ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
YAŞAMA BAKIŞTA GUY DE MAUPASSANT’IN YAKUP kadrİ karaosmanoĞlu Üzerindeki etkİlerİ
The influences of Guy de Maupassant’s views about life on
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Abdülhalim AYDIN *
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 12, Sayı: 2, Sayfa: 105-128, ELAZIĞ-2002
ÖZET
Maupassant'ın Türk yazan üzerindeki etkisi romanlarındaki kimi yansımalan bir yana
bırakırsak, daha çok yaşam felsefesi ile öykücülüğü üzerinde odaklanmıştır. Yaşama bakışta
Maupassant etkilerinin ele alındığı çalışmada, Schopenhauer ile Nietzsche'nin karamsar ve hiççi
felsefelerinin Fransız yazarı aracılığıyla Yakup Kadri'yi nasıl geçtiği üzerinde durulmuştur. Ayrıca
Maurice Barres'nin benci felsefesini büyük ölçüde benimsemiş olan yazarın bu görüşü,
Maupassant'dan aldığı diğer olumsuz görüşlerle nasıl uzlaştırıp ilişkilendirdiği ortaya konmaya
çalışılmıştır. Bu bağlamda, insana güvensizlik, yaşamın değersizliği, her şeye karşı takınan
karamsar tutum, ölümün yüceltilmesi, yalnız kalma arsuzu gibi konularda her iki yazarın takındığı
benzer tutum sergilenmeye çalışılmıştır.
Anahtar sözcük: Guy de Maupassant, Y. Kadri Karaosmanoğlu, Karşılaştırmalı edebiyat.
ABSTRACT
The influences of Maupassant on Yakup Kadri can be shown on two points if we put away
certain reflections in his novels: the philosophy with regard to life and the art to tell. In this work
where the accent uniquely is put on the influences of the philosophy of Maupassant, the researcher
tries to expose how pessimistic and nihilistic philosophy of Schopenhauer and Nietzsche are
transmitted to Yakup Kadri by the intermediary of Maupassant. In addition, one sees that it is a
matter with the Turkish writer the effort to reconcile and to put in correlation these pessimistic
ideas and nihilists with philosophy égotiste of Maurice Barrès that the writer already had adopted.
It is looked for also to expose the similar behavior of the two maintained writers with regard to the
themes such as the mistrust against the man, the vanity of life, the pessimistic attitude against all
the things, the vénération of the death, the desire of the solitude.
Key Words: Guy de Maupassant, Y. Kadri Karaosmanoglu, comparative literature
*-Bu çalışma, "Les Points Communs Entre Guy de Maupassant et Yakup Kadri Karaosmanoğlu au Niveau
des Contes et Nouvelles" adlı yüksek lisans tezimizle ilgili olmakla beraber, tezde çalışılmamış konular
ele alınmıştır.
- Yrd. Doç. Dr. Fırat üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim
Üyesi. E-mail: haydin1@firat.edu.tr
GİRİŞ
II. Meşrutiyetin özgürlükçü havası içinde doğan ve Yakup Kadri'nin de kurucuları
arasında yer aldığı Fecr-i Ati grubu, aslında kendinden önceki yazınsal topluluk olan ve
parnasyenlerle realistleri benimseyerek onlara benzemeye çalışmış, "sanat için sanat"
ilkesini onlar gibi döviz haline getirmiş Servet-i Fünûn okulunun devamından başka bir
şey değildir.
Tanzimat’tan Atatürk Türkiye’sine kadar geçen dönemdeki Türk toplumunun
yaşantısını yansıtan roman, öykü ve makaleleri kaleme alan yazarın yazınsal yaşamını iki
önemli bölüme ayırmak olanaklıdır. Kendini bulma, çeşitli arayışlara girme, büyük
kaynaklara yönelme (Fransız, Latin, Yunan), iç dünyası ve içinde yaşadığı sosyal
koşullarla büyük bir uyum gösterecek kimi felsefi görüşleri tanıma ve yaşamına geçirme
gibi sıralayabileceğimiz yazarın 1922 yılına kadar sürecek gençlik ve acemilik dönemi.
İkincisi de, karamsar, yalnız ve soyut dünyasından çıkıp topluma doğru yürüdüğü, onun
sorun ve çözümleriyle yakından ilgilendiği, "sanat için sanat" ilkesinden vaz geçip
"toplum için sanat" görüşünü benimsediği, önemli yapıtlarını verdiği, yazın adamı
kimliğinin siyasal kimliğiyle ifadesini bulduğu 1922 sonrası dönemdir. Yakup Kadri'nin
çalışmamıza bakan yönü, gençlik ve kendini yetiştirme diyebileceğimiz birinci
dönemidir.
Bu dönemde yazarımızın en çok okuduğu, hayran kaldığı ve etkisine girdiği
yazarlardan biri Guy de Maupassant olmuştur. Daha sonra da göreceğimiz gibi,
Maupassant'ı okumak, Yakup Kadri'de iki türlü yansımasını bulmuştur. Schopenhauer,
Nietzsche ve Barres'nin iç dünyasına "biçilmiş kaftan" gibi oturan olumsuz
felsefelerinden beslenmiş Maupassant'ın etkileri yazarımız üzerinde görünmekte
gecikmez. Hemen belirtmek gerekir ki, bu iki Alman filozofunu Muapassant'dan öğrenen
Yakup Kadri'nin, Maurice Barres'yi kendi yapıtlarından tanıdığını ileri süren
araştırmacılar vardır.(Niyazi Akı, ss.29-30; Şerif Aktaş,s.23) Bunu, Yakup Kadri'nin
Almanca’yı bilmeyip Fransızca’yı çok iyi bilmesine bağlayabiliriz. Fransız yazarının
diğer etkisi de Yakup Kadri'nin öykücülüğü üzerindedir. İnsan psikolojisine inerek bilinç
altını keşfe çalışmak, çeşitli ruhsal hastalıkları alıp işlemekten zevk duymak, çoğunlukla
deli, bunalımlı, dünyayı ve insanı sevmeyen karamsar, kötümser ve tuhaf takıntıları olan
tipleri sergilemek, teknik özellikler, öykülerin başlangıç ve bitişlerindeki genel
uygulamalar hep Maupassant'dan gelen etkilerdir.
A-YAKUP KADRİ'Yİ MAUPASSANT'LA BULUŞTURAN FAKTÖRLER
a-Vazgeçilmez bir kaynak olarak Fransız edebiyatı
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tanzimat'tan beri kültürel, ekonomik, askeri, siyasal
alanlarda yenilenme ve modernleşmenin adresi hep Batı dünyası olduğu gibi, Türk
edebiyatının yenilenme macerasında da Fransız edebiyatı hemen her zaman birinci
derecede kaynak olmuştur. Şinasi'den beri esen Fransız edebiyatı rüzgarı, Yakup
Kadri'nin çocukluk, gençlik ve olgunluk çağlarında da esmeye devam eder. Onun
olgunluk çağında iyice artan "ulusal" bir edebiyata kayan yönelişler ve arayışlar olmuş ve
bazı şaheserler ortaya çıkmışsa da bu rüzgarın modası hâlâ varlığını sürdürmüştür. Namık
Kemal, Recaizade Ekrem, Hamid, Tevfik Fikret, Cenab Şehabettin..., hangi büyük üstada
bakmışsa Hugo'ların, Lamartine'lerin, Musset'lerin, Coppee'lerin, Baudelaire'lerin... derin
etkilerini görmüştür. Bu durum yazarımızda Fransız edebiyatına karşı bir ilgi ve merak
uyandırır. Aslında onun bu edebiyatla olan ilişkisi gelenek olduğu üzere daha çocukluk
yıllarından itibaren başlar.
Daha okuma bilmediği yıllarda Monte-Cristo'yu annesinden dinler. Sonradan aynı
kitabı kendisi de okuyan yazar, üzerinde bıraktığı etkileri şöyle ifade
eder:«Çocukluğumda ilk okuduğum roman Monte-Cristo'dur. Bu kocaman cildin üstünde
ne heyecanlı saatler geçirdim; ne kadar ağladım, ne kadar güldüm; ne tahassüslere
(duygu), ne teessürlere (etki), ne sevinçlere, ne elemlere giriftar oldum, tasavvur
edemezsiniz; diyebilirim ki benim ruhumu bu eser yaptı, muhayyilemi ve teessür
kabiliyetlerimi ilk defa bu eser temniye etti (sağladı)... Kim diyebilirdi ki Anadolu'nun bir
köşesinde on yaşında bir Türk çocuğu bir balmumu parçası halinde büyük Fransız
romancısının dehasındaki ateşe düşecek, eriyecek, dağılacak, sonra yine bu ateşin tesiri
altında yeni bir şekil yeni bir renk iktisap edecek (edinecek).»1 Edebiyata daha çocuk
yaşlarında merak salan Yakup Kadri üzerinde silinmez bir etki yapan, yaşamına yön
veren kendinden yaşça epeyce büyük olan Akhisar'lı Abdullah Rahmi Bey adında bir
arkadaşı olur. Yakup Kadri kendisini gerçek anlamda edebiyatla yüz yüze getiren,
Edebiyat-ı Cedide'den yapıtlar okutan ve "bunların gerçek örnekleri Fransız
edebiyatındadır. Fransızca öğrenirseniz onları okuyabilirisiniz" biçiminde teşvik eden bu
kişi olmuştur.(Niyazi Akı, agy.s.11.) Hatta bunun tavsiyesi üzerine annesi ona özel
Fransızca dersi aldırır.
Daha sonra Mısır'a giden Yakup Kadri, burada kaldığı iki yıl içinde bir Fransız
okulu olan Frères'ler Mektebiyle bir İsviçre lisesine devam eder. Bu arada şair ve profesör
olan Henri Lamon'dan Fransız edebiyatı dersleri alır. Yazar, bu okul yıllarındaki Fransız
edebiyatını öğrenme isteğini şöyle anlatır anılarında: «...bir Fransız kolejindeki klasik
edebiyat dersleriyle yetinmeyip abonesi olduğum bir umumi kütüphanenin, on dokuzuncu
asırdan bu yana ün almış, bütün edebiyat, felsefe ve tarih kitaplarını büyük bir okuma
iştihasıyla sömürdüğüm oluyordu. Ayrıca Fransa'da çıkan belli başlı dergilerde günün
fikir cereyanlarını da takibe imkan buluyordum.»2 Belli bir okuma ve kendini yetiştirme
döneminden sonra Yakup Kadri, "...Hayatımın bir devresi geldi ki Alexandre Dumas'yı
âdi, sönük ve dar bulmaya başladım; Edebiyat-ı Cedide'nin açtığı realizm cereyanı beni
de Daudet'lerin, Zola'ların, Goncourt'ların kucağına itti" (Yakup Kadri, Nisyan, İkdam
16.12.1920) diyecektir. Bu dönemde Yakup Kadri artık Edebiyat-ı Cedide'nin
Fransızca'daki örneklerini okuyacak kadar Fransızca’sını geliştirmiştir. Yukarıdaki
Fransız yazarlarına H.Ali Yücel, Maupassant, P. Bourget ve Balzac'ı da eklemektedir.
Daha sonra belirteceğimiz gibi, 18-25 yaş arasında yazarımız kendini bütünüyle okumaya
adarken, özellikle Maupassant en çok okuduğu yazarların başında geliyordu. Hatta
Mısır'da, İstanbul'dan rejimin baskısından kaçan dönem aydınlarından Şerafettin
Mağmumi adında bir kişi tarafından çıkarılan "Türk" adlı bir dergide, Yakup Kadri
Maupassant'dan yaptığı ilk öykü çevirilerini yayınlar. H. Ali Yücel, bu konuyu şöyle
anlatır: «Yakup Kadri'nin edebi bilgisine, bilhassa Fransız edebiyatına vukufuna hayran
olmamak kabil değildir. (...) Daha on beş yaşında Paul Bourget'yi elinden düşürmeyen,
sonraları Maupassant'ı baştan başa okuyan, hatta Mısır'daki "Türk" gazetesinde bunlardan
tercümeleri çıkan Yakup, bu yoldaki çıraklığını hakiki üstadların elinden yapmış
olmasaydı bu başarıya eremezdi.»(Yücel, 1989, ss.71 ve 131) Mısır dönüşünde Manisa
İdadisine devam ettiyse de bitiremez; böylelikle Yakup Kadri tam anlamıyla bir
"autodidacte" (özöğrenimli) yazar niteliğini kazanır.
Yakup Kadri ile aralarında büyük bir dostluk bağı bulunan ve hakkındaki kitabını
yazarken sıklıkla ondan bilgi isteyen bir dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e
göre, yazar etkilendiği kaynaklara edebiyat kitaplarından değil, yazarların bizzat kendi
yapıtlarından okuyarak ulaşırdı. Ona göre, "asıl meşk aldığı Fransız edebiyatını da böyle
tanımıştı. Bu edebiyatın şöhretleri olan sanatkarların kitaplarından, onları doğrudan
doğruya takip etmiştir". Ona göre, Yakup Kadri'nin edebiyat zevki Fransız edebiyatıyla
yoğrulmuş ve Maupassant'dan başka çok ilgilendiği ve büyük önem verdiği Fransız
yazarlardan biri de Anatole France olmuştur. Hatta A. France'ı okurken, yazarımız Yunan
ve Latin mitolojisini de öğrenmek zorunda kalmıştır.(Yücel, 1989,s.251) Yakup Kadri'ye
göre Anatole France, yeryüzünde gelmiş geçmiş bilgelerin sonuncusudur. (Yücel,
1989,s.263)
Niyazi Akı'ya göre, Yakup Kadri ve Maupassant'ın öykülerinde aynı görüş ve
düşüncelerle karşılaşılmaktadır. Bunun nedeni, her iki yazarın da aynı kaynaktan
beslenmiş olmaları (Schopenhauer ve Nietzsche), çocukluk yıllarında benzer acıları
yaşamış olmaları (Maupassant anne ve babasının geçinemediğini görerek mutsuzdur;
Yakup Kadri de kendini mutsuz bir ortamda bulur: özgürlük arayışı, Mısır'a kaçış, acı
çeken bir şehir olan İstanbul'a dönüş, eğitimini tamamlayamaması, babasının olumsuz
yaşam biçimi ve onunla hiç bir zaman anlaşamaması gibi) ve geçirmiş oldukları
hastalıklardır. (Maupassant kronik bir sinir hastası olarak çıldırarak ölmüş; Yakup Kadri
de verem hastalığına yakalanarak uzun süre İsviçre'de tedavi görmüştür) ( Akı,1960,
ss.97-99)
b-Bir baskı ve kaos döneminin getirdiği arayışlar
Yakup Kadri'nin içinde yetiştiği gençlik döneminin siyasal ve sosyal koşullarının
özellikleri, onu nefes alacağı, aç olan ruhunu tatmin edeceği bir arayışa götürür.
İmparatorluğun uzak fakat oldukça özgür bir yerinde, Mısır'da doğmak, ilk gençlik
yıllarını İstanbul'dan uzaklarda geçirmek şansına sahip olmakla beraber, baskı döneminin
acılarını ruhunda duymaktan kendini alıkoyamaz. O dönemde Sarayın izlediği iç ve dış
politika birbirine taban tabana zıt idi: dışarıya karşı ne kadar uysal, boynu bükük ve hoş
görünmüşse, içeriye karşı da o derece baskıcı, acımasız davranmıştır. Sansür ve güçlü
olan gizli polis teşkilatı duygu ve düşünceleri baskı altında tuttuğu için herkesin ruhunda
kuşkuyla karışık bir korku oluşuyordu. Bu çaresizlik içinde, memleketin geleceği için
kaygı duyan aydın kesim heyecanlarını bastırmak, düşüncelerinden sıyrılmak, kalemini
kırmak, yani susmak zorundaydı. Bu durum onları bir vurdumduymazlığa, acı realiteden
kaçarak kendi içlerine kapanmaya zorluyordu. İçini açamayan, kendini kaderine
terkedilmiş gören toplulukların bireylerinde görülen bu çeşit durgunluk ve
hareketsizliklerin altında, çoğunlukla ruhların düzensizliğine, değerlerin yadsınmasına,
idealsizliğe doğru kaçınılmaz bir yuvarlanış sezilir. Böylece bireyler kendilerini tam
anlamıyla bir boşluk içinde görüyorlardı. Hatta bu ruh halinin güdüsüyle Servet-i
Fünûn'culardan bazıları içinde yaşadıkları ortamdan kaçıp, imgesel ve kurgusal bir
yeryüzü cenneti olan "Yeşil Yurt"a kaçmayı bile düşünmüşler.(Uşaklıgil, 1969, ss.55-62.)
Yakup Kadri, kendini anlamaya başladığı yıllarda böyle bir hava içinde bulmuş ve
"...fakat biliyordum ki bazı memleketlerde hürriyet denilen bir saadet vardır; ve oralarda
herkes istediği kitabı okuyabilir; ve o diyarlardan birine gittim" (Karaosmanoğlu,1946,
s.15) diyerek Mısır'a gider.
Yazarın ve çağdaşlarının içine düştükleri bu arayışı aslında onların üstadları olan
Tanzimat'çılarla Servet-i Fünûn'cular öteden beri başlatmışlardı. Osmanlı
İmparatorluğu'nun çöküş dönemlerine rastlayan ve Batılılaşma adı verilen bu dönemde,
giyinişimiz, soframız, düşünüş ve zevklerimiz yeni örneklere göre düzenlenmeye
çalışılmıştır. Bu toplumsal arayış havası içinde gelişen bu iki yazınsal akımda da Batı
hayranlığı, arayış, taklit ve uyum ortak noktalar olmuş ve aynı karakteristik özellikler
Fecr-i Ati topluluğuna da geçmiştir. Böylece bu dönem aydınlarında, bir yandan kendi
olmak, bir yandan da hayran olduğu yerden bir şeyler getirmek çabası görülür. Yakup
Kadri'nin bir yazısı, kendisi gibi bu dönem aydınlarının düşünüş ve ruh durumunu
anlatması bakımından ilginçtir:«Yirmi yaşımıza girdiğimiz zaman, artık hiç bir şeye, hiç
bir kimseye inanmıyorduk... Şahsi hayatımızda olduğu kadar millet ve memleket
meselelerinde de tamamiyle reybileşmiştik (kuşkuculuk, scepticisme) ve bir çok frenkçe
kitapların yardımıyla bu ruh ve iman iflâsını bir nevi ilmi fikir sistemi haline sokmaya
çabalıyorduk... On dokuzuncu asır sonu Avrupa'da bir büyük inkâr-dissociation-devridir.
Bütün kıymet hükümlerinin bâtıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda
birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkirlerin adedi, o devirde, sayılmayacak
kadar çoktu. Bunlar bir takım kötü gençlik arkadaşları gibi bizi baştan çıkarır, bizi
maceradan maceraya sürüklerken kafamızda yükseklerde dolaşan kimselerin
sarhoşluğunu hissederdik. O frenk üstadlarından ödünç aldığımız inkâr ve istihza
kanatlarıyla, sanki muhitimizin üstüne çıkmış, sanki mensup bulunduğumuz cemiyetin
perişanlıklarına, adiliklerine, yalanlarına ve şarlatanlıklarına yukarıdan, bir hakaretli
yabancı gözüyle bakmış gibi olurduk.»(Karaosmanoğlu,1946,ss. 16-17) Yakup Kadri'nin
bu anlattıklarından, onun niçin Schopenhauer, Nietzsche, Maurice Barrès ve Maupassant
gibi yaşamı karanlık bir tabloda betimleyen yazarlara yöneldiğini anlamak kolaylaşır.
B-YAŞAMA BAKIŞTA MAUPASSANT ETKİSİ
Arayışlara girmiş "buhranlı" bir ruhun susuzluğunu gidermek, doyuma ulaşmak
için başvuracağı adres de aynı biçimde, yaşamdan ve insandan bıkmış, alabildiğince
karamsar ve umutsuz bir tavırla dünyayı yorumlamış bir felsefe olacaktır. Yakup Kadri'de
görülen bu karamsarlık, yazarlığının henüz çıraklığını oluşturan 1920'li yıllara rastlar.
Çağdaşlarından pek çok yazar gibi, o da sanatının ilk yıllarında dış etkilere (neredeyse
yalnızca Fransız edebiyatı) oldukça açık, malzemesi, zevki ve tarzı bakımından
savunmasızdır. Yapıttan yapıta atlayan yazar, kendi kendini Batı kültürü aracılığıyla
yaratmak yolunda çeşitli arayışlara girer. Fransız edebiyatını çok iyi tanıyan Yakup Kadri
için, Anatole France ve Guy de Maupassant ayrıcalıklı yazarlardı. Ancak, A. France'ı
daha çok olgunluk dönemlerinde tanımış ve okumuş olan Yakup Kadri, Maupassant'ı işte
bu gençlik dönemlerinde tanımış ve ondan büyük etkiler almıştır. Yazarımız üzerinde
Maupassant etkilerini ikiye ayırmak olanaklıdır:
a-Yaşama bakışta Maupassant etkisi
b-Öykülerde Maupassant etkisi
Burada hemen şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir ki, belli bir dönemde bir
yazardan önemli ölçüde etkilenmiş Yakup Kadri'nin diğer yapıtlarında, yani romanlarında
da Maupassant etkilerinin var olması bir bakıma kaçınılmazdır. Ancak, romanlardaki
Maupassant etkileri yukarıdaki iki ana başlığa oranla çok silik ve yüzeysel kalmaktadır.
Çünkü, çoğu zaman Yakup Kadri'nin de dediği gibi, onun Maupassant'dan asıl aldığı
zevk o karamsar ve kötümser dünya görüşüyle hikayelerindeki melankolik, bunalımlı ve
garip tiplerdir. Öykülerine malzeme ararken, Maupassant'ın Normandiya'nın kırsalında
köy köy dolaşarak abasını doldurduğu gibi, o da aynı yolu seçmiş kentten köye inmiştir:«
O zaman Refik Halid ile ben, Maupassant'ın tesiri ile şehir içindeki tiplerden ayrılarak
mevzularımızı köylerden, çobanlardan ve halkın arasından seçmeye başladık.»3 Bu
biçimde Maupassant gibi öykü yazma arayışı, sonuçta öykücülüğümüze büyük bir atılım
ve yeniliği de getirmiştir. Böylece, Yakup Kadri ile beraber öykücülüğümüz İstanbul ve
çevresinde hapsolmaktan kurtulmuş, Anadolu'ya açılmaya başlamıştır. Bu bağlamda,
Necdet Bingöl'ün etkilerini aradığı Yakup Kadri'nin romanlarındaki Maupassant etkisi,
olsa olsa yine romanın genel havasına yansıyan pesimist dünya görüşü ile kahramanların
karakterini belirleyen bunalım ve kriz hallerinde aranmalıdır.
Nitekim, aynı araştırmacı, "Yakup Kadri'nin Beş Romanında Fransız Realist ve
Naturalistlerinin Tesirleri"4 başlıklı çalışmasında, Zola, Flaubert, Goncourt, Maupassant
gibi yazarların izlerini ararken, yer yer Maupassant'a da değinmiştir. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, N. Bingöl de Yakup Kadri'nin romanlarında Maupassant etkisini genel
olarak, karamsar bir dünya görüşü ve kahramanların "meczup, melankolik" karakterleri
biçiminde saptamıştır. Bu demek oluyor ki, en azından belli bir dönem için yaşamında ve
öykülerinde iyice belirgin ve etkin olan Maupassant etkileri, daha sonraki yıllarda
romanlarında kimi izleksel ve yüzeysel yansımalara kadar azalmış ve sönük bir hal
almıştır. Araştırmacının bize gösterdiği kadarıyla, Kiralık Konak, Nur Baba, Sodom ve
Gomore, Yaban, Bir Sürgün romanlarında, Maupassant etkisi örneğin Yaban'da olduğu
gibi, genel anlamda kahramanda görülen kötümserlik ve yaşamdan bıkkınlık
biçimindedir. Romanın Maupassant ile olan ilgisi burada bitmektedir.
Fransız öykücüsüyle büyük bir benzerlik gösteren Yakup Kadri'nin karamsar ve
kötümser felsefesiyle içgüdülerle hareket etme anlayışını, Schopenhauer'ın simgesi olmuş
aynı konudaki görüşleriyle de bir yakınlık kurmak olasıdır. Yine Yakup Kadri'de
gördüğümüz ve hiççiliğe (nihilisme) uzanan kimi düşünceleri de Nietzsche'nin
görüşleriyle önemli ölçüde örtüşmektedir. Öte yandan, hemen şu noktayı da belirtmek
gerekir ki, Nietzsche felsefesinin beslendiği başlıca kaynaklardan biri de Schopenhauer'ın
dünya görüşüdür. Böylece, hem doğrudan doğruya filozofun kendisiyle, hem de
Nietzsche'nin aracılığıyla karamsar felsefe Maupassant'a geçmiştir diyebiliriz. Hatta
denilebilir ki, bir bakıma Nietzsche'nin etki alanına girmek, beraberinde Schopenhauer'ı
da getirir. Neydi peki yazarlarımızca bu denli tutulmuş ve ardından gidilecek kadar
önemsenmiş Schopenhauer'ın karamsarlığı (pessimisme) ?
Alman filozofuna göre, dünya anlamlı bir dünya değildir; bundan dolayı felsefeye
düşen iş de, anlam yorumları olmayıp, bu anlamsız dünya içinde insanoğluna bir şekilde
yolunu buldurtmaktır. İçinde anlam bulunmayan dünya bütünüyle kötüdür ve
varolmamak yeğdir. Ona göre, bu dünyayı iyi ya da dünyaların en iyisi saymak yalnız
aptallık değil, aynı zamanda bir küfürdür. Çünkü dünya, düşünülebilecek dünyaların en
kötüsüdür. Hatta biraz daha kötü olsaydı, varolamazdı artık. Bu denli kötü olan bir
dünyada yaşamak gerekli midir? Ya da böyle bir dünyadan uzaklaştırıp sürekli kurtuluşa
ulaştıracak bir başka yol yok mudur? Filozof, adına ölüm demezse bile bulduğu yolu,
yaşama istencini (irade) reddetmek, yadsımak ve arzularımıza bir son vermek biçiminde
formüle eder. İçimizde ve çevremizde oluşan yaşama istencini kesin olarak reddetmek
gerekir. Bu davranışın gerekçesi de ona göre şöyledir:"Yaşamın kendisi, istenç ardı arkası
kesilmeyen bir acıdır. Çünkü istenç bütün görünüşlerinde bir iştah, bir istek olarak
kendini gösterir. İsteğin olması da, eksikliğin, dolayısıyla acının olması demektir. Ama
bir istek hiç bir zaman tam ve sürekli olarak doyurulamaz; şöyle biraz doyurulunca
hemen bir yenisi ortada beliriverir ve bu böyle sonsuzluğa kadar gider.5 Schopenhauer'ın
bu karamsar felsefesi, Nietzsche'de sonunda her şeyi yadsıyan bir hiççiliğe (nihilisme)
giderken, Maupassant'da da yaşamdan ve insanlardan kaçış, yalnızlık isteği, ölüm arayışı
ve kimi zaman da bazı hiççi (nihiliste) tutumlarla kendini gösterir.
Yukarıda Yakup Kadri'nin de anlattığı gibi, kendini arayış döneminde bir çok
çağdaşı gibi, o da içinde bulunduğu toplumla anlaşamamış, onu beğenmemiş, yükseklere
çıkarak topluma ve bütün değer yargılarına küçümseyici ve aşağılayıcı bir gözle bakarak
var olan tüm sistemleri yadsıma yoluna giderken önereceği hiç bir değer sunmamış,
kısacası, kendi deyimiyle bir tür "dissociation" dönemi yaşamıştır. Böylece, yaşamla
anlaşamamak, ona karamsar bir gözle bakmak, ölümü aramak, var olan bütün değerleri
yadsımak gibi Schopenhauer ve Nietzsche'nin belirgin görüşleri yazarımızda görülür. Bu
görüşler, en çok Bir Huysuzun Defterinden adlı yazısında görülür. Bu yapıta, yukarıda
geçen olumsuz felsefelerin en çok işlendiği ve toplandığı yer olarak bakmak doğru
olacaktır. Ayrıca, Nirvana adlı tiyatro yapıtıyla, Erenlerin Bağından adlı düzyazı
biçimindeki şiirinde, Yıldızların Kimsesizliği, Araftaki Ruh gibi bazı yazılarında ve Yalnız
Kalmak Korkusu gibi kimi öykülerinde bu karamsar ve hiççi felsefenin etkileri yer yer
görülür. Bu olumsuz görüşleri oldukça çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğu için burada,
Nirvana'nın anılmaya değer olduğunu belirtmek gerekir.
Bir Huysuzun Defterinden, Yakup Kadri'nin insan, dünya ve yaşamla ilgili olumsuz
görüşlerini ortaya koyduğu yapıtıdır. Bu yapıtta açıklanan görüş ve düşünceler, karamsar
niteliğiyle ilk bakışta dikkatimizi çeker. Yazar Huysuz'u, tuhaf mizacını açıklarken şöyle
diyor:« Bu Huysuz bana pek yakındır, benimle beraber, benim evimde oturur; aile
arasında onun ismi sadece Zıpır'dır. Zıpır nedir? Bilirsiniz a... biraz garip, biraz hoppa,
biraz herkes gibi olmayan kimselere bizde zıpır derler.»6 Aslında, yazarın sözünü ettiği bu
Huysuz, kendinden başkası değildir. "O dönemin Yakup Kadri'si biraz böyleydi" diyen H.
Ali Yücel, şöyle devam eder:«Bir Huysuz... Kimseye benzemeyen, her şeyi hoş
görmeyen, insanlarla beraber yaşarken uslu bir cemiyet adamı olduğu halde, ruhunda
daima onlardan kaçmak isteyen bir tarafı bulunduğunu acı acı duyan Yakup; evinde
beraber yaşadığı, o kadar da değil, daha içinde, hatta benliğinde yaşattığı bu huysuzla
ikizdir.»7 Yeri geldikçe, bu yapıta başvurarak yazarımızın, ilgili konulardaki görüşlerini
ortaya koymaya çalışacağız.
Nirvana, yazarın nihilist düşüncelerini en çok işlediği yapıtlarından biri olarak
karşımıza çıkar. Bu piyeste, biri gece yarısına kadar uyumamış, öbürü o zamana kadar
içmiş ve evine sarhoş dönmüş karı koca (Mihriban ile Necdet) arasında insana ve yaşama
dair bir ikili konuşmadır. Necdet, (yazarı gibi) kötümser, her şeyi anlamsız ve sonsuz
gören, toplumun hemen bütün değerlerine karşı çıkan, bunları yadsıyan bir gençtir.
Mihriban yirmi üç yaşında genç ve güzel bir kadın. Mihriban, vaktin geç olduğunu artık
uyuması gerektiğini söyler. Ama ona göre "uyku, insanı adileştirir, hayvanlaştırır."
"Yalnızlık" en çok ürktüğü şeydir. Müzik mi? "O hain ve zalim bir ilahe"dir. Ya şiir? "O
da müziğin kız kardeşidir. Zalimdir. Aldatıcıdır... Kısaca sanat, bütün türleriyle sanat...
ooh, ondan nefret ederim." Aşk ve sevgi mi? "Bu da çok âdi bir şey: Aşk...Aşk,
duyguların, ızdırapların en âdisi!" Doğmakta olan güneşin doğmaması için Mihriban'a
yalvarır:"Söyle güneş çıkmasın, söyle güneş çıkmasın!..."8
Öte yandan, Yakup Kadri'nin bu görüşleri aynı zamanda Maupassant'ın
görüşleriyle de büyük bir benzerlik göstermektedir. Öyle ki, Alman filozoflarında
olmayıp, Maupassant'da görülen yalnızlık duygusu, çaresizlik durumu, öykülerinde
sıklıkla betimlediği aşk ve tutku yüzünden çeşitli ruh ya da sinir hastalıklarına yakalanmış
sanrılı ve bunalımlı tipler gibi çeşitli psikolojik hastalıkları alıp işleme merakını Yakup
Kadri'de de görmek olanaklıdır. Hatta biraz sonra değineceğimiz gibi, yazar
Schopenhauer'ın yaşam felsefesi olan karamsarlığı bile Alman filozofundan değil,
Maupassant'dan aldığını ve yalnızca bu yüzden Fransız yazarının ona çekici geldiğini,
ona duyduğu hayranlığın buradan kaynaklandığını anlatıyor. Nitekim Niyazi Akı da bu
yakınlığa değinmiştir.9 Aynı araştırmacının da belirttiği gibi, Yakup Kadri'nin, bu
filozofların Fransızca’ya çevrilmiş yapıtlarını okumuş olduğu olasılığını gözden uzak
tutmamakla beraber, karamsar ve kötümser görüşlerin asıl kaynağının Maupassant
olduğunu düşünüyoruz. Çünkü, Maupassant'ın Schopenhauer ve Nietzsche'den
etkilendiğini biliyoruz.10 Bu durumda Yakup Kadri bu görüşleri, ya doğrudan doğruya
Maupassant'ın bilerek ondan almış yada, filozofların görüşlerini Fransız yazarının
aracılığıyla almıştır. Ancak, Yakup Kadri'nin mizacı, Maupassant'ın mizacıyla büyük bir
benzerlik gösterir. Şerif Aktaş'ın deyimiyle, "bütün yaşamı boyunca ruhunun veya insan
ruhunun çırpınışlarına çare aramıştır." (Aktaş, 1987,s.46) Mizacıyla ilgili olarak yazar,
kendisi ve Refik Halit arasında yaptığı karşılaştırmada şunları söyler: «Refik Halit
doğuştan iyimserdi ve her iyimser tabiatlı insan gibi realist bir hayat adamı olmuştu. Ben
ise kötümser ve karamsar mizaçlı idim ve bu mizaç arkasından gördüğüm dünyada bana
yaşamak şevki verecek hiç bir şey bulamıyordum. Tek zevkim okumak, okumak,
okumaktı.»(Karaosmanoğlu,1969,s.68) Yakup Kadri'nin kendini böyle görüp
değerlendirmesi, onun yaşamla ilgili Alman filozoflarının görüşlerini Maupassant'dan
aldığı düşüncesini kuvvetlendirir. Yazarın şu açıklaması da, bu görüşe daha da destek
veren bir kanıt olarak değerlendirilebilir:« ...Evet pek iyi hatırlıyorum, o zamanlar en
örnek realist hikayeci telakki edilen Guy de Maupassant'ın eserleri elimizden düşmezdi;
ama şu var ki, benim Maupassant'ı sevişim onun hayat sahnelerini bir fotoğraf
objektifiyle aksettiren sanatı değil, bunun ardında çarpan insan kalbinin sesi ve onu,
günün birinde, akıl hastalığına uğratan karamsar dünya görüşüydü.»
(Karaosmanoğlu,1969,s.69)
Her ne olursa olsun, «yıllar yârlardan, yârlar yıllardan vefâsız... kara baht bir
kasırga gibi (... ) Bahçeler bozuldu; yuvalar dağıldı; yollar silindi; cihan viran oldu»11
diyen Yakup Kadri'nin okuduğu yapıtların, beğendiği yazarların ardından baktığı dünya
sislidir. Yaşam denen bu "pisliklerle dolu" kaypak alanda duygu ve düşünce yordamıyla
ilerlerken ayağını basacak sağlam toprağı arar. Fakat, dış dünyadaki karşıtlıklar ve
dönemin kaotik olayları arasında sıkışan yazarın iç dünyasında ulaştığı tek şey yalnızca
"tereddütler, inançsızlıklar ve istikrarsızlıklar" olmuştur.
a-Yaşamın değersizliği
Hem Maupassant'ın, hem de Y akup Kadri'nin yaşam karşısında takındıkları tutum
olumsuz ve karamsar niteliklerle kendini gösterir. Anlamsız ve saçma bir yaşamı
sürdürmenin bir mantığını bulamazlar. Oysa etraflarında bu yaşama sıkı sıkya bağlı
insanlar var ve bu "değmez" yaşamı devam ettirenlerin çoğu eksik, sınırlı, saçma bir
dünyada yaşadıklarının bilincinde bile değiller. Maupassant, bu anlamsız yaşamı sürdüren
insanların gerçek durumunu çözmüş gibidir: "Ömürlerini yalnızlığın hapsettiği, ölümün
tehdit ettiği, sefalet ya da dramın mahvettiği, insanların aç gözlülüğünün ya da anlamsız
savaşların ağır yükünün ezdiği, parçaladığı bu insanlar aslında zalim bir kader ya da
tanrının oyuncağı durumundadırlar."
Yaşamla ilgili bütün bildiklerinin kendisine tiksinti verdiğini söyleyen Maupassant,
toplumdan ve insanlardan uzaklaşıp yalnızlığın kucağına atlayarak bir avuntu bulacağını
düşünür. Bu tür duygu ve arayışlarını özellikle Sur l’Eau (Su üstünde) ve Au Soleil
(Güneş Altında) adlı Akdeniz ve Afrika gezilerine ait anılarında dile getirir. Yazar,
yaşamı şöyle tanımlar:«Böylesine kısa ve böylesine uzun yaşam bazan çekilmez oluyor.
Hep olduğu gibi sonu ölümle bitiyor. Onu ne durdurmak, ne değiştirmek, ne de anlamak
olanaklı. (...) İşte o zaman "her şeyin sonsuz anlamsızlığı ve değersizliği, insanoğlunun
bir şey yapamazlığı ve olayların tekdüzeliği" duygusu altında insan kendini ezilir
hisseder.»12 Aynı yazısında Maupassant, yaşamı bir cezaevine benzetirken ölümü
çağrıştıran bir kaçışın ardından koşan, her şeyden bıkmış hastalıklı bir ruh durumunu
ortaya seriyor: «İşte yaşam! Dört duvar, iki kapı, bir pencere, bir yatak, sandalyeler, bir
masa. Hepsi bu! Cezaevi, cezaevi! Uzun süre oturulan her yer bir cezaevi oluyor. Of!
Kaçmak, kaçıp kurtulmak! Bildik yerlerden, insanlardan, aynı saatlerde yapılan aynı
davranışlardan, ve özellikle aynı düşüncelerden kaçmak gerekir!»13 Denise ve Pierre
Cogny'ye göre yaşamla ilgili bütün bu karamsar düşünceler Maupassant'a,
Schopenhauer'dan gelmektedir. Fransız öykücüsü, üstadı Flaubert'in ölümünün ardından
yeğeni Caroline de Commanville'e yazdığı mektupta yaşamla ilgili duygularını şöyle
anlatır:« Şu anda, derin biçimde yaşamın gereksizliğini, tüm çabaların sonuçsuzluğunu,
olayların ve varlıkların iğrenç tekdüzeliğini ve hepimizin içinde yaşadığı tinsel yalnızlığı
duyuyorum.»14
Gençlik dönemlerine rastlayan Yakup Kadri'nin yaşamla ilgili düşünceleri, Fransız
yazarının yukarıdaki karamsar ve kötümser tablosundan aşağı kalır hiç bir yanı yoktur.
"Bıktım artık yaşamaktan; ölmek istiyorum, ölemiyorum" diyen Yakup Kadri, 1955'in
son gününde gelen yeni yılda ne isteği olduğu sorulduğunda şu yanıtı verir:"Gelecek yıla
Allah canımı alsın. İstemeyerek, hatta tiksindiğim halde, yaşıyorum." H.Ali Yücel,
yazardan doğum tarihini öğrenmek için yazdığı mektuba şu yanıtı alır:«Bana doğduğum
yıla ve güne dair hatıramı soruyorsun. O Allah'ın belası yılın 1889 ve o meş'um (uğursuz)
günün 27 mart olmasından başka bir şey bilmediğim gibi, annemden de buna dair dikkate
değer bir şey işitmiş değilim.» Annesinin ölümüne çok üzülen Yakup Kadri, H.Ali
yücel'e yazdığı bir mektupta ölümle ilgili düşüncesini şöyle açıklar:«Artık hiç ölümden
korkmuyorum ve kemal-i sükûnetle onun yanı başına gidip uzanacağım günü
bekliyorum.» (Yücel, 1989,ss.3-15-17)
Yaşamdan bu denli bıkan ve ondan kaçan, ve ölümü sabırsızlıkla bekleyen Yakup
Kadri, yaşamı Nirvana adlı tiyatro yapıtında da şu sözlerle betimler: «Hayatla, hakikat-ı
hayatla karşı karşıya gelindiği zaman... hayat bütün boşluklarıyla, hiçlikleriyle sizin
önünüzde ve siz bu boşluğun karşısında yalnız, yapayalnız kaldığınız zaman etrafınızda
tutunacak bir şey ararsınız... bir şey... Ben onu ispirtoda bulurum... Yaşamak, bu bir
alçaklıktır; bu bir korkaklıktır; bu bir denaettir (alçaklık). Yaşamak esir olmak, yaşamak
daima, daima tenezzül etmek. Yaşamak kirlenmek, daima kirlenmektir... Bir hükümdarın
zulmü, itisafı (sapkınlığı), kamçısı, tekmesi altında muti (baş eğen) ve sessiz sürüklenen
bir kavme bugün sefil diyorlar. Sefil, pek sefil!... Ya bu hayatın, ya bu tabiatın kan kusan
kanunları önünde baş eğen bu kitle-i sefile-i beşer (sefil insanlar topluluğu)... buna ne
demek lazım gelir?» (Karaosmanoğlu, 1991,s.26)
Yaşamın dayanılmaz boşluğu duygusundan kurtulmak için avuntuyu ispirtoda
bulduğunu söyleyen Yakup Kadri gibi, Maupassant da daha önce, aynı duyguların
dürtmesiyle azan baş ağrılarını dindirmek için eter, esrar, morfin, kokain gibi
uyuşturucuları kullandığını söyler. Ancak bu maddeleri yalnızca baş ağrılarını dindirmek
için kullanmadığı, yazarın Sur l'Eau' daki açıklamaları bize göstermektedir.
b-Ölüm ve ölülere karşı duyulan haz
Au Soleil 'in daha ilk satırlarında, "Ne yaparsak yapalım ölüyoruz! Neye inansak,
neyi düşünsek, neye girişsek öleceğiz" diyen Maupassant'da değişmez korku ve
takınaklardan biri de ölüm korkusudur. Yazarın ölüm karşısındaki tutumu, bu korkunç ve
acımasız kuralın değişmezliğidir. İnsanın buna karşı hiç bir biçimde karşı gelememesini
ve karşısında yenilmesini insanlık dramı olarak algılayan Maupassant, yaşamdaki her
türlü hareketi "mezara doğru giden durdurulmaz bir ilerleyişin imleri"15 gibi görür. Bu
durum, ölüm duygusuna karşı duyduğu korkuyu daha da artırır. Ancak hastalığının
ilerlemiş evrelerinde, ölüm korkusuna bir çözüm bulamayan yazar, tıpkı "yalnızlık"
duygusunda yaptığı gibi, ölüm duygusuna alışmaya ve onu sevmeye başlar. Öyle ki
yazar, henüz aklını bütünüyle yitirmediği günlerde intihara kalkışır. Yazarın ölülere ve
ölüme karşı duyduğu anlaşılmaz merak ve sevgisi, aslında daha önceki yıllarda da
kendini göstermiştir. İyileşmek, insanlardan uzak durup ruhunu sakinleştirmek ümidiyle
yaptığı Akdeniz gezisinde, Sicilya'nın Palermo şehrindeki bodrum biçiminde olan yer altı
mezarlığını dolaşan yazar, buradan edindiği izlenimlerini, dil ve üslubuna bakarak
neredeyse"güzel ve hoş" bir biçimde La Vie Errante (Avare Yaşam) adlı anılarında uzun
uzadıya anlatır. Bu ziyareti E. Maynial şöyle anlatır:« Kapuçin papazları mezarlığına
gitmesine engel olmak için etrafındakiler ellerinden geleni yaptılar; fakat o korkunç yeri
görmek ona yenemediği bir çeşit marazi (hastalıklı) haz veriyordu; o tüyler ürperten ölü
mahzenlerinin görmedik dehşetini bırakmadı.»16 Yazarın, çeşitli (erkekler, kadınlar,
çocuklar, papazlar, zenginler, yoksullar) cesetlerin daha doğrusu iskeletlerin asılı,
serilmiş, yere yatırılmış, oturtulmuş bu "kokan ve binlerce fareye yem olan" ölü
galerisini büyük bir özen ve rahatlıkla anlatması son derece çarpıcıdır. Henüz bir iki ay
önce getirilmiş kimi cesedin üzerindeki kılların rengini belirtecek kadar ayrıntılara inerek
özenle sürdürdüğü anlatısını okurken, bizi dehşetli bir ürperti sarar. Aslında, kendisi de
buranın ne denli iğrenç ve ürkütücü olduğunu biliyor. Nitekim, Maupassant bu mezarlıkla
ilgili duyduğu bir olayı anlatır:" Bir gece buraya sarhoş biri sızıp kalır. Gece ayıldığında,
buradan çıkmak için sabaha kadar sürecek bir boğuşmaya girer. Farelerden, kokudan,
korkudan eli ayağı tutmaz olmuş; sabah buraya gelen biri tarafından kurtarılır. Fakat
aklını kaybetmişti."17
Yaşamı kapkara gören, onunla uzlaşamayan ve onun için, "şüphesiz ki hayat
denilen şey, belleri büken ve çehreyi kızartan, mülevvesat (pislikler) ile memlû (dolu) bir
yükten başka bir şey değildir" diyen bir insanın ölümü özleyerek araması doğal bir şeydir.
Norveç'li yazar Ibsen'in etkisiyle kaleme aldığı Nirvana'da ölümü yüceltir:"Büyük, ulvi,
yüksek, derin... âdi olmayan bir şey... Ölüm, ölüm!" diyor Yakup Kadri. Ölümü böyle
yücelten Yakup kadri, burada durmaz; ona göre, en sıradan insanlar bile öldükten sonra
yücelip üstün bir varlık durumuna geçerler. Çünkü bir pislikten başka bir şey olmayan bu
yaşama anlam veren, bütün olumsuzlukları ve kötülükleri ortadan kaldırıp temizleyen tek
"kudretli" şeydir. Huysuz'un ölüm hakkındaki düşünceleri oldukça ilginçtir: «Ölüm su ve
alev gibi her şeyi temizliyor. (...) Öyle kimseler bilirim ki sana vasıl olmadan evvel
küçüktüler, naçiz ve zelil idiler. (...) senin sessiz ve esrar dolu ka'rına (derinliğine) girer
girmez büyüdüler, ulvileştiler; mağrur hallerini bana birer ilahe kıyafetinde gönderdiler.
Onlardan korkar oldum. Onların önünde kendimi sefil ve bîmana buldum...Ölüler dirilere
ne kadar hakim oluyor.»(Yücel, 1989,ss.138-139) Huysuz'a göre, ölüleri dirilerden üstün
kılan en önemli özellikleri ise, onların artık ne paranın, ne kuvvetin, ne de arzularının
önünde baş eğmemeleri, diz çökmemeleridir.
"Yaşamın hazlarındaki süreksizliğe ve kısırlığa çarparak hayal kırıklığına uğrayan"
bu düşünce biçimi, kuşkusuz Schopenhauer ve Maupassant'ın yaşam karşısındaki
tutumlarından bağımsız değildir. Yakup Kadri yine Bir Huysuzun Defteri 'nde, yaşamının
tek avuntu kaynağının ölülere sahip oluşunu gösteriyor. Huysuz, anlaşılmaz bir biçimde
ölülerden, onların hiç bir şey söylemeyen ruhlarıyla saatlerce beraber olmaktan derin bir
haz aldığını söyler: «Uzlet (yalnızlık) beni rahatsız etmeye başladığı zaman, yanıma
onların etsiz ve kemiksiz vücutlarını çağırırım. Uzun müddet samit ve camit (sessiz ve
hareketsiz), onlarla muhat (çevrili) kalırım. Bunlar öyle refiklerdir (dost) ki, artık ne
sesleri, ne duruşlarıyla insanı rahatsız etmezler, artık ne anlatacak tasavvurları, ne
nakledecek hikayeleri, ne gülünecek sürurları, ne ağlanacak kaderleri vardır.»(Yücel,
1989,s. 139) Yazarımızın ölüler için beslediği bu tuhaf tutku ve sevgiyi, Maupassant'ın
deliler için söylediği şu sözlerle karşılaştıralım:«Deliler beni cezbediyor. İnsanın, ruhların
derin bir yerinde, nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen meçhul bir selin çağladığı bir
uçuruma eğildiği gibi, ben de onların avare ruhları üzerine eğilmekten hoşlanıyorum.»18
Delilik, bir bakıma Fransız yazarı için ölümle eşdeğerdir. Artık yaşamın ağır ve çekilmez
yükünü taşımak zorunda değiller. İstenç ve bilinçleri işlemediği için, onları dünyada
üzecek, karamsarlığa düşürecek bir durum da söz konusu değildir. Bu biçimde, belki de,
Maupassant'daki delilik tutkusu, Yakup Kadri'de ölüm tutkusuna dönüşmüştür. Öte
yandan, Yakup Kadri, Huysuz'da ölüleri anlatırken "yalnız acı bir koku neşreden
mevcudiyetleri dinlendirici bir melâlin (acıların) hâlesiyle muhattır" demesi, onların
yalnızca ruhlarıyla değil, bir yerde varlıklarıyla da ilgilendiğini göstermektedir. Acı,
iğrenç bir koku veren ölülerin bedenleri, bize Maupassant'ın Palermo mezarlığını
gezerken cesetlerden aldığı "tuhaf1 zevki de hatırlatıyor.
c-Yıkılmaz bir tapınak: "Yalnızlık" ve benliğin yüceltilmesi (égotisme)
Maupassant'daki yalnızlık duygusu, okuduğu ve etkisi altında kaldığı karamsar
(pessimiste), hiççi (nihiliste) ve benci (égotiste) dünya görüşlerinin etkisiyle biçimlenmiş
olmanın yanında, yazarın ruhunu çoktan sarmış sinirce (nevroz) hastalığının dürtüleri de
bu duygunun yazarda iyice yer etmesini sağlamıştır. Karamsar ve hiççi felsefeler zaten
yazarı genel anlamda yaşama ve insana karşı soğutmuş, araya uzaklıklar koymuştu. M.
Barrès'den gelen "Ben"in işletilmesi düşüncesi, zaten bir çıkış arayan hastalıklı ruhuna bir
ümit ışığı gibi görünür. Qui Sait? (Kim Bilir?)' de Maupassant, iç dünyasındaki yalnızlık
duygusundan söz ederken, bunun bir tür "tehlike" sınırına yaklaştığını haber verir gibidir:
"Bendeki yalnız kalma arzusu bir gereksinimden çok öte bir şeydir; bu, karşı konulmaz
bir gerekliliktir."19 Okuduğu kitaplar bu biçimde içini karartırken, hastalıklı iç dünyası
zaten yalnızlığa, insanlardan kaçmaya, benliğin sarsılmaz surları içine kapanmaya
götürecek yolları öteden hazırlamıştı. Böylece yazar, yalnızlık duygusunu kendisini erinç
ve dinginliğe kavuşturacak tek çare gibi görmeye başlar. Yine aynı öyküsünde, yalnızlık
isteğini, "etrafında olup biten her şeyden sonsuz bir rahatsızlık" duyuşuna bağlar.
Yalnızca bu yüzden yazar, uzun sürecek Akdeniz ve Afrika yolculuklarına başlar. Fakat,
içine gömüldüğü yalnızlığın da acılarını dindirmediğini görecek, hatta bu defa da
yalnızlıktan kaçarak sevmediği bir takım şeylere girişecektir. Bu yüzden, intihara
kalkışmış, hiç evlenmediği ve evliliğe karşı olduğu halde yalnız kalmak korkusunun
uyandırdığı olumsuz sonuçlarından kaçınmak için evlenmeyi ya da bir kadınla birlikte
yaşamayı sadece yalnızlığını paylaşmak için düşünmüştür (Lui?). Yakalanmış olduğu
sinir hastalığının bütün olumsuz sonuçlarıyla da birleşen bu duygu yazarı (bir takım sanrı
ve imgesel varlıklar görür, kişilik ikilenmesi denen autoscopie'ye yakalanır) son nefesini
vereceği bir akıl hastanesine kadar götürür. Y azar,Solitude (Yalnızlık), La Nuit (Gece),
L'Auberge (Han) 'de kaygıyla beraber yalnızlığa ait derin özlemlerini dile getirirken, Lui?
(O mu?), Le Horla, Qui Sait? (Kim bilir?) gibi öykülerde de bu duyguyla bütünleşmiş
hastalığının acı belirtilerini verir; insana, topluma yeniden dönme yollarını arar.
Solitude'de, insanoğlunun en büyük çilesinin yaşamının sonuna kadar sürecek olan
"yalnızlık" olduğunu söyler. L'Auberge 'de öykücümüz, o korkunç yalnızlığın insanı nasıl
yiyip bitirdiğini adım adım anlatırken, yalnızlığı en güzel, en derin ve bu duyguyla ilgili
kişisel düşüncelerini en çok işlediği Solitude (Yalnızlık) adlı öyküde, yaşamı bir kuyuya,
ömrü de bu karanlık, dehşetli ve kimsesiz kuyuda yapılan yolculuğa benzetir. Ona göre,
yalnızlık insanoğlunun bir tür alınyazısıdır: "Neye kalkışırsak kalkışalım, ne yaparsak
yapalım, kalbimizin atımları, dudaklarımızın çağırması ve kollarımızın dolanması ne
türlü olursa olsun, hep yalnızız."20
Her şeye karamsar, endişeli ve anlamsız gözlerle bakan, insana ve topluma
güvenmeyen Yakup Kadri, her şeyden kaçar olur. Öyle ki, kimi zaman gerçek kurtarıcılar
olarak bildiği ilkelere de sırtını döner. İlerleme, adalet, eşitlik, özgürlük, ulus gibi yüksek
ideallere de, Hasan Ali Yücel'e göre yazar güvensizlikle bakar.(Yücel, 1989,ss. 135-136)
Bu konulardaki düşüncelerini yine Huysuz'a söyleten yazar, her şeyi yadsıyacak kadar
ileri giden nihilist bir tavır takınır: aşk ve sevgiye inanmadığı gibi, evliliğe de kesin
olarak karşıdır. İnsanları yeryüzünde yaşayan hayvanların en sevimsizi gibi görür,
yaratılışlarını gereksiz sayar ve bu gün ulaşmış oldukları uygarlığı red eder.
Bu düşüncelerle yaşama bakan yazar, kurtuluşun insan ve toplumdan kaçarak
"yalnızlık"ta olduğuna inanır. Au Soleil'de "Oh! kaçmak, gitmek! Bildik yerlerden,
insanlardan, aynı davranışlardan, ve özellikle aynı düşüncelerden kaçmak!" diyen
Maupassant,Qui Sait? öyküsünün daha başında yalnızlığa duyduğu özlemi şöyle itiraf
eder: «Ben öteden beri yalnızlığı, hayal kurmayı severim, bir çeşit münzevi
filozofum...Başkalarının varlığı bende bir çeşit sıkılganlık meydana getirdiği için hep
yalnız yaşadım... Yalnızlığı o kadar severim ki aynı çatı altında uyuyan başka kimselerin
yakınlığına bile tahammül edemem...»(Maupassant, 1981,s131) Yakup Kadri de Bir
Huysuzun Defterinden 'de, "benim yegane tesellim hayatta yapayalnız oluşumdur" diyor.
Maupassant'da olduğu gibi, bu aşamada yazarın imdadına Maurice Barrès'nin benciliği
(égotisme) yetişir. Fransız yazarı kimsenin olmadığı, yalnızca "Ben"inin olduğu bir
ortamdan duyduğu hazzı şöyle anlatır:" Ya ben? Kendimi bütün bütün vermeye, ruhumun
bütün kapılarını ardına kadar açmaya çalıştım. Fakat bir türlü kendimi etrafıma
açamıyorum. Hep ötede, ta ötede kimsenin giremediği gizli "Ben" yerini kapalı
tutuyorum(...) Halbuki ben yalnızım!...ben artık ruhumu kapadım. Kimseye ne
inancımdan, ne düşüncemden, ne de sevgimden bahsettiğim var." (Maupassant, 1985,
ss. 151-152) Böylece, benliğin yıkılmaz bir tapınak gibi algılandığı Barrès düşüncesi
Maupassant'da ifadesini bulmuş oluyor. Aynı düşünce, Yakup Kadri'nin Yalnız Kalmak
Korkusu adlı öyküsünde şu sözcüklerle ifade edilir:«...çünkü ben ıstırabatımı, ruhumun
sızılarını, benliğimin yaralarını her ne olursa olsun muhterem (yalnız bana ait, kapalı
anlamında) tutarım; istemem ki onlara dokunulsun, onlarla eğlenilsin! istemem ki onlar
bir alay mevzuu olsun.»21 Niyazi Akı'ya göre, aynı "Ben" düşüncesi Yakup Kadri'ye de
geçmiştir. Sous l'Oeil des Barbares, Un Homme Libre ve Le Jardin de Bérénice adlı
yapıtlardan oluşan Le Culte du Moi22 serisinde Barrès, dış dünyanın barbar olduğunu,
benliğin işlenmesi gerektiğini, özgürlüğün ancak benliğini işlemiş ve onu barbar
tutsaklığından kurtarmış insanlara layık olduğunu, benlikle evren arasında bir uyum
kurulması gerektiğini ileri sürerek iç dünyaya yönrlir. "Ben"liğin bir tapınak gibi
algılanması gerektiğini savunan Barrès'nin bu düşünceleri, Yakup Kadri'de karşılığını
bulmuştur. Huysuz'a, “Benliğimiz bütün maâbit (tapınaklar) içinde yegâne yıkılmayan,
yegâne aldanmayan mabettir... zira kendimizden, kendi benliğimizden hariç olan her şey,
her mevcut yalandır, yalancıdır.”(Akı,1960,ss.34-35) sözlerini söyleten öykücümüz,
Barrès’nin etkisine girer, onun gibi gerçeği dış alemden çok iç alemde aradığını ve bu
uğurda her şeye başvurduğunu anlatır. Hatta onun izinden gidiş serüveninde, henüz on
altı on yedi yaşlarında ilk girdiği yolun sosyalizm olduğunu, daha sonra, “yine onun
ardından bunun tam zıddı olan ferdiyetçilik çıkmazına saptığını ve nihayet, günün birinde
onunla birlikte millet ve memleket aşkının sırrına erdiğini; yeryüzünde iyilik, doğruluk ve
güzellik adına ne varsa ancak ana vatan topraklarında bulunabileceğini anlamaya
başladığını” söylüyor.23
Bu görüşlerin etkisi altında kalan Yakup Kadri, ya kendinden başlayarak bütün
insanlığa yayılacak, ya da tam tersini yapacak, insan topluluğundan başlayarak ulusa,
aileye ve en sonunda kendi ruhuna kadar çemberi daraltacaktır. böylece Yakup kadri,
yıkılmaz duvarla ördüğü bir kalenin surları arasında kendi kendini soyutlar, mutlak bir
yalnızlığın kucağına düşer. Huysuz kendi elleriyle ördüğü bu yalnızlık kalesi içinde
huzura kavuşacağına inanır: "... o halde, beni hiç durmayan uğultusuyla rahatsız eden bu
fırtınayı susturmak için yegâne çare... benliğim etrafındaki sûrun duvarlarını daha ziyade
yükseltmek, menfezlerini (deliklerini) kamilen (iyice) kapamak ve açabilmek ihtimalini
def (ortadan kaldırmak) için kapısını en oyulmaz taşlarla ördürmek..." (Akı,1960,s.35)
Tıpkı Maupassant gibi, Yakup Kadri de, huzur bulmayı umduğu yalnızlık içinde
çok geçmeden yok olacağını anlar; bundan bir çıkış bulmanın ardına düşer. Huysuz, bu
doğal olmayan hastalıklı mantıktan kurtulmanın yolunun topluma dönüşte olduğunu
görür. Yazar, bunu yine Barres'nin sunduğu, "benlikle evren arasında bir uyum kurmak"
önerisiyle yapacaktır. Bu öneriye göre birey, bilinçli olarak kendi benliğinden hareket
ederek aileye topluma ve ulusa kadar gidecek, bunlarla buluşacaktır. Bu öylesine zengin
ve hareketli bir benliktir ki, bir gün bütün dünyayı içine alacak kadar genişler, onu
kendinde eritir ve bu eriyen varlıktan bir yurt, bir halk ve ulus yaratır. Yücel'e göre yazar,
bu çabalarında bir yere kadar başarılı olmuştur. İş, kendinden bazı şeyler feda etmeye
gelince, yazar H. Ali Yücel'e göre karşı çıkar. Yakup Kadri, Barres'yi dinleyerek iç
dünyasını dış dünyayla birleştirdiğini Bir Huysuzun Defterinden adlı yapıtında şöyle
anlatır:« Benlik mezhebinin ateşî (ateşli) mürşidi, ağır ve melûl sesli Barres! evet, hakkın
var; bütün ızdıraplarımızın, bütün felaketlerimizin yegâne sebebi, senin bulduğun, senin
söylediğin hakikatlerdir; evet, bizim için felâh (kurtuluş), derunî (iç) hayatımızı, hayat-ı
hariciyemizle telif edebilmektedir (birleştirmek).» (Yücel, 1989, ss.141-142)
Felsefi açıdan yalnızlık duygusunu böyle algılayan Yakup Kadri, diğer
yapıtlarında bunu Maupassant'a oldukça yakın ve benzer biçimde ele alıp işlemiştir.
Solitude adlı öyküsünde yazar, bir akşam yemeğinden sonra başını kaldırıp gökteki
yıldızlara24 bakınca, görünenin aksine onların birbirinden ne kadar uzak ve yalnız
olduklarını fark eder. Sonra insanlara, içinde yaşadığı topluma, kendi ruhuna döner ve
aynı yalnızlığı, aynı acıyı buralarda da görür. İnsanların "yalnızlığa mahkûm" olduğuna
inanan yazar, iç içe, yan yana duruşlarına rağmen aslında aralarında büyük uzaklıkların
olduğuna, birbirlerini anlamadıklarına ve her bireyin yapayalnız olduğuna yanar: «Hiç bir
şeylerini anlayamayacağımız kimselerin bu durmadan sürünüp geçmesinden daha dehşet
verici bir şey düşünebilir misin? Birbirimizi, sanki zincirlenmişiz gibi, yan yana,
kollarımız uzanmış, birbirimize ulaşamadan seviyoruz; didikleyici bir birleşme
gereksinimi içimizde işliyor; fakat bütün çabalarımız sonuçsuz, teslim oluşlarımız
yararsız, iç dökmelerimiz verimsiz, sarılışlarımız boş, okşamalarımız kısır kalmaktadır.»
(Maupassant, 1985,s.149)
Maupassant'a göre, insanın gerçek yalnızlığı varlığın gizemli yasalarına
ulaşamamak, bunları gerçek anlamda bilememektir. Bu gizemli yasalar, çevresini kuşatan
bütün varlıkla insan arasındaki "dostça" ya da "düşmanca" duruştur. Maupassant'a göre,
göklerin sonsuz enginliklerine kadar çıkıp orada olan biteni göremedikten, nedenini
öğrenemedikten, gizemlerine ortak olamadıktan sonra; ya da karşımızdaki, yanımızdaki
insanın kafasının içine, beynine girip düşüncelerini okuyamadıktan, kendisini sevdiğim
kadar beni sevip sevmediğini bilemedikten, ruhunda duyduğu sevdalara, mutluluklara,
ürperişlere, korkulara... kısaca onun gizemli yönlerine ve yaradılış yasalarına ortak
olamadıktan sonra istediğimiz kadar birbirimize sokulalım, hatta zincirlerle birbirimize
kenetlenelim, yine de yıldızlar kadar birbirimizden uzak olur, gezegenler kadar yalnız
kalırız. Nesne ve insanı yönlendiren bu yasaların derin gizemine çok az insan ermiştir.
İşte bu yüzden, ona göre, insanların hemen hemen tümü "yalnızlığa mahkumdur" ve
kendisinin de acı çekmesinin asıl nedeni bu yasaları iyice tanıyamamasıdır.
Fransız yazarı gelecekte yalnızlığın verdiği acıdan kurtulacak mı? Solitude'deki
tavrına bakılırsa pek öyle görünmüyor. "Bireylerin akıl almaz bir uyuşması, isteklerin ve
bütün özlemlerin tam bir uyumu ile ruhun en derin yerine inildiği sanılan anlarda bile
bazen bir, tek bir sözcük bize büyük bir yanılgı içinde olduğumuzu anımsatır, daha
doğrusu tokat gibi yüzümüze vurur." Yazar yine de biraz olsun iyimser olmaya daha
doğrusu görünmeye çalışır. Buna kendisi de inanmaz: "...yine de dünyada en iyi şey,
sevilen bir kadının yanında, konuşmadan, yalnızca onun beraberliği duygusuyla hemen
bütün bütün mutlu bir gece geçirmektir. Fazlasını aramamalıyız; çünkü iki varlık hiç bir
zaman tek bir varlık haline gelemez."(Maupassant, 1985,s.152)
"Çok sıcak bir yaz gecesiydi. (...) yorgun ve bezgin semaya bakıyor, yıldızları
seyrediyordum." Çok kısa, ancak üç sayfalık bir günlük yazısı olan Yıldızların
Kimsesizliği 'ne bu sözcüklerle başlayan Yakup Kadri'nin aklına, Maupassant gibi,
yalnızlığı getiren yıldızların "şuh" ve "pırıltılı" duyuşları olur. Gökyüzündeki yıldızların
inanılmaz çokluğu ve birbirine değecek kadar yakınlığı, yazarın dikkatini çekmiş ve bir
süre için onların bu "mutlu ve neşeli" duruşları, onu sarhoş edecek kadar sevindirir.
Neden sonra bu mutlu sarhoşluktan uyanır ve birden yıldızların aslında birbirinden ne
kadar uzak ve yalnız oldukları düşüncesi aklına gelir. Hiç kuşku yok ki, her bir yıldız
diğerinden, "baş döndürücü, uzun, sonsuz" bir uzaklıkla uzaktı. En komşu iki yıldız bile,
seslerini duyamayacak kadar uzak, birbirlerini anlayamayacak kadar yalnız ve ilgisiz
duruyorlardı. "Hepsi bulundukları yerde, dolaştıkları yollarda daima yalnız, kimsesiz,
arkadaşsız, daima yetim kalmağa mahkumlar ve sema, o zaman, bana melûl (üzgün) bir
gurbet diyarı gibi görünürdü."(Karaosmanoğlu, 1970,s.79) Samanyolundaki bütün
varlıkların uzaklık ve yalnızlığını yazar, tıpkı Maupassant gibi bir takım "meçhul ve
meş'um" (bilinmez ve uğursuz) yasaların varlığına bağlıyor. Yakup Kadri, gözlerini
gökyüzünden çekip içinde yaşadığı "küre"ye çevirince de aynı zavallı, acınacak "yalnızlık
ve kimsesizliği" görür. Evet, bir gezegen olarak dünya da yalnız ve kimsesizdi. bu kadar
yakın ve ayrılmaz bir ilişki ve bağ içinde göründüğü güneş ve aydan bile habersiz ve
uzaktı. Fakat yazarı asıl kaygılandıran ve üzen şey, ulus, topluluk, aile gibi oluşumlar
içinde yaşayan insanlarda da aynı yalnızlığın, kimsesizliğini ve dramın var olmasıydı.
Daha da kötüsü, kendine, ruhuna dönüp bakınca da aynı gerçekle karşı karşıya kalır:
"Birden, korkarak gözlerimi kapadım ve artık semayı görmemek için ayağa kalktım: Hiç
şüphesiz, ben de, onlar gibi, bu yıldızlar gibi, bu küre gibi ben de yalnız ve herkese
uzaktım." O, "mahkum" olduğu bu yalnızlığın, gizemlerine ulaşamadığı "meçhul ve
meş'um" birtakım yasalardan kaynaklandığını biliyordu.
Bir Serencâm yazarı Yakup Kadri, yalnızlık duygusunu ele alış, kavrayış ve
işleyişte görüldüğü gibi pek çok açıdan kendisine, en azından yaşama bakış ve
öykücülükte bir "üstad" gibi gördüğü Maupassant'a benzer biçimde duymuş ve
yorumlamıştır. Maupassant gibi, eşya yada insanlarla gerçek anlamda bir iletişim ve
duyuşuma girememekten şikayetçidir. İnsanların "avare dolaşan ruhları" üzerine
eğilememek yalnızlığının temelini oluşturmaktadır. Çünkü, "ruhlar arasındaki uçurum
bâki"dir. Yukarıda Maupassant'ın, iki varlığın hiç bir zaman tek bir varlık haline
gelemeyeceğini düşündüğünü gördük. Aynı kaygıyı Yakup Kadri de dile getirir: "En refik
(dost), en hemhal görünen iki insan arasında bile birindeki felaketi ruhiyenin öbürüne,
öbüründeki derdi dimağının diğerine vusulünü (varmasını) meneden hain bir mesafe-i
maneviyat mevcuttur."(Karaosmanoğlu,1970,s.81) Gelecek için o, Maupassant gibi boş
bir avuntuya kapılmak istemez: "Ruhum şimdiye kadar başka bir ruha temas etmemiş ve
eşini bulmamıştı. Şüphesiz, bundan böyle artık hiç de bulamayacaktı." (Karaosmanoğlu,
1970,s.80) Yazarın bu yazısında, Maupassant izlerinin varlığına Halide Edip Adıvar,
“Yıldızların Kimsesizliğinde Maupassant’ın acayip ruhunun yalnızlığını, hırçınlığını
görürüz” sözleriyle değinir. (Yücel, 1989,s.123)
Yalnızlık duygusunun neredeyse aynı biçimde her iki yazarda da işlendiği yer
Maupassant'ın Lui? adlı öyküsüyle, Yakup Kadri'nin Yalnız Kalmak Korkusu 'dur. Konu
ve işleyiş bakımından Yakup Kadri'nin öyküsü Lui?'ye pek çok şey borçludur. İkisi de
birer öykü olduğu için, bunların geniş bir karşılaştırmasının öykülerinin inceleneceği bir
çalışmada ele alınmasının daha anlamlı olacağı düşüncesindeyiz. Burada yalnızca,
"yalnızlık" temini ana düşünce yaptıkları için kısaca değinmek istiyoruz.
Aslında Maupassant'dan çok şey taşıyan Lui? öyküsü, yalnızlıktan bunalan, bu
duygudan son derece korkan ve bunun sonunda da çıldırma noktasına gelen bir memurun
yaşamı işlemiştir. Kadınlardan nefret ettiği ve evlenmeyi yaşam biçimine hiç bir biçimde
sığdıramadığı halde, yalnız kalmamak için evlenmeyi düşünen bir kişinin öyküsü
anlatılır. Bu kişi yalnızlıktan derin bir ürperti duyar, bir süre sonra korku duygusu buna
eklenen bir başka takıntı olur; düşünmemek için çeşitli uyuşturucular alır ya da istencini
canlı tutmak için soğuk suyla duşlar alır. Kimi zaman da, çıkıp gezmek, kendi kendini
unutmak gereksinimini duyar. Bu arada uykusuzluk en çok yandığı şeydir. Yavaş yavaş
sanrılara teslim olduğunu görecektir. Bütün bunlardan kaçmak için yanı başında nefes
alacak, anlamsız bir soruya anlamsız bir yanıt verecek, elini tutup canlı sıcaklığını
duyacağı bir kişi ister. Bu da hiç sevmediği bir kadın bile olabilir. Bütün bunları,
Maupassant'ın yaşamış olduğunu belirtmek isteriz.
Yalnız Kalmak Korkusu'nda Macit, İstanbul'dan Paris'e gitmiş bir beydir. Burada
anlaşılmaz, acı veren, ruhunu boğuntulara (angoisse) sürükleyen bir takım duygular yaşar.
Sonradan bu duygunun "yalnızlık" olduğunu anlayacak ve Paris'ten beri yanında getirip
ayırmadığı ve arkadaşlarının sonsuz alay ve kızmalarına rağmen bir türlü vazgeçemediği
orta malı bir Fransız kadın sayesinde bu ruhsal çöküntüden kurtulacaktır. Aslında kendisi
de evliliğe son derece karşı olduğu ve hele hele bu kadının suratını ve diğer özelliklerini
hiç mi hiç beğenmediği halde "yalnız kalmaktan korktuğu için" ona katlanıyor.
"Zannetmeyiniz ki onu seviyorum. Hayır!.. Size yemin ederim ki değil, o kadına karşı
kalbimde minimini bir aşk, ufacık bir muhabbet, bir temayül bile yok. Hatta biraz ondan
nefret bile ediyorum."25
Öyküler arasındaki benzerlik yalnızca konuyla sınırlı değildir. Ruhsal hastalığına
ait pek çok özelliklerini Lui? 'ye alan Maupassant'ın kişisel yaşantılarını ve bu yaşantılara
ait kimi detayları da Yakup Kadri olduğu gibi öyküsüne almaktan çekinmemiştir.
Detaylara kadar inen bu bilgiler, bize Yakup Kadri'nin Fransız öykücüsünü çok iyi
tanıdığı ve çok okuduğunu bir kez daha göstermektedir. Maupassant gibi ruhsal
hastalıklar üzerinde durur: "size pek karanlık şeylerden, ruhun gecelerinden, ruhun bir
takım isim verilemez hastalıklarından bahsedeceğim." Yavaş yavaş ruhunda derin bir
boşluk ve yokluk duygusu sezmeye başlar. Bunu, Lui?'nin kahramanının -daha doğrusu
Maupassant'ın bizzat kendisinin- sanrılar görür; Maupassant'daki kişilik ikileşmesi yerine
kendi varlığından kuşkulanır:"varlığgımdan emin olmak için başımı tutuyor, göğsüme
dokunuyor, kalbimi dinliyordum." Bunları duyduktan sonra Maupassant'ın kahramanı
dışarı çıkıp tanıdık bir yüz görmek ister: çıkmam, silkinmem, bir arkadaş bulmam
gerektiğini duydum." Aynı şeyi Macit de duymuş ve yapmıştır: "Hemen odadan dışarı
fırlamak, başka insan sesi işitmek, başka insan yüzü görmek, biraz kendimden
uzaklaşmak istiyordum." Maupassant'da olduğu gibi sırasıyla Macit'i şu yaşantılar
kovalar: her şeyden, kendinden bile korkmak, yalnızlık ve korku duygularına delirmek
endişesinin gelmesi, bu kötü düşüncelerden sıyrılmak için eter, ispirto kullanmak, soğuk
su duşları yapmak. Bunların hiç biri çözüm olmayınca dışarı çıkıp anlamsız dolaşmak,
mutlu, gülen, yemek yiyen insanlara hayret ve özlemle bakmak.
Ancak her iki öykünün ayrıldığı noktalar da vardır. Sonunda Yakup Kadri
sevmediği fakat bir kol çantası gibi yanından ayırmadığı bu kadın sayesinde topluma
tekrar dönüş, görev ve sorumluluklarını yerine getirmeye başlamıştır: "Ben bir mezarın
ebedi karanlığından güneşe, hayata çıkmanın ne olduğunu biliyorum ve bunu o kadına,
Ernestine'e, ona borçluyum." Lui?'de ümit verici hiç bir im olmadığı gibi, giderek
ağırlaşan, kötüleşen bur ruhsal çöküntüye tanıklık eder okuyucu. Sanrılar iyiden iyiye
artar ve kahramanı tutsak alırlar. Onun tekrar normale dönüp yaşama katılacağı
konusunda okuyucuda hiç bir beklenti doğmaz. Nitekim, bunun devamı olan Le Horla ve
Qui Sait? 'de acı sona adım adım gidilir.
Maupassant'ı, Schopenhauer, Nietzsche ve Barrès'nin mutlak bir karamsarlık ve
yalnızlığın egemen olduğu "Ben"ci dünyasına iten etkenler, insanlara güvensizlik, yaşam
karşısında takılan olumsuz tutum ve ruhlardaki gizemli, anlaşılmaz yasalardı. Maupassant
yaşamının sonuna kadar acı dolu, her şeyden "soyutlayıcı" bu dünyadan yakasını
kurtaramaz. Aynı yasalarla beraber 1922'ye kadar sürecek bir arayış ve kendini bulma
döneminin sıkıntıları, Yakup Kadri'yi de bu dünyaya sürüklemiştir. Hatta bir ara Yakup
Kadri yalnızlığın öyle bir derecesine ulaşır ki, artık tek başınadır ve karşısında yalnızca
evren vardır: "...burada ziya (ışık) yoktu, renk yoktu, güneş yoktu, ses yoktu. Burada
lâyetenâhi (sonsuzluk) ve ben vardım."(Akı,1960,s.34) Ne var ki, düşünceleri ve
öykülerinde çizdiği karamsar tabloya inanan ve bunu acı sonla biten yaşamıyla gösteren
Maupassant'ın tutarlı çizgisinden Yakup Kadri bu noktadan itibaren ayrılır. Maupassant'ın
aksine Yakup Kadri, olumsuz yasalar üzerine kurulmuş dünyada sonuna kadar kalmaz.
1922'den itibaren, tekrar insana, topluma ve yaşama dönmenin yollarını arar. Hasan Ali
Yücel'e göre, yazarı en bireyci anlarında bile topluma geri getiren bir yanı
olmuştur:"Geçliğinde Ibsen'e hayran olup azılı bir ferdiyetçi görünürken yazılarına
ölümler, intiharlar sokan bu kötümser ve hayata hınçlı adam; bünyesinin narinliğine
rağmen, İstiklâl mücadelesi sıralarında karlı cephelerde dolaşmaktan çekinmedi. Onun
münzevi (soyutlanmış) varlığında daima cemiyet yaşamıştır." (Yücel,1989,s.7.)
Bireysellikten toplumsallığa geçişini gösteren yapıtlarından biri olan Erenleren
Bağından'da şu görüşleri savunur:«...şeytana mahsus olan benlik o hudutsuz kibir...
Beyhude yere uzlette rahat aradık... Ey dost, meğer ne kadar gafil ve safderun (kolay
inanan) imişiz. Asıl hizmet, bizim için gönlümüzü milletin aşkına bağladımız günden
başladı. Velût ve muhteşem uzletin (inziva) kapıları bize o günden sonra kapandı...»
(Karaosmanoğlu, 1970,ss.44 ve 52) Kurtuluş Savaşındaki yüreklendirici yazıları, Devrim
ilkelerini övücü ve destekleyici görüşleri, diplomat, milletvekili gibi kimlikleriyle her
zaman dönemin sosyal, siyasal ve kültürel olaylarıyla yakından ilgilenmiştir. Yakup
Kadri, topluma ve yaşama dönmek, burada aktif roller üstlenmek gibi yönleriyle
Maupassant'dan bütünüyle ayrılır.
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, TDK, yay., Ank. 1979.
Akı, Niyazi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu:İnsan-Eser-Fikir-Üslup, İst., 1960.
Aktaş, Şerif, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kültür ve Turizm Bkn. Yay., Ank., 1987.
Bancquart, M.Claire, Maupassant Conteur Fantastique, Minard, Paris, 1976.
Barrès, Maurice, Le Culte du Moi: Sous l'Oeil des Barbares, Un Homme Libre ve Le Jardin de
Bérénice bu üçleme (trilogya) için internete bkz:
http://un2sgl.unige.ch/athena/html/fran-fr.html
Besnard-Coursodon, Micheline, Etude thématique et structurale de l’Oeuvre de Maupassant:\e
Piège, Mizet, 1973.
Bingöl, Necdet, Yakup Kadri'nin Beş Romanında Fransız Realist ve Naturalistlerinin Tesirleri,
DTCF Dergisi, S.3,1944.
Cogny Denise et Pierre, Maupassant, Bordas, Paris, 1984.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İst., 1999.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe sözlüğü, Varlık yay., İst., 1967.
İkdam (gzt.), 16.12.1920.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Atatürk, Remzi Kitapevi, İst. 1946.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Erenlerin Bağından, Okun Ucundan ve Diğer Nesirleri, MEB.
Basımevi, İst.1970.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi Yayınevi, Ank.1969.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Nirvana, Haz: N.Akı, İletişim Yay.,1991.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Yalnız Kalmak Korkusu, Haz:AtiUa Özkırımlı, İletişim Yay.,
İst.1998.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Yıldızların Kimsesizliği, MEB. Basımevi, İst.1970.
Maupassant, Guy de,Au Soleil (Gezi Anıları), Maupassant’ın Sur l’Eau, Au Soleil, La Vie
Errante adlı gezi anıları ve diğer bütün yapıtları :
http://maupassant.free.fr/concs/concs.html
Maupassant, Guy de, Contes, Madame Hermet, Hachette , Paris, 1985.
Maupassant, Guy de, Contes, Qui Sait?, Hacehette, Paris,1981.
Maupassant, Guy de, Scènes de la vie Parisienne, Solitude, Par:Denise et Pierre Cogny, Bordas,
Paris, 1985.
Maupassant, Guy de, Seçme Hikayeler, Cin-İnsan (çev:Enver Behiç Koryak), MEB Yay.,
İst.,1966.
Maupassant, Guy de, Suicides ve diğer öyküler için: http://maupassant.free.fr/concs/concs.html
Maynial, Edouard, Maupassant Hayatı ve Eserleri (çev:Afif Obay), Maarif Basımevi, Ank.,
1958.
Morand, Paul, La Vie de Guy de Maupassant, Flammarion, Paris, 1958.
Savinio, Alberto, Maupassant et l’Autre, Gallimard, Paris, 1977.
Schmidt, Albert Marie, Maupassant Par Lui-même, Seuil, Paris, 1962.
Togeby, Knud, L'Oeuvre de Maupassant, Presse Universitaire de France, Paris,1954.
Uşaklıgil, Halit Ziya, Kırk Yıl, Cilt 5, İnkılap ve Aka Kitapevi, İst., 1969.
Vax, Louis, Les Chefs d’Oeuvre de la Littérature Fantastique, PUF.,1979.
Yücel, Hasan Ali, Edebiyat Tarihimizden, İletişim Yay., İst.,1989.
128
'-Yakup Kadri, Nisyan, İkdam (gzt.), 16.12.1920.
-Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi Yay., Ank.,1969, s.41.
-Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Dikmen Mecmuası, No:22, 15 Birinciteşrin 1942 .
-Bkz. Necdet Bingöl, Yakup Kadri'nin Beş Romanında Fransız Realist ve Naturalistlerinin Tesirleri, DTCF
Dergisi, S.3,1944.
-Bu konuda daha fazla bilgi içinbkz. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İst., 1999,ss.398-405;
Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, TDK yay., Ank. 1979, ilgili maddeler; Orhan Hançerlioğlu,
Felsefe Sözlüğü, Varlık yay., İst., 1967, ilgili maddeler.
-Y.Kadri Karaosmanoğlu, Bir Huysuzun Defterinden, bkz. H.Ali yücel, agy.s.133.
-H.Ali yücel, agy.s.133.
-Y.Kadri Karaosmanoğlu, Nirvana, Haz: N.Akı, İletişim Yay.,1991,ss.23-24.
-Bunun için bkz. Niyazi Akı, agy., ss.29-30.
-Bnun için bkz. Knud Togeby, L'Oeuvre de Maupassant, Presse Universitaire de France, Paris,1954, pp..55-
56.
U-Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Erenlerin Bağından, MEB. Basımevi, İst. 1970, s.13.
-Maupassant, Au Soleil (Gezi Anıları), Maupassant’ın Sur l’Eau, Au Soleil, La Vie Errante adlı gezi anıları
ve diğer bütün yapıtları : http://maupassant.free.fr/concs/concs.html internet adresinden alınabilir.
Bundan böyle bu üç yapıt için aynı internet adresi geçerlidir.
-Denise Cogny et Pierre Cogny, Maupassant, Bordas, Paris, 1984, p.154.
-Maupassant, Suicides (İntiharlar) internet adresi.
-E. Maynial, Maupassant'ın Hayatı ve Eserleri, Maarif Basımevi. (Çev: Afif Obay), Ank., 1958, s.163.
-Bunun için internete bkz : http://maupassant.free.fr/concs/concs.html
-Maupassant, Contes, Madame Hermet, Hachette , Paris, 1985, p.109.
-Maupassant, Contes, Qui Sait?, Hacehette, 1981, Paris, p.131
-Maupassant, Scènes de la vie Parisienne, Solitude, Par:Denise et Pierre Cogny, Bordas, Paris, 1985, p.148.
-Y.Kadri Karaosmanoğlu, Yalnız Kalmak Korkusu, Haz:Atilla Özkırımlı, İletişim Yay., İst.1998,s.116.
-Barrès’nin bu üçlemesi (trilogya) için internete bkz: http://un2sgl.unige.ch/athena/html/fran.fr.html
-Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi Yayınevi, Ank. 1969,ss.74-75.
-Yakup Kadri'ye "Yıldızların Bîkesliği" (kimsesizliği) adında bir yazı esinleyen yıldızların hüzünlü duruşu,
Maupassant'a 1884'te çıkan bu kişisel itirafların yer aldığı öyküyü, parnasyen Sully-Prudhomme'a da
1869'da bir şiir yazdırır. Hüzünlü görünen yıldızlara şair sorar:
«Vous avez des pleurs dans les yeux...»
Elles m'ont dit : «Nous sommes seules...
chacune de nous est très loin
Des soeurs dont tu la crois voisine...» (bunun için bkz. Maupassant, Scènes de la vie Parisienne, Par:Denise et
Pierre Cogny, Bordas, Paris, 1985, p. 150)
("Gözyaşları var gözlerinizde..."/ Bana şöyle dediler: "Biz yalnızız... / Komşu sandığın her kardeşimizden /
Her birimiz aslında çok uzağız...")
-Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yalnız Kalmak Korkusu, Haz:Atilla Özkırımlı, İletişim Yay., İst.1998,
(bundan sonra bu öyküyle ilgili tırnak içinde verilen bütün ifadeler için bkz. ss.109-122)