ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
EYLÜL ROMANINDA ESTETİZE EDİLMİŞ KİMLİKLER
Yrd. Doç. Dr. Beyhan KANTER
TÜBAR-XXVIII-/2010-Güz/
ÖZ: Eylül romanı, psikolojik tahlillerin ağır bastığı bir romandır.
Romanda imkânsız bir aşkın bu aşkı yaşayan kahramanlar üzerinde kur¬
duğu psikolojik baskı, mekân insan bağlamında ele alınır. Mekânın bire¬
yin iç dünyasında oluşturduğu yönelimler ve ruhsal çatışmalar anlatılırken
kahramanların iç dünyaları okura bütün yönleriyle sunulur. Roman kah¬
ramanlarının duyguları estetik bir zeminde anlatılırken etik olgusu da göz
ardı edilmez. Bu çalışmada evli bir kadın olan Suat’la Necip’in aşkları ve
estetik ile etik arasında sıkışan içsel çatışmaları irdelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Aşk, musiki, tabiat, estetik, etik.
The Aesthetized Identities in the Eylül Novel
ABSTRACT: Eylül is a novel of which psychological analyses
have been significantly carried out. In the novel, the psychological pres¬
sure of an impossible love on the novel characters that experienced this
love is being handled in the terms of place and human. While the inten¬
tions and psychological conflicts which place creates in the inner world of
individual being told, inner worlds of characters are being presented to
the reader completely. Ethical fact is not ignored while novel characters'
emotions are being told in an aesthetic ground. In this study, the love be¬
tween Necip and a married woman Suat and the relationship between aes¬
thetic and ethic wherein their inner are present will be discussed in depth.
Key Words: Love, music, nature, aesthetic, ethics
Giriş
Kimlikler, etnik, dini, siyasi ya da kültürel birçok unsurla oluşturu¬
lur. Bu kimlik türünü toplum görünür ya da görünmez müdahalelerle
şekillendirir. Kişi, kimliği üzerinden hem bağlı bulunduğu sosyal konu¬
munu hem kendine ait anlam dünyalarını yeniden kurar. Bu bağlamda da
estetik bir örüntüyle varlığını yeniden üretme amacı güden bireyler, ken¬
dilerini estetize edilmiş bir kimlikle görünür kılma amacı taşırlar. Ancak
bu, her zaman bilinçli bir kimlik üretimi olmayıp bireyin yaşam algısının
kendi kişiliğiyle bütünleşmesi sonucu da ortaya çıkabilir. Estetik uyum¬
suzluklar ise toplumsal yapının içerdiği görüntüye dayalı konumlanışlarla
belirginlik kazanır. Mehmet Rauf un Eylül romanında da roman kahra¬
manlarını genel olarak iki kategoriye ayırmak mümkündür: Estetik bir
zevkin peşinde olan kahramanlar ve kaba bir yaşam gerçeğiyle kendileri¬
ni kurgulayan kahramanlar. Bu anlamda şunu söyleyebiliriz; Mehmet
Rauf için “estetik, kendini sanatsal seçimlere açan ve bunların neden
düşünsel seçimler olduğunu ifade etmeye özen gösteren bir düşünce tar¬
zına işaret eder” (Ranciere 2006: 9). Nitekim Eylül’de de yazarın estetik
zevkinin yansımalarını kahramanları aracılığıyla sunduğunu görmekteyiz.
Zira “sanatsal yetkinlik ancak, kahramanları kendi karakterlerine uygun
davranışlarda bulunan eserlerde olabilir; kahramanların davranışları, için¬
de bulundukları durumlara bağlıdır ve her zaman yaşam mantığına bağlı
kalmak zorundadır ( Ziss 2009: 114).
Eylül romanında yazarın açıktan açığa kahramanlarını estetik algı¬
larına göre değerlendirdiğini görürüz. Zira Eylül’de estetik kaygının etki¬
si, olay örgüsünden önce gelir. Estetiği sanatkârane üslupla birleştirmesi,
Mehmet Rauf’un kendi kişiliğinden ödünçlediği sanat ve yaşam arasın¬
daki bağı romanına taşımasının bir sonucudur. Roman kahramanlarından
Necip ve Suat’ın kimlikleri estetize edilerek toplumdaki diğer bireyler¬
den, özellikle yaşadıkları çevreden farklılaştırılmıştır. Kendi yaşamsal
gerçeklikleriyle çatışan karakterlerin çelişkilerinin ve toplumsal geçişle¬
rindeki uyum/uyumsuzluklarının estetize edilerek okur tarafından onan¬
masının istenmesinde bir tarafgirlik görülmektedir. Roman boyunca olay¬
ların odak noktasında yer alan Necip ve Suat’ın ruhsal durumları sanatsal
olgular aracı kılınarak gizemli bir alana çekilir. Bu anlamda kahramanla¬
rın ruh dünyalarına estetiksel içerik kazandırılarak toplumsal dışlanmaya
yol açacak davranışları meşrulaştırılmıştır.
Aşkın En Estetik Hali: Musiki
Eylül romanının kadın kahramanı Suat, beş senelik evliliği süresin¬
ce sadece eşine değil onun ailesine karşı da saygısını yitirmemek için
zaman zaman yaşadığı mutsuzlukları içine gömen duygusal ve hassas
birisidir. Çocukluk döneminin anne babasının geçimsizlikleri nedeniyle
kahırlı bir biçimde geçmesi, onun evlilik yaşamını kutsamasında önemli
bir etkendir. Ancak eşi tarafından ihmal edildiği düşüncesi, onun içsel bir
bunalım sürecine girmesine ve kendi içine kapanmasına yol açar. Özellik¬
le evliliğinin gündelik kaygılar arasında sıradanlaşması ve tekdüze bir
seyir takip etmesi onun ruhunu yaralar. Zira Süreyya’nın Suat’a ilgisi,
onun üzerinde tahakküm kurmaya ve kendi ruhsal sıkıntılarıyla onu hem¬
hal etmeye yöneliktir. Hayata dair beklentilerini yitiren ve yalnızlığını ev
işleriyle uğraşarak törpülemeye çalışan Suat, evlilik yaşamına gölge dü¬
şürmek istemez. Oysa Süreyya, sadece kendisini düşünen bencil ve vur¬
dumduymaz bir tiptir. Süreyya’nın sandal ve deniz tutkusundaki bencil
tutumu da genç kadını yalnızlaştırır. Karı koca bu anlamda ortak zevk
paylaşımından uzaktırlar. Suat’ın musiki tutkunluğu da Süreyya tarafın¬
dan sürekli eleştirilir. Hatta Süreyya evde piyano çalınmasını “musiki ile
idam” ve piyano çalan Suat’ı ise “eziyet meleği” olarak değerlendirir.
Ayrıntı gibi görülen bu unsur, aslında karı-koca arasındaki uçurumun ve
Suat’ı Necip’e yönlendiren sebeplerin de başında gelir. Romanda estetize
edilmiş kahramanların birleştiricisi durumundaki ilk unsur musikidir.
Musiki zevkine dayalı bir estetik geliştirerek mutlak gördükleri bir güzel¬
liği duyuların dünyasıyla algılamaya çalışmak, Suat ve Necip için vazge¬
çilmezdir. Çünkü “güzellik hiç şüphe yok ki, serbest düşüncenin eseridir”
(Schiller 1999: 94). Bu bağlamda musikinin toplumsal normları bertaraf
eden serbest düşünüş tarzına zemin hazırlaması, Necip ve Suat arasında
musiki zevkinin tetiklediği bir bağ oluşturur. Necip ve Suat, musikiyi
“...o kadar seviyorlardı ki onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta
onu, Süreyya’yı unutuyorlardı.” (s. 174).
Suat için musiki, onu yaşamın kaba ve çirkin yönlerinden uzaklaş¬
tıran ve estetiksel duyuş zevkini harekete geçiren bir araçtır. Aile yaşamı
içinde edilgen bir konuma itilen Suat, musiki sayesinde kendisini yaşa¬
mın etkin bir öznesi olarak görür. Önemsenmeyen varlığını musiki saye¬
sinde en azından kendi benliğinde değerlileştirir. Çok iyi piyano çalan
Suat için musiki, bütün yaşamını kuşatıcıdır. Necip ile Suat arasında ya¬
kınlaşma da musiki aracılığıyla gerçekleşir. Necip’in Suat’a nota getirme¬
si ve musiki sohbetleri, yakınlaşmayı tetiklediği gibi musikinin sağladığı
duyusal haz ve ahenk, iki kahraman arasında duygusal bir bağ üretir.
Onlar arasındaki heyecanın asıl kaynağı musikidir. Zira,
“. gözlerin dudakların söylemekten, anlatmaktan o kadar
titredikleri kalpten taşıp gelen şeyleri takrir için musiki kendilerine
yardım ediyor, sanki ruhları için bir vesile-i telâkki oluyordu.” (s.
233).
“Necip burada öyle saniyeler geçirdi ki hiçbir vakit unuta¬
mayacaktı. Musiki ruhunun bütün kabiliyet pervaz ve iştiyâkını
tahrik ediyor, onu ihtiyâçlarla, sevda ve fedâ-yı can ihtiyâçlarıyla,
tatmin edilmesi muhâl olduğu için tatlı başlayıp galeyân ettikçe
elîm olan ihtiyâçlarla boğuşurdu. Ekseriyetle bu bir hüzünden zi¬
yade bir iştiyak, bütün ele geçmeyecek güzel şeylere meshurâne bir
incizap idi.” (s. 168).
Musiki, bu dönemde toplumsal yapının aristokrat çevrelerinde ge¬
niş bir yer tutar. Özellikle Batı musikisi kendilerini sanatsal duyuş tarzıy¬
la yansıtma eğiliminde olan bireyler için vazgeçilmezdir. Bu, aynı za¬
manda imgelerle düşünmenin simgesel biçimidir. Modern yaşamın
ger(ç)ekleriyle yüzleşen bireyler, böylelikle sanatsal duyuşun “estetik
gerçekliğini” musiki aracılığıyla gün yüzüne çıkarırlar. Suat ve Necip de
dış dünya üzerindeki kaba gerçekliklerini musiki aracılığıyla estetik bir
zemine çekmeyi başarırlar. Necip’in yalıdan ayrılmasından sonra Suat’ın
musikiyi ihmal etmesi, onun musiki zevkini Necip’le paylaşmaktan hoş¬
landığının bir göstergesidir. Necip ve Suat ortak bir yaşamsal kaygıyı
musiki ile dışa vurmuşlardır.
Kışkırtıcı Güzellik: Bedenin/Ruhun Estetik Hali
Bireyin yaşam üzerinde kendisini görünür kılmasının ilk şekli be¬
deniyledir. Gerek yaşam içinde etkin olarak gerek yaşamın kıyısında
kalarak insan bedeni üzerinden tanındığı bir çevrede kendisine kültürel
alanlar oluşturur. Bireyin duygularının bedenine taşması da yeni göster¬
geler oluşturur. Nitekim Eylül romanında Suat, kendisine bakanlarda
estetik bir zevk uyandıran güzel ve alımlı bir kadındır, “Saçları kumral
turrelerle alnını güşâdebırakıp kaşlarının ucuna kadar dökülüyordu. Asıl
kümesi, bu kulakların arkasında birden çoğalarak tepesinde toplanan
siyaha mâil kestane yığını... ” (s. 249) şeklindedir. Suat’ın fiziksel güzel¬
liği, ruhundaki naiflik ile bütünlük arz eder. Yazar, Suat’ı ruhen olduğu
gibi fiziksel olarak da estetize etmiştir. Suat’ın yürüyüşünün “ahenkli bir
eda” ile olduğunun söylenmesi, yine ona atfedilen güzellik olgusunu ha¬
tırlatıcıdır. Çünkü bir insanın ruhuyla bedeni arasında çelişki varsa yürü¬
yüşüne/bedenine yansır. Suat’ın güzelliği aynı zamanda ahlakça, ağırbaş¬
lılıkla, uysallık ve nezaketle zenginlenir. Zira “İnsanın manevi güzelliği
ile gözü okşayan bir duruş(pause) güzelliği arasındaki” (Ziss 2009: 154)
bağlantı Suat’taki uyumun yansıtıcısıdır. Uyum ve güzellik, genç kadında
iç içedir. Onun güzelliği, yücelik, ahlaki değerler ve uyumla bütünleşir.
Çünkü “güzel, etikten ayrılamaz; güzellik de, iyilikten ayrılamaz” (Ziss
2009: 165). Necip Suat’ı hem bedeni hem de ruhuyla kutsama eğilimin¬
dedir.
“Ve Necip’in gözleri hepsini görüyor dudaklara geliyor,
bunlardaki karanfil kırmızılığı, donuk âteş karanfil rengi, yine bü¬
tün çehrede titreyen ma’na-yı serzenişle pür nîm, o şuh sitemkâr
ifade ile lerzişdâr, onun nazarını teshîr ediyordu; dişler, bunların
müsâadeleriyle tebessüm ettikçe bütün ma’nâlar yüzlerce çoğala¬
rak gözlere kadar sirayet eden bu tebessümle onun ruhu bu çehre¬
de, o kadar şuh ve pür neşe görünüyordu ki, o zaman, işte o zaman
Suad’ın niçin bu kadar muazzam ve pür perestiş olduğu tezahür
ediyordu.” (s. 249).
Suat’ın duruşundan, güzelliğinden, ince ve hassas ruhundan etkile¬
nen Necip, Suat’la gizli bir aşk yaşamayı düşünmemesine rağmen onun
varlığını yok sayamaz. İki kahraman arasındaki bu gel gitlerle aşk ve
sadakat, roman boyunca iç içe yürür. Bu nedenle Suat ve Necip’in aşkı
duygusal boyutta estetik bir örüntüde kalmıştır. Necip, Suat’ın Süreyya
tarafından köreltilen kadınlığını ve sanatkârane ruhunu uyandıran bir
kimlik olarak karşımıza çıkar. Sadakate yatkın kişiliğiyle Suat da bu aşk
olgusuna rağmen düşüşe geçmekten kurtulmuş ve hem güzelliği hem de
ahlakıyla yazar tarafından yüceltilmiştir. Sadakatsizliği kendi kişiliğine
ve yaşam algısına yakıştıramayan Suat, hiçbir şekilde kocasına ihanet
etmeyi düşünmez. Onun beklentileri, ızdırapları, acıları ve özlemleri;
güzelliği ve yaşam algısı üzerinden duyumsatılır. Daha önceki romanlar¬
da yer alan katı ahlak kurallarını estetik bir anlayışla bertaraf etmek ve
aşkı her şeyin üstünde tutmak, romandaki temel unsurlardan biri olarak
karşımıza çıkar. Ancak “toplumsal ideale duyulan özlem üzerinde eşsiz
bir etkide” (Ziss 2009: 165) bulunan duygusal ve psikolojik baskı, Suat’ı
yönlendirir. Bu düşünüş tarzı, toplumsal duyguların güzelde birleşmesi¬
dir. Varlığıyla ölümsüzleşmek arzusundaki Suat’ın bu arzusunun Süreyya
tarafından gerçekleştiril(e)memesi, genç kadını kocasından uzaklaştırma¬
sına rağmen Suat, zaaflarının esiri olmadığı gibi iradesi hep uyanıktır.
Ancak bütün bu çelişkilerine rağmen Suat, Necip tarafından sevil¬
menin/beğenilmenin mutluluğunu içten içe yaşar. Suat’ın Necip’i gözün¬
de kutsamasının sebeplerinde biri de Necip’in aşkını gizlemeye çalışma¬
sıdır.
“Demek ki seviyordu, demek ki bir seneden beri, belki daha
evvelinden beri, belki senelerden beri seviyor ve bunu gizliyordu...
Necip ’in kendine karşı bu kadar ciddi davranıp hissiyât-ı
kalbiyesini hiçbir vecihle ifşâ etmemesi, onu â’mâk-ı ruhunda hıf¬
zetmesi kalbinden istemeye istemeye hissettiği memnûniyete şimdi
müteşekkirane bir hürmet ilave ediyordu; bu hareketi o kadar sa¬
mimi, büyük görüyordu.” (s. 225-226).
Necip’in uzun süreden beri kendisini sevmesine rağmen sevgisini
saklaması, Suat’ın ona hayranlığını artırır. Necip’in bu tutumu, aşkın ve
sevginin Suat’ın ruhunda uzlaştırıcı bir çekicilikle bütünlenmesine yol
açar. Ancak genç kadın Necip’in aşkından ziyade kendi zaaflarına yenik
düşmenin korkusunu taşır. Bu korkuda da bedene yönelik arzulardan
ziyade ruhsal yönelimlerin kurduğu bir baskı sezilir. Bu baskı, bedeni saf
dışı bırakan ruhsal bir kışkırtıcılık olarak görünürlük kazanır. Yani asıl
kışkırtıcılık, ruhun mekânı olan bedende değil, ruhun kendisindedir. Oysa
Suat da ruh ve beden bir ayrılık içinde olmayıp bir uyum içindedir. Bu
uyum, Necip’in de genç kadına yönelik tutkularını tetikler.
“Ah onu ne kadar seviyordu Yarabbi, ne kadar âteş ve işti¬
yak ile seviyordu. Onun en ma’nasız şeylerine bile husûsi perestiş-
leri vardı. Onun bir düğmesi için kalbinde zaaflar, râbıtalar bulu¬
yor, şömizetinin kıvrımları, dikişlerin nezaketi, kolundaki küçük
düğmeler, nihayet bütün bu naçiz şeyler için onda başka bir inci-
zapyükseliyor, hepsine ayrı ayır meftûn oluyordu.” (s. 247).
Necip, özellikle Suat’ın masumluğuna, sükûnetine, namus anlayı¬
şına hayran kalır; Onun sessizliğinde öyle gizli anlamlar bulur ki; bu da
kendindeki sır ve karanlık ihtiyacını memnun eder. Suat da Necip’in aş¬
kını gizlemesine hayran olur. Necip ve Suat’ın bu düşünüş tarzları onların
birbirlerine karşı ve çevreye karşı sorumluluklarına da yansır. Nitekim
Suat, Necip’e duyduğu aşkı tensel hazların kurbanı etmediği gibi Necip
de evli bir kadına özellikle de akrabasının eşine âşık olmanın sancısını
çeker.
Necip’teki estetik yönelimler de Suat’ı tanımasıyla birlikte gün yü¬
züne çıkar. Suat’ı tanımadan ve onunla yakınlaşmadan önce Beyoğlu’nun
kirli ve sahte yaşam alanlarında gezerek buralarda eğlenmeyi alışkanlık
haline getiren Necip; Suat’la birlikte yaşam algısını ve kadınlara bakış
açısını yeni biçimlere sokar. Kirli Beyoğlu yaşamından sonra Suat’ın
yanında ruhunu bütün kirlerden ve kötü düşüncelerden arındırır. Suat’ı
tanıyana kadar bütün kadınları basit ve aldatmaya meyilli görür. Bu an¬
lamda, evlilikten korkan ve sürekli kadınları aşağılayıcı bir tutum içinde
bulunan Necip, Suat’la yakınlaştıkça “güzellik üzerinden gerçeği tanı¬
mak” (Schiller 1999: 98) fırsatını bulur. Suat’la yakınlaşmadan önce bü¬
tün kadınların bedenleri üzerinden kendilerini görünür kıldıkları düşünce¬
sini taşımasına rağmen Suat’la birlikte bu kaba realiteden silkinir. Ancak
ona olan sevgisinde bile imtina içindedir. Onun toplum tarafından aşağı¬
lanan bir kadın olmayı hak etmediğini düşünmesi, Suat’a yönelik kaygıla¬
rının bir sonucudur. Bu kaygılarla gerçeğin estetik bir şekle büründürül¬
mesi, Necip ve Suat’ın aşklarını kutsal bir çerçeve içine çeker. Güzelin ve
çirkinin, estetiğin ve etiğin varlığı, bu iki kahramanın duygularıyla sunu¬
lur.
Estetiği, güzelliği ve zarafeti temsil eden Suat, ihtiraslardan ve be¬
deni zaaflardan arınmış yönüyle Necip’e olan hislerini duygusal boyuta
taşımıştır. Ancak güçsüzlüklerinde bile birbirine yabancı olan Suat ve
Necip’in yaşadıkları içsel çelişkiler, kahramanların yaşam algılarını alt
üst eder. Bütün bu çatışmalar içinde Suat’ın kederi, melankolik duruşu
dahi estetiktir. Bu imkânsızlık içinde Necip için ise tek sığınak, ölüm
düşüncesidir.
Tabiatın Büyüsüyle Karşılaşma: Boğaziçi
Estetiğin görüngülerinden birisi olan tabiat, bireyin ruh dünyasını
heyecanlandıran ve bireyi ruhsal açıdan yücelik olgusuyla karşılaştı¬
ran/tanıştıran bir unsurdur. Eylül romanında, tabiatın en yalın halinin
kahramanların iç dünyalarına yansımalarını görmekteyiz. Kahramanların
göz kamaştırıcı bir etki uyandıran tabiatla beslenen ruhları, estetik bir haz
içindedir. Romanda bu bağlamda tabiat tasvirleri geniş bir yer tutar. Köş¬
kün kalabalık ortamından sonra yalı ve tabiatın estetik büyüsü, Suat ve
Necip arasındaki estetik uyumu sağlayan ikincil bir unsur olarak karşımı¬
za çıkar. Özellikle Süreyya’nın köşkün kapalı ve kalabalık ortamından
sıkılmasıyla başlayan bunaltı, Suat’ın da ruh haline yansımış ve Suat ile
Süreyya, Boğaziçi’nde yalnız kalabilecekleri ve tabiatla özdeşleşebilecek¬
leri bir mekânı paylaşma imkânı bulabilmişlerdir. Ancak Boğaziçi, Sü¬
reyya ve Suat arasında yakınlaşma sağlamak yerine onları ayıran bir me¬
kân olma özelliği gösterir. Süreyya’nın deniz tutkusuna karşın Suat’ın
denizden pek hoşlanmaması, karı-koca arasında bir mesafe oluşturur.
Nitekim kalabalıktan ayrılma Suat ile Süreyya arasında bir bağ kuracağı
yerde Necip ile Suat arasında bir yakınlık üretmiştir. Tabiatın hatırlattığı
yalnızlık duygusu, her iki kahramanı önce kendi ruhlarına sonra birbirle¬
rine yöneltir. Konaktaki kapalı mekân yalıyla birlikte genişler; bu da
duyguların genişlemesine yol açar.
Tabiat, baba otoritesinin hüküm sürdüğü köşkte bulanık ve donuk
bir nitelik taşırken yalıda berraklaşır. Bu da Necip ve Suat’ın duygularını
estetik bir kılıfa sokmalarında ve onların birbirlerinin farkına varmaların¬
da önemli bir etkendir. Necip ve Suat, güzellik üzerinden bir yakınlık
kurarlar. Zira güzellik, bireyin dış dünyaya kendi ruh algısına göre bir
anlam giydirme işlemidir. Bu bağlamda Necip ve Suat, kimi zaman far¬
kında olmadan alışılagelen kaygılardan sıyrılıp güzel olanı idealleştirme
çabası içine girerler.
Romanda tabiat, kahramanların yaşam algılarına yansımış biçimiy¬
le tasvir edilir. Tabiattaki uyum ve ahenk, eylül ayının çürümeye dönüşen
sarılığında dahi gözlemlenir. Bu gözlem, Suat’ın tabiat aracılığıyla ken¬
diyle hesaplaşması için de bir zemin hazırlar. Süreyya’nın isteğiyle geli¬
nen yalı ve Boğaziçi, tabiatın ürettiği yalnızlıkla kendisi arasında bir bağ
kuran Suat için içsel bir yolculuk süreci başlatır. Özellikle mekanikleşen
yaşamının neticesinde Süreyya’nın kalbinden dışlanan Suat’ın yaşamın¬
dan hoşnutsuzluğu, onu yanı başındaki Necip’e yöneltir. Yaşamının böyle
tekdüze ve sıradan bir şekilde devam etmesiyle huzursuzlaşan genç ka¬
dın, Necip’in aşkında, yitirdiği benliğini bulur. Zira o, hayal kırıklıklarıy¬
la ördüğü evlilik yaşamı içinde çürüyüp yok olmaktan korktuğunun ve
bedeninin de tabiat gibi yıkıma uğrayacağının farkına varır.
“Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti? Böyle, hiçbir saa¬
det gelmeden, daha henüz beklerken, bâhusus hayatının nasıl gâfl
geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey de yapmak kâbil
olmadığını görerek, böyle çürümek, bitmek ona pek insafsızca, pek
acı geliyordu'’ (s. 284).
Beyoğlu’nun kirli yaşamından sıkılan Necip de Boğaziçi’nde tabia¬
tın “dalgın bakışlı ve yaldızlı ufukları, yıldızlarla heyecan dolu gökleri
berrak ve yeşil denizi” ile ruhunu dinlendirir. Burada özellikle denizin,
ayın büyüsü, Necip’e de kendi yaşamını düşünmesi için bir fırsat doğur¬
duğu gibi Suat’a olan aşkını da katmerlendirir.
“Şimdi tabiatın bu feyz ve keşâyiş içinde, su ile şişkin toprak¬
ların, otların, çiçeklerin nâfiz râyihalarıyla bütün hevesi galeyân
ederek onu âteşîn bir tehâlükle lerze-dâr-ı ihtirâs etmişti.” (s. 112).
Necip’in Suat’ın denize girdiğini hissettiği bir yerde suya girmesi
ise iki kahramanın su aracılığıyla kurdukları yakınlığı yansıtır. Suat’ın
teninin değdiği ve onun bedeniyle görünürlük kazanan su, Necip’in de
onun varlığında/bedeninde görünür olma amacına hizmet eder.
Necip’in bu yönelimlerine karşın “Suat da âşık olduğunu, Necip’i
sevdiğini anladıktan sonra geçen günlerine acımaya başlar. Bunu ona
hissettiren de tabiat olur. Bir bakıma hüznün de neşenin de kaynağı tabi¬
attır” (Törenek 1999: 79). Gündelik yaşamın geçişleri arasında gençliğini
yitirdiğini fark eden Suat, içinde bulunduğu durumdan yakınır. Kendi
ruhunun temsili olarak gördüğü tabiatla karşılaşma, unuttuğu tutkularını
uyandırdığı gibi onu yaşadığı mutsuzluğa karşı kışkırtır. Bu bağlamda
Suat, tabiatta “gördüğü şeyde kendi görünürlüğünün farkına varır”
(Gökyaran 2001: 69).
Ruha Değen El: Eldiven
Necip’in çok sevdiği Suat’ın eldivenini (ç)alması ise eşyaya yükle¬
nen simgesel bir anlamdır. Eldiven, kadın zarafetinin bir sembolüdür o
dönemlerde. Yazar, musikiden sonra eldiven imgesini ve Necip’in eldi¬
veni kutsallaştırmasını, estetize ettiği kahramanlar arasında sembolik bir
bağ olarak kullanır. Suat’ın kaybettiğini sandığı eldivenini hasta yatan
Necip’in başucunda görmesi, Necip’in açıklayamadığı aşkının eşyanın
diliyle anlatılmasıdır. Sözleriyle değil musikiyle anlaşan Necip ve Suat
için eldiven, musikiden sonraki iletişim dili olarak karşımıza çıkar. Zira
“Necip’in nazarını cezbeden bir şey de onun elleri idi. Bu el¬
ler nerm ve rakik nescleriyle beyaz ve ince idi; altındaki maimtrak
damarların müşevveş hatları insana bu nefis mahlûkun ne elden
bin türlü avarız ile zayi olacak fenayap zavallı bir vücut olduğunu
hiss-i elemini veriyordu.” (s. 249-250).
Eldiven üzerinden duyguların dillendirilmesi, iki kahramanın dayanılmaz
acılarının itiraflarının ilk aşamasıdır.
Eldiven, bağlılığın estetik ölçütüdür. Necip’in Suat’ın eldivenini
hasta yatağında bile başucundan ayırmaması, itiraf edilemeyen duygula¬
rın nesneler aracılığıyla dışavurumudur. Zira Necip, Suat’ın elleriyle ruhu
arasında bir bağ kurar. Suat’ın dokunamadığı ellerini eldiven aracılığıyla
algılamak Necip için bir gizemi ortaya çıkarır. Ruhundaki yaraların Su¬
at’ın elleriyle/eldiveniyle sarılmasını arzular.
“Beni bu duruma getiren sizin elleriniz, o sizin nescindeki
nezâkete, kadınlığa bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın
elleri değil mi? Diye düşünüyordu. Fakat acaba harâb eden eller
olduğu gibi şifâ, hayat veren eller de var mıydı?” (s. 119).
Eldiveni ilk çaldığı zamanlar bir tedirginlik duyan ama bu eldive¬
nin kendisine ait olmasından gizli bir haz duyan Necip, bu eldiven aracı¬
lığıyla Suat’ın elinin/ruhunun izini sürer. Onun tenine değen/dokunan bir
nesneye dokunmak, hatta sahip olmak, Necip için Suat’la bir yakınlaşma
aracıdır. Suat’ın elinin en belirgin aidiyetlik sembolü olan eldivene bak¬
mak, onunla arasında gizli bir bağ kurar. Zira “bakış, şeyleri kendi teniyle
kuşatır, giydirir.” (Gökyaran 2001: 68). Nitekim Necip de sadece bakarak
değil aynı zamanda Suat’a ait bir eşyaya sahip olarak onu kendi varlığıyla
kuşatır.
“. ve bu eldiven meselesi unutulduğu zaman onun yegâne
malı, mal-ı kıymettarı oldu: o pür-hayat bir el, sanki Suad’ın eli
gibi geliyordu ve onun eline mâlik olmak Necib’i saâdetten çıldır¬
tıyordu” (s. 195)
Eldivene tene ait dokunun sızması ve arzu edilen elin eldivenle ay¬
nileştirilmesi, yine estetik bir değer taşır. Bu, bir anlamda adanmışlığı
gösteren duygusal tepkinin yansımasıdır. El aracılığıyla bedene indirge¬
nen duygusal yakınlık, her zerresine Suat’ın sindiği bir eşyaya sahip ol¬
makla somut bir niteliğe büründürülmüştür. Suat da eldiveninin Necip
tarafından alındığını anladıktan sonra eldivenin diğer tekini yanından
ayırmaz.
İtiraf Açmazı: Etik
Eylül romanında cisimleşen güzellikler, ahlaki değerlerden ve öğ¬
retici esaslardan tamamen ayrı tutulmamıştır. Ancak estetiğin sınırları,
güzelin/hoş olanın ürettiği etki üzerinden toplumsal normları ve
genelgeçer doğruları zaman zaman silikleştirerek basite indirgeyici bir rol
üstlenmiştir. Özellikle yanlış bakış açılarının güzelliği önemsizleştirme-
siyle kahramanlar kaba realiteden soyutlanarak ideal insan olarak sunul¬
muştur. Roman boyunca Suat’ın inceliğin, nezaketin ve zarafetin temsil¬
cisi konumunda olması, onun davranışlarını estetik bir kılıfa sokar. Onun
yaşadığı çevreyi özellikle de eşini estetikten uzak olarak görmesi, evliliği
boyunca ruhunu cılızlaştırmıştır. Suat, sadakat/sadakatsizlik duyguları
arasındaki içsel çatışmalarında hep ruhunu yüceltme amacı taşır. Kendi¬
sinden esirgenen inceliğin ve hayallerin kaynağını, idealleştirdiği Ne-
cip’te bulur. Ancak sevdiği adamın aşkıyla çırpınan Suat, ihtirasları doğ¬
rultusunda değil içsel bir otoriteyle hareket eder. Bu, aynı zamanda ahlaki
değerlere bağlılık ve etik ile estetik arasındaki çatışmanın etik lehine
olumlanmasıdır. Etik normlar, zaman zaman estetik üretimi engeller.
Estetik, kendi etik formunu belirler. Ancak bazı durumlarda “Etiğin red¬
di, estetiğin yıkımına yol açar” (Ziss 2009: 166). Bu anlamda etik ve
estetik arasına sıkışan Suat, toplumsal rolünü ve eş kimliğini görmezden
gelemez. Yüce görünümünde olan Suat’ın duyguları, davranışlarına da
estetik yönelimler şeklinde yansır. “Estetik yaşam görüşü” etiğin körleş¬
tirdiği ruhsal açmazları zaman zaman umutsuz bir tutkuya dönüştürür. Bu
“. umutsuzlukta hiçbir şey yok edilemez; kişinin estetik niteliklerinin
tamamı kalır; yalnızca bu nitelikler tâlî hale gelir ve bu nedenden dolayı
korunur.” (Kierkegaard 2009: 72). Nitekim Suat de kendisini gizlediği
ruh hali içinde etik ve estetik arasında bocalar.
Süreyya’yı kardeşi gibi seven ve Suat’a annesi gibi hürmet eden
Necip de kendi ruh temizliğine hükmeden ve ruhu üzerinde tahakküm
kuran pisliğe karşı köpürür. Onların en derin çatışmalar yaşadıkları an,
birbirlerinin duygularından haberdar oldukları zamandır. Nitekim Suat,
kaybettiği eldivenini hasta yatan Necip’in başucunda gördüğünde artık
onun yüzüne bakamayacağını düşünür. Ancak bir süre ikisi de haberleri
yokmuş gibi davranma yoluna giderler. Suat, eldiveni tanıdığını Necip’in
fark etmediğini; Necip ise Suat’ın kendi eldivenini tanımadığını düşüne¬
rek bir süre rahatlarlar. İçten içe böyle çatışmalar yaşayan Suat ve Necip
bir akşam köşkte birbirlerine hislerini açmalarına rağmen birleşmelerinin
doğuracağı mutsuzluklardan dolayı birbirlerinde uzak kalmaya karar ve¬
rirler. Oysa Necip “Suat’ın bütün o kadar zamandı hayran olduğu melek-
liğini tasavvur etmek” (s. 155) ve onun ruhuna sahip olarak onun ruhunu
kölelikten kurtarma arzusu taşır. Ancak yapılacak tek şey, etik lehine
tutkuların reddidir.
“Artık katiyen o aşkı gömmek lazım geldiğini, asla düşün¬
meksizin bu hayalleri fedâ etmek zarurî bulunduğunu anlıyor, saâ-
deti sade hayalde olan bu bed-baht aşkı şimdi serapâ mihnetten,
musîbetten başka bir şey görmüyordu. Bininci defa olarak bu aşkın
tahammülsüz bir afet, sade bir cezâ-yı müthiş olduğunu tekrar edi¬
yordu, bizzat ondan azap ve ıztırâbtan başka bir şey görememesi,
en mesut zamanında bile bin türlü âteşleriyle kendini yakmış, isti-
râhatını tarumâr etmiş, öldürmüştü, evvelâ sebep yokken nedamet
ve vicdan azaplarıyla yanmışlar, sonra ayrılmak kıskanmak çıkmış,
sonra hakaret ve ihanet gelmişti. Ve böyle düşünürken bile:” (s.
408).
Suat ve Necip’in umutsuz aşklarını dışa yansıtmama çabaları, hatta
kendilerine bile itiraftan çekinmeleri, onları içsel çatışmalara maruz bı¬
rakmıştır. Özellikle Suat’ın duygularındaki asillik ve yücelik, estetik ve
etik arasındaki bağla belirginlik kazanmıştır. Suat, hayatında Süreyya’dan
başka birisinin olmasına tahammül etmek istemez. Zira onunla aşkı yaşa¬
yıp mutlu olamayacaksa da hürmeti ve rahatı onun yanında bulacağına
inanır. Bu bağlamda birbirlerinden kaçmaya çalışan Suat ve Necip, ancak
ölümle birlikte aynı mekâna gidebilmişlerdir. Köşkte çıkan bir yangın
sırasında Suat’ın içerde kaldığını fark eden Necip’in intihar edercesine
kendisini ateşin içine atması, acı ve çilenin dayandığı son noktayı yansı¬
tır. Ölüm şekillerindeki trajiklik, onların duygusal trajedileriyle bütünlük
arz eder.
İğreti Beden: Hacer
Romanda estetize edilen kahramanlar dışında bir de yaşamı kaba
bir gerçeklikle yaşayan kahramanlarla karşılaşırız. Bunlardan birisi Sü¬
reyya’nın kız kardeşi Hacer’dir. Dedikoducu, ölçüsüz, uçarı ve hoppa
olan Hacer, bayan estetiği ve zarafetinden yoksundur. Necip, hayranlık
duyduğu Suat’ı yüceltirken Süreyya’nın kız kardeşi Hacer’i değersizleşti-
rir. Çevresi tarafından olumsuzlanan Hacer ise sürekli ağabeyini eleştirme
gereği duyan ve onun hayalleriyle alay ederek ağabeyini küçümseyen,
aşağılayan bir profil çizer:
“Onda hâlâ çocukluktan kalma bir afacanlık var ki artık
mazaret falan kabul etmez. Kendisini gören mektepten kaçmış,
komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.” (s. 24).
Hacer, ağabeyi Süreyya tarafından da davranışlarından dolayı sık
sık eleştirilir. Kız kardeşini acuze olarak gören Süreyya, ona sürekli bir
değersizlik ve basitlik atfeder. Bunu yaparken de Hacer’i karısı Suat ile
kıyaslar. Suat’ın ahlakı, sorumluluğu önceleyen mütevazı yönüyle
Hacer’in şımarıklığı arasındaki farklılıklar üzerinden bir değerlendirmeye
varır:
“Bırak şu acuzeyi! dedi; bana inan Necip? Acuzelik yalnız
ihtiyarlarda değil, asıl gençlerde... Bilemezsin kadınlar fena olun¬
ca ne kadar fena oluyorlar. Kendisine barışmak için gittim de bana
ne cevap verdi bilir misin? İmkânı yok... Bana karımı çekiştirdi;
bana Suat’ı anlıyorsun ya... ” (s. 68).
Evde Suat’ın zarafetine karşın Hacer’in basitliği hırçınlık¬
la/kabalıkla belirginlik kazanırken Hacer, “mahalle kızı” konumuna in¬
dirgenerek değersizleştirilir. Hacer’i anlamaya çalışan ve ondaki tutarsız¬
lıkları mutsuz evliliğine bağlayan Suat da zaman zaman Hacer’i küçüm¬
seyici bir düşünüş tarzına mecbur kalır. Hacer’in böyle olumsuzlanma-
sında karşıt güç olarak Suat’la bir arada bulunmasının etkisi sezilir. Nite¬
kim Necip de Hacer ile Suat’ı kıyaslar:
“Suat’ın tefevvuku, güzellikçe belki Hacer galebe ederdi,
dfakat Suat’ın bütün sair şeylerde ona teveffuku o kadar göze çar¬
pıyordu ki bunu Hacer’in de fark etmemesi gayr-ı kâbildi. Ahlakça,
mekânetçe, hilm ü nezâketçe bu teveffuk Suat’a öyle bir hâl veri¬
yordu ki güzelliği bundan zenginleniyordu. Zevcine olan râbıtası,
sâkin, daima mütebessim, daima mütevâzı halleri bir teâlî sebebi
oluyor, onu yükseltiyordu” (s. 41).
Hacer’in kocası “Fatin her türlü tasavvurun fevkinde bayağı bir
efendi.” (s. 23) dir. Bu nedenle Hacer, kendisine layık görmediği koca¬
sından nefret eder. Fatin’in karşısında Necip’i yükselten Süreyya ise bir
ara evlilikleri gündeme gelen Hacer’le Necip arasında bir evlilik olmadığı
için memnundur. Zira kız kardeşini Necip’e layık görmez. Ona göre,
“Necip’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağır başlı, daha ince bir kadın
lazımdır.” (s. 25) gibi ifadeler, Süreyya tarafından da Necip’in estetize
edilmesine yöneliktir. Yazar, böylelikle birbirine karşıt iki kahramanını
birbirlerinin bakış açısıyla yansıtır. Suat da Hacer’in davranışlarını/yaşam
algısını küçümseme eğilimi içindedir:
“Ah ne kadar anlıyor, nasıl görüyordu; Hacer’in nasıl koca¬
sı olmasa, yahut iyi olsa bunlardan hoşlanacağını, çünkü ruhu adi,
mülevves olduğunu nasıl görüyordu; ve hanımları gözünün önüne
getirip böyle ufak itirafları aralarında ettikleri meclisleri düşüne¬
rek iğreniyordu.” (s. 366).
Kendi ruhundaki aşkı yüceltirken etik değerlerden uzak kalmama¬
ya özen gösteren Suat, Hacer’in pencere arkasından yoldan gelip geçen¬
lerle işaretleşmesini yadırgadığı gibi suçu Fatin’de değil yaşamı basit
algılarla yürüten Hacer’de görür:
“Öbür türlüsü... İşte Hacer’in, Hacer gibilerin sevdaları...
Ömrünü geçirdiği cumbada birini bulup sevip sevilmek için geçen
ömründe muvafık ve muhalif her bulduğuyla aşk oyunu yapmak, iş¬
te onların sevmeleri... Sevmek bir hastalık gibi geldikten ve sizi
zabt ve kahrettikten sonra anlaşılan, o zaman görülüp tetkik edilen
bir hal olmalı idi. Kim bilir Hacer bu pencerede kimleri sevmişti?”
(s. 367).
Hacer, duygularından, ruhsal algılarından ziyade, sadece karşıdan
görüp beğendiği bedeniyle değerlendirdiği/beğendiği birisini sevebilecek
kadar tehlikeli ve estetik duygulardan yoksun birisidir. Bu bağlamda ya¬
zar, Suat’ı yüceltebilmek için onun karşısına Hacer’i çıkarmıştır.
Sonuç
Eylül romanı estetize edilmiş kahramanların ruh dünyalarının oku¬
ra açımlandığı bir romandır. Roman kahramanlarının yaşam algıları ve
estetik idealleri, imkânsız bir aşk üzerinden duyumsatılır. Aşkın bedene
dayalı bir olguya indirgenmeden ruhsal bir nitelikle yansıtılması etiğe
adanmış bir yaşamın sonucu olarak karşımıza çıkar. Zira Suat’ın sadece
Süreyya’ya değil aynı zamanda kendisine ihaneti de yakıştıramaması,
yalın bir etik düşünüşün sonucudur. Suat ve Necip arasındaki duygusal
yakınlaşma, etik ve estetik arasındaki çatışmalarda belirginlik kazanır. Bu
çatışmalar ise etik ve estetik olgularından uzak değildir. Her iki kahraman
da sadece toplumsal yapıda “lanetlenmiş” olmayı değil aynı zamanda
Süreyya’ya karşı bir birleşmeyi de etik bulmaz. Zira Suat ve Necip’in
Süreyya’nın varlığını yok sayarak kendi duyguları etrafında bir yaşam
kurmaları, onları sadece birbirlerine mahkûm edecektir. Birbirlerinden
uzak bir yaşamı kabullenmek, onlar için başkalarına isyan ederek inşa
edilen bir yaşam kurgusundan daha ahlakidir. Ancak bütün bu uzaklaşma
çabalarına karşın Suat ve Necip’in ölüm aracılığıyla aynı anda dünyadan
ayrılmaları, kendi içlerine dönük yaşam algılarının bilinmeyen bir mekân
aracılığıyla uzlaşmasını gösterir.
KAYNAKÇA
GÖKYARAN, Erdem (2003), Dünyanın Teni, (hzl. Zeynep Direk), Metis Yayın¬
lan, İstanbul.
KIERKEGAARD, Soren (2009), Etik Estetik Dengesi, (çev. İbrahim
Kapaklıkaya), Ağaç Yayınları, İstanbul.
MEHMET Rauf (2006), Eylül, (hzl. İbrahim Tüzer), Akçağ Yayınları, Ankara.
RANCİERE, Jacques (2006), Estetik Bilinçdışı, (çev. Kenan Sarıalioğlu), Aralık
Yayınları, İzmir.
SCHILLER, Frıedrich Von (1999), Estetik Üzerine, (çev. Melahat Özgü),
Kaknüs Yayınları, İstanbul.
TÖRENEK, Mehmet (1999), Hikâye ve Romanlarıyla Mehmet Rauf, Kitabevi
Yayınları, İstanbul.
ZISS, Avner (2009), Estetik, Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Biçimi, (çev.
Yakup Şahan), Hayalbaz Kitap, İstanbul.
Mardin Artuklu Üni. Ed. Fak. TDE Böl. beyhankanter@gmail.com.