, Tanzimat yazarlarının “hususî fikirler”
konusunda ortaklaştığı görülmektedir. Zira Tanzimat yazarı için hatırat
yazmak, kendi düşüncelerini ortaya koymaktır. Bu anlamda Tanzimat ya¬
zarının hatıraları Eski Türk edebiyatında görülen örneklerinden farklıla¬
şır. Diğer türlerle ilişkisi içinde değerlendirildiğinde hatırat, otobiyografi,
biyografi, günlük ve mektupla bu noktada birleşirken tarihten ayrılır;
çünkü tarihte, resmî fikir ve bilgiler öne çıkar.

Yine Muallim Naci hatıratın tanımında “hususî keyfiyet”i öne çıka¬
rır. Yani kişinin kendine has bir durumunun yine kendine has bir şekilde
anlatılması önem kazanır. Otobiyografi özellikle bu konuda hatırat ile bir¬
leşir. Biyografi de birleşir ancak biyografide esas olan başka birinin haya¬
tı olduğundan, keyfiyet tek kişi için değil iki kişi için önem kazanır. Bu¬
rada bölüşülmüş bir keyfiyet söz konusudur. Bir tarafta yazılan diğer ta¬
rafta yazan kişi durur. Öne çıkan yazan kişinin keyfiyetidir. Tarih de bu
noktada biyografi ile birleşir, ancak yazankişinin keyfiyeti biyografide
olduğu gibi hususî değil genel ve resmîdir. Günlük ve mektup hatıratta
olduğu gibi kişinin kendi keyfiyetini öne çıkarır.

Şemseddin Sami (1850-1904), Kamus-i Fransevî’nin 1882 bası¬
mında “memoire”ın karşılığı olarak hatıratı şöyle tanımlar:

“Matlubat pusulası. Bir davaya müteallik esbâb ve ahvali muarrif
ve mübeyyin layiha ve takrir. Fünûn veya edebiyata müteallik layi¬
ha. Bir cemiyet-i ilmiyenin müzakerat ve kararları. Bir vukuata
müteallik, o vukuatı îka edenler tarafından kaydolunmuş malumât
ve tafsilât. Defter-i âmâl. ”
(Şemseddin Sami 1882: 1015).

Burada en ilgi çekici nokta hatıratın “fünûn veya edebiyata müteal¬
lik layiha” olarak tanımlanmasıdır. Hatıratın var olabilmesi için hem bir
ilim hem edebî üslup gereklidir. Günlük ve mektupta ise fünûn bir kenara
bırakılır. Aslında fünûn kadar edebiyat da bir tarafa bırakılmıştır, çünkü
her ikisinde de şahsın kendisi önemlidir, şahsiyet öne çıkar. Otobiyogra¬
fide de şahsiyet önemlidir, ancak kişi kendisini yazarken fünûnlar içinde
özellikle bir tanesine, tarihe vurgu yapar. Biyografide de aynı vurgu de¬
vam eder. Tarih ise bahsedilen fünûnun kendisidir, edebiyat dışarıda bı¬
rakılır. Şemseddin Sami tanımında hem fünûn hem edebiyata yer vererek
hatırat türünün edebiyatın yanı sıra tarihle olan yakınlığına vurgu yapmış
olur.

Kamus-ı Fransevî nin 1905 baskısında ise hatırat tanımını biraz
değiştirir:

“Matlubat pusulası. Bir davaya müteallik esbâb ve ahvali
muarrif ve mübeyyin layiha, takrir, muhtıra. Fünûn veya edebiyata
müteallik layiha. Bir cemiyet-i ilmiyenin müzakerât ve kararları.
Bir sergüzeşte veya ahval-i hususiye dair sahabları tarafından zabt
ve kaydolunmuş malûmat ve tafsilât, vakayinâme. Defter-i
âmâl.”(Şemseddin Sami 1905: 1440).

Bu tanımda ise “sergüzeşt veya ahvâl-i hususiye” ile birlikte “va¬
kayinâme” de öne çıkar. Böylelikle Şemseddin Sami tanımını biraz daha
ayrıntılandırmış olur. Burada sergüzeşt kelimesi ayırıcıdır. Sergüzeştten
bahis, tüm bir hayattır. Bu noktada hatırat, otobiyografi ile birleşir. Gün¬
lük ve mektupta bütün bir hayat değil, hayatın parça parça anlatılması
vardır. Biyografi bir sergüzeşti anlatır ama bu ikincil bir anlatımdır. Do¬
layısıyla sergüzeşt, başkasının gözünden sergüzeşt anlamını kazanır. Ta¬
rihte tüm bir hayatın sergüzeştidir, ancak burada söz konusu olan bir dev¬
letin sergüzeştidir.

Şemseddin Sami, Kamus-ı Fransevî nin gerek 1882 gerekse 1905
yılında yapılan baskılarında hatıratın tanımı olarak “defter-i âmâl”i kulla¬
nır. Bu bir nevi daha önce 1882’de tanımını yaptığı “durumun tafsilâtıyla
kayda geçirilmesi” ile paralellik taşır. Defter-i âmâl söz konusu olduğun¬
da ilk akla gelen ise Ziya Paşa’dır (1829-1880). Paşanın
Emile tercüme¬
sinin önsözü olarak yazdığı çocukluk hatıralarını anlatan bu makale, son¬
radan türün kavramlaşması macerasında önem taşır. Doğrudan türün ken¬
di adıyla anılması onun bu eserine verilen defter-i amâl ismiyle olmuştur.
Ziya Paşa, İsviçre’deyken 1870-1871 yılları arasında Jean Jacques
Rousseau’nun çocuk terbiyesi hakkında yazdığı
Emile adlı romanını ter¬
cüme eder. Bu tercüme matbu olarak basılmamıştır. 12 defterden oluşan
el yazmalarının ilki önsöze ayrılmıştır. Bu önsöz, şaşırtıcı bir şekilde
Rousseau’nun
İtirafları’yla ortaklıklar kuran-ancak asla itiraf sayılama¬
yacak- Ziya Paşa’nın, çocukluk hatıralarından oluşur. Bu birinci defterde
yer alan önsözde “Defter-i Âmâl” diye bir isimlendirme yoktur. Ziya Pa-
şa’nın
Emile tercümesinin mukaddimesi olarak yazdığı bu esere Tanpınar
Defter-i Âmâlim (Tanpınar 2006: 301) adını verirken, Nihad Sami Banarlı
Defter-i Âmâl Mukaddimesi (Banarlı 1978: 877) der. Banarlı burada Emi¬
le
tercümesinin mukaddimesini Defter-i Âmâl mukaddimesine çevirmiş¬
tir. Ziya Paşa’nın vermediği bu ismi onun makalesine edebiyat tarihçileri
vermiştir. El yazması hâlinde bulunan bu eser, ilk defa özet olarak
Ebüzziya Tevfik’in çıkardığı
Mecmua-i Ebüzziya’nın 13-15. sayılarında
1881 yılında “Ziya Paşa’nın Âvân-ı Tufûliyetine Dair Bir Makalesi” baş¬
lığı ile yayımlanır. Görüldüğü gibi bu dergide yayımlandığında da maka¬
lenin başına defter-i amâl başlığı konulmamış, şu ibareye yer verilmiştir:

“işbu makale, hukemâdan Jean Jacques Rousseau’nun Emi¬
le namındaki eserinin müşârünileyh tarafından vücuda getirilen
tercümesine mukaddime tarzında yazılmıştır ki bil-münâsebe kendi
ahd-ı tufûliyetine müteallik sergüzeştini nâtık bir eser-i
bergüzîdedir.
”(Mecmua-i Ebüzziya 1881: 404).

İsmail Hikmet Ertaylan ise Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde bu
mukaddimeden “Defter-i Âmâl ismiyle yazdığı tercüme-i hâl” diye bah¬
setmektedir (Ertaylan 1925: 162). Önder Göçgün de Tanpınar’ın
Defter-i
Âmâlim
isimlendirmesini devam ettirir. Fakat Ziya Paşa ile ilgili yazdığı
kitabın “Defter-i Âmâlim’den” kısmında verdiği bir dipnotta defter-i
âmâlin ne anlama geldiğini belirtir:

“Ziya Paşa’nın, bu eserinin isminin anlamı; ‘çocukluğum¬
dan beri başımdan geçen bazı olayların ve yaptığım birtakım işle¬
rin yazılı olduğu defter..
demektir. ” (Göçgün 1987: 137).

Dolayısıyla esere “Defter-i Âmâl” ya da Tanpınar’ın söylediği şe¬
kilde “Defter-i Âmâlim” adını kimin verdiği meçhuldür. Eser, hem maka¬
le, hem tercüme-i hâl hem mukaddime hem de “Avrupaî hatırat edebiya¬
tının ilk örneklerinden” (Banarlı 1978: 878) sayılmaktadır. Bu nedenle
“Defter- Âmâl” hatıra kelimesinin kavramlaşmasında önemli bir adımdır.
Buradan yola çıkarak tarihin de hatırat gibi olduğu söylenebilir, ancak o
defter-i âmâl değil defter-i ahvâl ve şerâittir. Otobiyografi ve günlük, ha¬
tırat ile bu noktada birleşir. Biyografi ve mektup âmâl ile ahvâli birleşti¬
rir. Bu noktada hatırat sadece âmâlde kalıyormuş gibi görünür, ancak öy¬
le değildir. Çünkü bu âmâle daha önce belirtilen hususî fikir ve keyfiyet
eşlik eder.

Hatırat söz konusu olduğunda Şemseddin Sami’nin kullandığı ser¬
güzeşt kelimesi Ahmed Midhat Efendi (1844-1912) tarafından
sergüzeştnâme hâline getirilir.
Menfa’mn bir sergüzeştnâme olduğunu
daha eserinin ilk sayfalarında okura açıklar. Buradaki sergüzeştnâme, ha¬
yatın belirli bir döneminin anlatılmasıdır. Ancak bu belirli dönemin anla¬
tımında özen önemlidir. Bu ayrımı ona yaptıran ise romandaki sergüzeşt
ile
Menfa’daki sergüzeşttir. Ahmet Midhat Efendi Menfa ’da doğru söy¬
lediğine, gerçekleri anlattığına vurgu yapar.
Menfa, bizzat yaşanmıştır.
Romandaki sergüzeşt ise kurgudur, sunîdir. Ahmet Midhat Efendi bu ko¬
nuya vurgu yaparak hatıratta, özeni ve gerçekleri anlatmayı öne çıkarmış
olur (Ahmet Midhat Efendi 2002: 13). Bu da tüm Tanzimat yazarları için
ortaktır. Hatıralarında gerçekleri anlatacaklarına okuru iknaya çalışırlar
ki, bu noktada akla Philippe Lejeune’ün “le pacte autobiographique” ola¬
rak adlandırdığı, yazarın doğruları söyleyeceğine dair okurla yaptığı tek
taraflı anlaşma gelir (Lejeune 1975). Bu açıdan diğer türlere baktığımızda
tarih de gerçekleri anlatır, anlatmak zorundadır ama kişisel değildir. Hiç¬
bir tarih kitabı başına “ben gerçekleri anlatıyorum” yazmaz. Otobiyografi
bu noktada hatırat ile birleşir. Kişinin kendi hakikatini dile getirir. Gün¬
lük, mektup ve biyografide de hatıratta olduğu gibi gerçekleri anlatmak
önemli bir unsur olarak ortaya çıkar.

Âkif Paşa (1787-1844), Tabsıra’yı neden kaleme aldığından bah¬
sederken “zamanın hâlleri”ne vurgu yapar.

“Ders almasını bilen ve bilgi sahibi olanlara açıkça görün¬
düğü üzere bu varlık ve yokluk âleminde zamanın hâlleri yani bu
ve şu sebepler ve vesileler ile ortaya çıkarak kendini gösteren gün¬
lük hadiselerin şekilleri ve suretleri ve varlık olaylarının en tuhaf
ve en büyüğü, devletler topluluğunun görüşlerinde apaçık ortada¬
dır. ”
(Akif Paşa 2004: 23).

Burada “zamanın hâlleri”yle şu veya bu sebeple meydana gelmiş
tarihi olaylara vurgu yapılmaktadır. Hatırat tıpkı tarih gibi geçmişte yaşa¬
nan olayları konu edinir. Otobiyografide geçmişte yaşanan olaylardan çok
kişinin hâlleri önem kazanır. Biyografi söz konusu olduğunda anlatılan
kişinin hâlleri ortaya çıkar. Günlük ve mektup ise diğerlerinden tamamen
ayrılır. Çünkü bunlarda kişinin hâllerinin yanı sıra diğerlerinde olduğu
gibi geçmişin değil bugünün hâlleri öne çıkar.

Muallim Naci (1849-1893), Ömer’in Çocukluğu’nun sonunda hatı¬
rat için “bir nevi çocukluk” der:

“Bu hatıraları niçin yazdığımı sorsalar belki de hiçbir cevap
vermeye lüzum görmem. Arzu ettim, yazdım. Diyelim ki bu da bir
nevi çocukluktur. ”
(Muallim Naci 1969: 63).

Bunu söylerken Naci aslında bir türler hiyerarşisi yapmaktadır. Şi¬
ir en üst basamakta yer alırken nesirde hatırat henüz yeni doğmakta olan
bir tür olarak ortaya çıkmaktadır, olgunlaşmamıştır. Tarih dışında diğer
türler de aslında bu kaderi paylaşır.

Ebüzziya Tevfik’in hatırat tanımı dikkate değerdir:

“Hatıralar o eserlerdir ki muhteviyatında tesadüf olunabile¬
cek bazı hâlât-ı fevkalâdeden dolayı eshâbının bir nevi muhasebe-i
nefsi demek olan nâme-i âmâldir. ”
(Ebüzziya Tevfik 1910: 1).

Ebüzziya Tevfik hatıratta hayatın günlük işleyişini değiştirecek bir
şekilde “tesâdüf-i hâlât-ı fevkalâdeyi” öne çıkarır. Ancak hatırat bu nok¬
tada diğer türlerin neredeyse hepsiyle ayrışır. Diğerlerinde bütün hâlât
mevcuttur. Burada hatıratın şaşırtıcı olma unsuru öne çıkartılmış olur.

Ebüzziya Tevfik’in hatıratta göz önünde bulundurduğu unsurlardan
biri de “muhasebe-i nefs” meselesidir; bu açıdan bakıldığında hatırat ya¬
zarı bir itirafçıya dönüşür. Rousseau’nun Tanzimat yazarları üzerindeki
etkisi düşünüldüğünde Ebüzziya’nın“muhasebe-i nefs” meselesinde
Rousseau’dan etkilendiği söylenebilir, ancak her ikisinin “muhasebe-i
nefs” algısı farklıdır. Eserlerinde bunu görmek mümkündür. Rousseau
hatıralarında hayatının her noktasını açıkça ortaya koymaya, olabildiğin¬
ce itiraflarda bulunmaya çalışırken Ebüzziya Tevfik daha çok var olanı
ortaya koyar. Otobiyografi ve günlük “muhasebe-i nefs”i barındırırken ta¬
rih, biyografi ve mektup barındırmaz. Çünkü tarih itiraf etmez, var olanı,
olmuş olanı anlatır. Biyografi ve mektup ise daha çok durum tespitidir.
Biyografide itiraf zaten söz konusu değildir. Ancak biyografisi yazılan
kişinin itirafları varsa onlar belge olarak kullanılabilir. Bunun tarif olup
olmaması ise onu yazana ve okuyana kalmıştır. Mektup itiraf edebilir, fa¬
kat başkasına yazıldığından bu itiraf her zaman günlük ya da otobiyogra¬
fide olduğu gibi içten ve samimi bir hâl taşımayabilir. Ancak otobiyogra¬
fide “muhasebe-i nefs” Abdülhak Hâmid’de olduğu gibi sınırlandırılabi¬
lir:

“(..) tercüme-i hâlimde nefsime ait olmak üzere pek o kadar
setr ü ihfâ-yıuyûbaleytarı değilsem bile Jean Jacques Rousseau gi¬
bi itirâf-ı zünûbleyhtarı da olamayacağım zannederim. Hâlikın bil¬
diği şeyleri ben niçin halka ifşa edeyim?”
(Enginün 1994: 19).

“Nâme-i âmâl”de söz konusu olan, yazarın kendi duygu ve düşün¬
celerini okura iletmesidir. Bunu ifade eden Ebüzziya Tevfik, hiç şüphesiz
burada politik bir şeyden de söz etmektedir. Çoğu devlet adamı olan Tan¬
zimat yazarları, sadece hatıralarını değil tüm yazdıklarını hem halka hem
padişaha bir ileti gibi kaleme alır. Ahmed Midhat’ın
Menfâ’sı,
Ebüzziya’nın
Yeni Osmanlılar Tarihi ve Akif Paşa’nın Tabsıra’sı sadece
okurla değil doğrudan padişahla, otoriteyle konuşur. Ebüzziya’nın hatıratı
name-i âmâl olarak tanımlamasının nedeni, hatırat yazarının birtakım iti¬
raflarda bulunurken aslında emellerine vurgu yaptığını belirtmektir. Bu
açıdan tarih, sadece nâmedir ama nâme-i âmâl değildir. Otobiyografi, bi¬
yografi, günlük ve mektup da tıpkı hatıratta olduğu gibi bir nâme-i âmâl
niteliği taşır.

Ebüzziya Tevfik, mülâkat kelimesini hatırat kelimesiyle ilişkili bir
şekilde kullanır.
Mecmua-i Ebüzziya’da yayımlanan hatıra yazılarından
birinde Şinasi ile ilgili hatıralarını anlattığı kısma “Şinasi’yle Bir Mülâka-
tım” (Akgün 1987: 79-85) başlığını koyar. Burada tanıklık önem kazanır.
Hatıra, bir tanıklığı anlatır, simgeler. Tarihte geçmişin mülâkatı vardır.
Tarih geçmişle söyleşir. Otobiyografi de geçmişle söyleşir ancak bu söy¬
leşi kişiseldir. Hatıratta ise bazen anlatılan kişi öne çıkarılır (Fatma Aliye
Hanım’ın
Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı’nda olduğu gibi), anlatan ikinci
plana atılır ki burada hatırat biyografi ile birleşir. Zira “o”nu anlatmak as¬
lında biraz da kendini anlatmaktır. Günlük ve mektupta kişi şimdinin mü-
lâkatını kendiyle yapar. Mektupta bu durum karşı taraf göz önünde bu¬
lundurulduğundan biraz değişir, ancak günlükte değişmez. Dolayısıyla bu
iki tür felsefeyi de beraberinde getirir. Ancak Tanzimat yazarları doğru¬
dan kendileri üzerine düşünmek konusunda çok başarılı olmadıklarından
ya da olamadıklarından, Abdülhak Hâmid dâhil hepsi hikmette kalırlar.

Abdülhak Hâmid (1852-1937) söz konusu olduğunda, hatıratta
“ahvâl-i hususiye” öne çıkar:

“Zaten ahvâl-i husûsiyemden bahsedişimi de becâ görme¬
yenler vardır. Bense tarih yazmıyorum, fakat uyûb ve zünûbumla
tarihe geçmek istiyorum. Bundan başka o hatırat içinde en çok
kendimi görmek istediğimi de bilmelidirler. Yazılarım bana benden
yadigârdır. ”
(Enginün 1994: 249-250).

Dolayısıyla “ahvâl-i hususiye”sini anlatacağını söylerken tarihi,
otobiyografi ve hatırattan ayırmış olur. Günlük ve mektup “ahval-i husu-
siye”yi barındırır. Biyografi de barındırır, ancak farklı bir şekilde. Biyog¬
rafi söz konusu olduğunda yazarın başkası olduğu hiçbir zaman unutul¬
mamalıdır.

Neredeyse bütün Tanzimat yazarlarını hatırat tanımında birleştiren
“tercüme-i hâl” özel bir yere sahiptir. Tanımlarında yer vermeseler bile
birçoğu hatıralarından tercüme-i hâl olarak bahseder. Abdülhak Hâmid ve
Fatma Aliye Hanım (1862-1936) ise buna özellikle vurgu yapar. Tarih
dışındaki tüm türler birer tercüme-i hâldir. Tarihte tercüme-i hâl bir başka
boyut kazanır. Tarih devirler, olaylar ve şahsiyetlerin tercümesidir. Bura¬
da Fatma Aliye’ye özel bir vurgu yapmak gerekmektedir. Babasının ha¬
yatını anlattığı
Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı ’nda tercüme-i hâl ile bi¬
yografiyi eş anlamda kullanır. Üstelik bu eş anlamlı kullanımda tercüme-i
hâli yazılacak kişinin tarih sayfalarına girebilmesi konusuna özellikle
vurgu yapar. Bu vurguda özel hayatı ayırır. İşte ayrılan bu özel hayat ile
babasının hayatını ancak onun yazabileceğinin söylenmesi3 hatırat konu¬
sunda önem kazanır. Özel hayat, burada hatıraya karşılık gelir.

Fatma Aliye Hanım hatıratı söz konusu eserinde aynı zamanda “ta¬
rihi vakaları yazma usulü” olarak değerlendirir. Tarihi vakaları nakleder¬
ken anlatılanların doğru olması gerektiğine vurgu yapar. Dolayısıyla ta¬
rihle hatırat arasındaki ilişkiyi öne çıkarır. Biyografi de tıpkı tarih ve hatı¬
rat gibi tarihi vakaları yazma usulüdür. Otobiyografi ve günlük yazarı ise
tarihi vakaları yazmaktan çok kendi tarihini yazmak peşindedir. Mektup
tarihi vakaları yazma usulüne dönüşebilir, bu tercihe bağlıdır.

Leyla Hanım’ın (1850-1936) «Harem ve Saray Adât-ı Kadîmesi»4
başlıklı hatıralarında vurgulanan “müşâhedât ve hatırat” türün tanımlan¬
masında önemlidir:

“Hareme aid eski adetlerimizi yirmi üç sene kadar evvel
yazmaya başladığım zaman görenlerden, bilenlerden sağ kalanlara
da ayrı ayrı sordum. Söylediklerini kendi müşâhedâtımla, hatıra¬
tımla tatbik ettim, emin oldum ve öyle yazdım. ”
(Leyla Hanım
1958: 381-382).

Burada hatırat, hatıra gelenler anlamında kullanılmıştır. Hatıratın,
gözlem ve akla gelenlerin yazılmasıyla meydana geldiğine işaret edilmiş¬
tir. Böylelikle hatıratın geçmişi anlattığı konusu gündeme gelmiş olur.
Günlük ve mektup ise günü gününe yazılır. Hatıra gelenlerden ziyade ya¬
şananlar kayda geçirilir. Otobiyografi burada hatırat ile birleşir. O da ha¬
tırat gibi sonradan yazıldığından hatıra gelenler ve gözlemler önem kaza¬
nır. Tarih ve biyografi ise hatırda kalma ve gözlemlerle yetinemez. İspat¬
lara gereksinimi vardır. Bu nedenle belgeler tarih ve biyografide önem ta¬
şır.

Sami Paşazâde Sezai (1860-1936), hatıra yazılarından ikisine “İn¬
giltere Hatıratı” (Sami Paşazâde Sezai 2003: 93-96) ve “İsviçre Hatıratı”
(Sami Paşazâde Sezai 2003: 100-110)adını koyar. Aslında bunlar birer
seyahat yazısıdır. Benzer bir durum yani bir seyahatin anlatılması durumu
Ebüzziya Tevfik’in hatıra yazılarında da vardır.5 Her ne kadar Tanzimat
yazarı doğrudan Sezai gibi yazısına hatıra başlığını koymasa da (burada
Muallim Naci
Medrese Hatıralarıyla bir istisna olarak kalıyor) seyahat¬
lerini, hatıralarında anlatabilir. Fakat Türk edebiyatında seyahat, hatıratın
bir alt türü olarak gelişme göstermez. Bunun bir sebebi seyahatin bilgi ar¬
tırıcı rolünün öne çıkarılmasıdır. Nitekim burada yaptığımız tabloda kom¬
şu tür olarak seyahat türünün yerini, Tanzimat dönemi söz konusu oldu¬
ğunda, mektuba bırakmasının bir sebebi budur. Diğer sebebi ise daha ön¬
ce de değindiğimiz gibi,Ebüzziya Tevfik’in hatırat tanımında mektupla
hatırat arasında kurduğu ilişkidir. Hatıralarda seyahatler anlatılabildiği
hâlde tarihte bu söz konusu olmaz. Otobiyografi, biyografi, günlük ve
mektupta ise tıpkı hatıradaki gibi seyahatler anlatılabilir.

Namık Kemal ve Ziya Paşa hatıratın tanımını yapmasa da, yayınla¬
dıkları iki makale ile tam bir Tanzimat aydını tavrı gösterirler. Namık
Kemal “Bir Hatıra” (Namık Kemal 2004: 96-97) başlığını koyduğu yazı¬
sında tarih anlatırken, Ziya Paşa “Hatırat” (Ziya Paşa 1993: 95-108) adlı
makalesinde Tanzimat’ın tenkidini yapar. O hâlde hatırat, tarihi yazmanın
yanı sıra aynı zamanda eleştirmek anlamına da gelir. Aynı durum otobi¬
yografi, günlük ve mektup için de geçerlidir. Biyografi de eleştirebilir.
Tarih ise eleştirmez.

SONUÇ

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Tanzimat yazarı için hatırat, “hususi fi¬
kirler’!, “hususi keyfiyet”i, “fünûn ve edebiyata müteallik layiha”yı,
“sergüzeşt ve ahvâl-i hususiye”yi, “defter-i âmâl”i, “sergüzeştnâme”yi,
“zamanın hâlleri”ni, “bir nevi çocukluk” u, “tesadüf-i halât-ı fevkalâ-
de”yi, “muhâsebe-i nefs”i, “nâme-i âmâl” i, “mülâkat” ı, “tercüme-i hâl”
i, “özel hayat”ı, “tarihi vakaları yazma usulü”nü, “müşâhedât ve hatırat”ı
ifade etmektedir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere, Tanzimat yazarı tü¬
rü tanımlarken tarih, otobiyografi, biyografi, günlük, mektup gibi diğer
komşu türlerin alanına girmiş olur. Dolayısıyla Tanzimat yazarlarının
kendi tanımlarından ve hatıratlarından yola çıkılarak, Tanzimat dönemin¬
de diğer türlerle en çok iç içe geçmiş olan türün hatırat olduğu söylenebi¬
lir. Bu durum hatıratın arafta duran bir tür olmasının yanı sıra, her yazarın
hatırat tanımında hangi ifadeyi öne çıkardığıyla, dolayısıyla hatıratın
onun için ne ifade ettiğiyle bağlantılıdır. Tanzimat yazarının öne çıkardığı
her unsur, hatıralarını nasıl yazacağını, yani biçimi de belirler. Bu yüzden
Akif Paşa öznesi olduğu tarihi bir olayı rapor ederken, Ebüzziya Tevfik
Yeni Osmanlıların tarihini anlatırken hatıratla tarih arasında kalır. Fatma
Aliye Hanım babası Ahmed Cevdet Paşa’yı hatıralarının öznesi yaparak,
Ziya Paşa hatıralarının sonuna Rousseau’nun yaşamını ekleyerek, Mual¬
lim Naci babasını hatıralarının merkezine koyarak, Leyla Hanım taşra
kadınının yaşamından örnekler vererek hatıralarında biyografik anlatımı
öne çıkarmış olur. Sürgün hikâyesini anlatmak üzere yola çıkan Ahmed
Midhat Efendi, hatıralarında sık sık Yeni Osmanlılar Cemiyetiyle bir mü¬
nasebeti olmadığı mesajını vererek, hatıralarını dönemin siyasi otoritesine
yazılmış bir mektuba dönüştürür. Hatta Muallim Naci gelenekteki şiir
mecmuaları örneğinden yola çıkarak
Medrese Hatıraları başlıklı hatırala¬
rını hatırat-mecmua olarak kurgular. Hatıra yazımının değişim/dönüşüm
macerasında Tanzimat yazarının kendine özgülüğü tam da bu noktada or¬
taya çıkmaktadır. Neticede her toplumun modernleşme sürecinde her
alanda olduğu gibi edebiyat alanında da kendine has bir macera yaşadığı
unutulmamalıdır.

KAYNAKÇA

Ahmed Midhat Efendi (2002), Menfa/Sürgün Hatıraları, (hzl. Handan İnci),
Arma Yayınları, İstanbul.

AKGÜN, A. (1987), Ebüzziya Tevfık’in Mecmuâ-i Ebüzziya’daki Hatıraları,
(Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), İstanbul.

Akif Paşa (2004), Türk-İngiliz İlişkileri ve Mehmet Akif Paşa’nın Anıları (İbret),
(hzl. Taha Niyazi Karaca), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul.
AYDOĞDU, N. Yılmaz-KARA, İsmail (2005),
Namık Kemal Osmanlı Modern¬
leşmesinin Meseleleri Bütün Makaleleri 1,
Dergâh Yayınları, İstanbul.
BANARLI, N. S. (1978),
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Milli Eğitim Bakan¬
lığı Yayınları, İstanbul.

Ebüzziya Tevfik (1910), “Hatırât-ı Said Paşa”, Yeni Tasvir-i Efkâr, S. 346, s.1.
ENGİNÜN, İnci (1994),
Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, Dergâh Yayınları, İs¬
tanbul.

ERTAYLAN, İ. H. (1925), Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü.

GÖÇGÜN, Ö. (1987),Ziya Paşa, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
KAFADAR, C. (2009),
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Dört Osmanlı: Yeni¬
çeri, Tüccar, Derviş ve Hatun,
Metis Yayınları, İstanbul.

KAPLAN, Mehmet-ENGINÜN, İnci-EMIL, Birol (1993), Yeni Türk Edebiyatı
Antolojisi II,
Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

KERMAN, Zeynep (2003), Sami Paşazâde Sezai Bütün Eserleri 2, TDK Yayın¬
ları, Ankara.

LE JEUNE, P. (1975), Le Pacte Autobiographique, Edition du Seuil, Paris.

Leyla Hanım (1958), “Saray ve Harem Hatıraları”, Yeni Tarih Dergisi, S. 13, s.
381-382.

Mecmua-i Ebüzziya (1881), S. 13, s. 404.

Muallim Naci (1902), Lugât-ı Nâci.

Muallim Naci (1969),Ömer’in Çocukluğu, (hzl. M. Ertuğrul Düzdağ), Cağaloğlu
Yayınları, İstanbul.

OKAY, O. (2005), Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
ORTAYLI, İ. (1982),
Gelenekten Geleceğe, İstanbul.

Şemseddin Sami (1882), Kamus-ı Fransevi (DictionnaireFrançais-Turc),
Mihran Matbaası, Constantinople.

Şemseddin Sami (1905), Kamus-ı Fransevî (Dictionnaire Français Turc),
Mihran Matbaası, Constantinople.

TANPINAR, A. H. (2006), XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, (hzl. Abdullah Uç¬
man), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

Türk Dili Anı Özel Sayısı (1972), C. 25, S. 246.

ZEKÂ, N. (1987), “Hatırlama ve Tarih”, Defter, S. 1, s. 7.

1

“Mémoires Comme Genre Modeme dans la Littérature Turque: Le cas des
Hommes de Lettres des Tanzimat” başlıklı doktora tezinden üretilmiştir.

2

Yıldız Teknik Üni. Fen-Ed. Fak. TDE Böl. obanu@hotmail.com

3

Fatma Aliye Hanım babasının yaşamını yazmasını birçok kişinin talep ettiği¬
ni söyler: “Babam merhumun hem öğrencisi hem de sırdaşı olduğumu bilen¬
lerden birçok zevat, babam merhumun geniş bir biyografisini onun yaşamış
olduğu devrin, hâl ve durumu hakkında bir eser yazmamı adeta bir ültimatom
verir gibi talep ettiler.”,
Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı, Pınar Yayınları, İs¬
tanbul, 1994, s. 22.

4

   Bu hatıralar ilk olarak 20 Ocak- 11 Haziran 1921 tarihlerinde Vakit gazete¬
sinde yayımlanmıştır. 1958-1960 yılları arasında ise “Saray ve Harem Hatı¬
raları” başlığıyla Yeni Tarih dergisinde Latin harflerine aktarılarak yayımla¬
nır. Bu sonuncuya 25 Nisan- 14 Haziran 1921 tarihlerinde İleri gazetesinde
yayımlanan “Geçen Asırda Kadın Hayatı” başlıklı hatıraları da eklenir.

5

   “Paris’ten Londra’ya ve Otel Metropol” başlıklı hatıra yazısı Mecmua-yı E-
büzziya’nın 68. nüshasından 80. nüshasına kadar yayımlanır.