ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ 

Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

MAKALELER

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri


Diaspora Üzerine

Prof. Dr. Hamza Zülfikar


 

M.Ö. 722 yılında krallıklarının çökmesi üzerine Yahudilerin Filistin dışındaki ülkelere sürülmesi, dağıtılması anlamına gelen diaspora Yunanca kökenlidir.

Bütün sözlüklerde Yahudiler (Jews) ile ilgili olarak kullanılan diaspora şimdi Ermeniler için de kullanılmaya başlandı. Bizler de bilinçsizce aynı yolu izleyerek diasporadaki Ermeniler, Ermeni diasporası gibi kullanımlarla bu sözün anlamını alabildiğine genişlettik ve hicret, tehcir, göç ettirme gibi sözler, aydınlarımız arasında diaspora olup çıktı.

Türkçe Sözlük, diaspora için kopuntu sözünü karşılık olarak göstermiş. Bu kavramın karşılığı bir ulustan ayrılma, kopma biçimde düşünülmüş.

Yerli ve yabancı hiçbir sözlükte Ermeniler için kullanılmamış olan, yalnızca Yahudilerin tarihteki durumlarıyla ilgili olarak geçen bu sözün kasıtlı olarak 1915'teki Ermeni olaylarıyla bağdaştırılması, dünya kamuoyunda plânlanan etkisini gösterdi ve kulaktan kulağa aktarılan tek yanlı tarih bilgileriyle Fransız parlâmenterleri de bu yanlış karara yönlendirildi.

Bizler, biyolojide, felsefede, sosyolojide olduğu gibi dil, edebiyat ve tarih derslerinde de gerçekçi olmadığımızdan; hayatla, gelecekle ilgili bilgileri edinmediğimizden; bütün ulusları dost, kardeş saydığımızdan ve böyle eğitildiğimizden 1915'te Türk'e yapılan zulümlerden de habersiz kaldık. Bu yakın tarihi, ne toplumumuza ne de dışardakilere anlatabildik. 250 bin kişiye mezar olan Çanakkale'yi, Allahuekber dağlarının üzerinde toplu mezarlarda yatan 90 bin Sarıkamış şehidini, Talat Paşa ile başlayan ve pek çok diplomatımızı kurşunlayıp yaban illerinde yere serenleri unuttuk.

Ana çizgileriyle belirttiğimiz şu yakın geçmişten biraz daha geriye gidelim.

Henüz yeni harflere çevrilmemiş ve gün ışığına çıkarılmamış, şu 1314 (1896) tarihli Bitlis Salnamesi (yıllık)'ne bir göz atalım. Olaydan 19 yıl önceki durum.

Vali

Vâlî-i vilâyet Mecid Beg (Rütbesi: bâlâ, nişanı: Osmanî 3, Mecidî 1, Madalyası: imtiyaz, altın ve gümüş, Yunan madalyası.)

Görüldüğü gibi, o dönemlerde valiler özellikleriyle anılıyor.

Vilâyet kadrosuna bakalım:

Erkân-ı Vilâyet

Merkez naibi: Mehmed İhsan Efendi

Defterdar: Şükrü Efendi

Mektupçu: Mehmet Ramiz Beg

Vali muavini: Andon Efendi

Beledî Dairesi (Belediye)

Reis: Hacı Yasin Efendi

Azalar: 1.Hacı Hasanzade Yusuf Efendi, 2. Beşeryan Murad Ağa, 3. Kakusyan Haçik Efendi

Vali Müslüman Türk, yardımcısı Ermeni Andon Efendi, belediye başkanı Müslüman Türk, üç belediye meclisi üyesinden biri Ermeni Kakusyan Haçik Efendi.

Aynı durumdaki öteki kuruluşları ele almadan yukarıda verdiğimiz şu küçük örneğe bakınız. Yıllarca birlikte, uyum içinde, bir arada süregelmiş bir idare.

Peki ne oldu da 15-20 yıl sonra bu iki kapı komşu birbirine düşman oldu?

Açıklayalım:

Kuzey komşumuz Rusya, 1914'te Sarıkamış'ta kazandığı üstünlüğü sürdürerek Basra Körfezi'ne kadar uzanmak cesaretini göstermişti. Bu sefere başlamadan Bitlis'te, Van'da bulunan konsoloslarının da aracılığı ile Ermenileri teşkilâtlandırmış, onlara çeşitli vaatlerde bulunmuş, komşuyu komşuya can düşmanı yapmış, isyanlar çıkartmış, yüzlerce Müslüman'ı katlettirmiş, Ermenileri kendine rehber ederek güneye doğru inmeye başlamıştır.

14 Mayıs 1915 (13 Recep 1333) tarihinde Tehcir Kanunu diye bilinen, aşağıda özgün (orijinal) biçimiyle tam metni bulunan ve esas adı "Vakt-ı Seferde İcraat-ı Hükûmete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat" olan bu yasa, Padişah Sultan Reşad imzasıyla 4 madde olarak çıkmıştır. (bk. Ek)

Devletin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 18 Recep 1333 veya 19 Mayıs 1331 tarihinde yayımlanmıştır. Numarası ise 2189'dur.

Bu dört madde içinde dikkat edilirse, Ermeni sözü geçmez. Yasa, cephe gerisinde yapılacak her türlü anarşist eylemi önlemek için çıkarılmıştır. İşte bu yasaya dayanılarak Ruslarla iş birliği yapan, silâhlı mücadele başlatan ve onlara destek olan muhalif grup güney illerine, cephe gerisine çıkartılmıştır.

Ülkeyi birlikte savunmak gerekirken, ayrımcılık yapıp Rus cephesine geçen Ermeni gençlerini, onların kurdukları kanlı örgütleri, yıllarca bu bölgenin halkı unutmamış, bu acıyı babadan oğula aktarmıştır.

Bitlis, Muş ve Van Ermenilerinin güney illerine Suriye'ye göç ettirilmesinden birkaç ay sonra Van ve Bitlis halkı da, Rusların
şiddetli hücumu karşısında Mart 1916'da Diyarbakır'a, Urfa'ya ve güney vilâyetlerine karda kışta göç etmek zorunda kalmıştır.

Urfa'da, Diyarbakır'da hâlâ yaşayan ve "muhacir" diye anılan kimseler kuzeyden gelen bu Müslüman göçmenlerdir.

1916 yılı Mart ayında göç edenlerin arasında annem, dedem, amcam ve diğer akrabalarım da var. Onların o acı günlerini annemden yıllarca dinledim. Göç eden Müslüman Türklerin büyük bir bölümü yollarda telef olmuştur. Çocuklarını kaybetmiş, evlerinden, mallarından olmuşlardır.

8 Ağustos günü Çanakkale'den bölgeye giden Mustafa Kemal Atatürk, Rusları Duhan deresinde yenmiş ve Bitlis'i geri almıştır. Van Gölü'nün güney kıyılarındaki dağlara çekilen Ruslar, ülkelerindeki Ekim ihtilâli üzerine bütün bu bölgeyi boşaltarak bugünkü sınırlarına çekilmişlerdir.

Ermenilerin istediği altı ilden biri olan Bitlis'e 21 Kasım 1916'da tekrar gelen Atatürk, şehrin genel görünümüne bakıp burayı Pompei Harabeleri'ne benzetmiştir.

Rus istilâsı, minarelerinde ezan, kubbelerinde çan sesleri kesilen bu ölü şehirde Müslüman'ın da Ermeni'nin de bütün birikimlerini yok etmiş; bin yıllık bir beraberliği yıkmış, bütün hatıraların yerinikin ve düşmanlığın almasına sebep olmuştur.

İki ciltlik Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber adlı eseri yazan Mazhar Müfit Kansu, işgalden sonra Bitlis'e giden ilk validir. Bir belge niteliğinde olan eserine şöyle başlar:

"1918 ...

Birinci cihan harbinin dördüncü ve son yılı. Fakat, savaş henüz sona ermemiş, bütün fecaati ile devam etmekte. Biz de bu harbin içindeyiz ve harp talihi, maalesef lehimizde değil. Memlekette gergin, endişeli bir hava ve gönüllerde huzursuzluk var.

İşte, bu sırada müstakil Karesi sancağı mutasarrıfı iken 11 Nisan 1334'te Bitlis valiliğine tâyin edildim. Yeni vazifeme başlamak üzere mutasarrıflıktan ayrıldım; İstanbul'a geldim.

Tâyin edilmiş olduğum Bitlis vilâyeti hakkında Dahiliye Nezaretinden (bakanlığından) aldığım malûmat şu oldu:

Ruslar, Bitlis'ten çekildikten sonra, iki üç aydanberi buraya ancak üç dört memur gidebilmiş, vali yok. Vilâyet işerini o sırada Siirt'te bulunmakta olan Bitlis vilâyeti mektubî kalemi mümeyyizi Hakkı Bey vali vekili olarak Siirt'ten tedvir etmektedir (yönetmektedir). Binaenaleyh, vilâyet kadrosunun yeniden teşkili lâzım geliyor.

Yeni vazifeme hareket etmeden önce, sadrazam Talât Paşa tarafından kabul edildim.

Şimdiki İstanbul Vilâyet konağı, o zaman sadaret binası.

Büyük salondaki makamında beni mültefit bir tavırla karşılayan Talât Paşa ile karşıkarşıyayız. Oturuyoruz, hatırımı soruyor, uhdeme tevdi edilen (sorumluluğuna verilen) vilâyetin siyasî ve idarî önemini, kalkınma ve asayiş ihtiyacını bana izah ederek direktifler veriyor. Yeniden tanzim edilecek olan vilâyet kadrosu, tâyin edilecekmemurlar hakkında da arzularını söylüyor.

Bu hususta bir güçlükle karşılaşıyoruz: Bitlis'e gidecek memur bulmak kabil değil. İstilâ görmüş olan bu yerlere kimse gitmekistemiyor.

Bu güçlüğü bertaraf etmek için ne yapmalı?.

Şöyle bir çare buluyoruz: Sadrazam Talât Paşa, Bitlis'e gidecek memurların maaşlarına yüzde yetmiş beş zam yapıyor ve bana vâsi (geniş) salâhiyet veriyor.

Sadrazam Talât Paşa'dan aldığım geniş salâhiyete dayanarak ve dahiliyedeki temaslarımı bitirerek jandarma komutanı, polis müdürü, maarif müdürü vesair erkân ve memurini bizzat seçtim. Bu suretle Bitlis vilâyeti için istediğim gibi bir "vilâyet kadrosu" kurdum.

Böylece vilâyet kadrosunu teşkil ve hazırlıklarımı ikmal ettikten sonra 15 Haziran 1334 tarihinde, memurlarla beraber, yola çıktık. Bize tahsis edilen birinci ve ikinci mevki bir vagonla Haleb'e müteveccihen (doğru) Haydarpaşa'dan hareket ettik.

Fakat, yolculuğumuz hiç de kolay geçecek gibi değil. Çünkü, varacağımız yere kadar bu rahat tren seyahatı devam etmiyecek. Pozanti istasyonundan Adana'ya tren işlemiyor.

Bu yüzden seyahatimiz şöyle bir seyir takip etti: Haydarpaşa'dan Pozanti'ye, Pozanti'den Tarsus'a, Tarsus'tan Adana'ya, Adana'dan Diyarbakır'a varabildik.

Diyarbakır'da çetin bir durumla karşılaştık. nakil vasıtası yokluğu. Umumî harp devam etmekte olduğundan, bilhassa bu bölgelerde müthiş bir nakil vasıtası fıkdanı (yokluğu) vardı.

Buradan Siirt'e gideceğiz. Âlâ. Fakat, ne suretle, hangi yol ve hangi vasıta ile?. Ortada, bizi Siirt'e ulaştıracak hiç bir nakil
vasıtası yok!

Tek çare ve tedbir, askerî makamlardan yardım temin edebilmekti. Ve nitekim de öyle oldu. Komutanın emri ve askerî menzil teşkilâtının tavassutu (aracılığı) ile emrimize bir sal tahsis edildi. Çünkü geniş ve geçit vermez Botan çayını geçmeye mecburduk ve vilâyet idare âmirleri ile birlikte bindiğimiz bu sal benim de, arkadaşlarımın da hayatımızda ilk defa gördüğümüz ve bindiğimiz bu sal, orijinal bir nakil vasıtasıydı ve adı da Kelek'ti. İki üç yüz kadar gemici tulumu şişirilerek birbirine bağlanmıştı ve üzerine de ızgara şeklinde ince lâtalar konmuştu. Nehrin cereyanına göre kâh süratli akıntılara kapılarak, kâh kıyılara sığınarak ancak bir haftada Siirt'in Otlu denilen mevkiine, yahut da iskelesine ulaşabildik.

Otlu'da bizi Siirt mutasarrıfı Cevdet Beyle arkadaşları karşıladı. Günler boyunca cephelerdeki durum ve iç âlemimiz hakkında hiç bir haber alamamanın üzüntüsü içindeydim. Cevdet Beyden:

-Ne haber var?.

Diye sordum. Fakat, o daha cevap veremeden biz, biraz ileride kurulmuş çadırların önüne varmıştık.

-Nedir bunlar mutasarrıf Bey?

Dedim.

-Bitlis muhacirleri.

Diyerek izah etti.:

"Rus istilâsına uğrayan ve hicret edebilen Bitlis'liler henüz tamamiyle kendi evlerine ve köylerine dönemediler. Çadırlarda
barınıyorlar. Aralarında "Muş" ve "Genç"li olanlar da var.Emirlerinize intizaren (bekleyerek) biz de henüz haklarında kat'î
bir karar almış bulunmuyoruz."

Kesif bir halk kitlesi birden etrafımızı çevirmişti. Yorgun, yoksul, muztarip, istilâ felâketlerinin bütün kahrına uğradığını
yüzlerindeki işmizazlarla (yüzlerindeki burukluk, ekşilik) belirten bir kitle:

Ve hemen hepsi yeni valilerini ve vilâyet heyetini büyük kurtarıcı ümitlere bağlanmış olarak karşılıyorlardı.

Birden aklımdan geçti:

Büyük bir mesuliyet altındayım. Mânevî ve maddî mesuliyet. Öyle bir vilâyete vali gelmiş bulunuyorum ki, vilâyet merkezi ve konağı yok. Halkı muhaceret hâlinde ve istilâ devrinin açtığı derin yaralarla muztarip.

... Fakat ne yazık ki, Bitlis'i tahayyül ve tasavvur ettiğimden çok daha perişan bir hâlde bulmuştum. Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün refah ve imkânlarından faydalanmış olarak büyüyen ve doğu şehirlerimizin en mamurlarından biri olan Bitlis, bir harabezardan farksızdı. Rus istilâsı şehri yıkmıştı, yine Rus ric'ati (geri çekilişi) yakmıştı ve Ermeni çetelerinin katliâmları ve muhaceret vilâyet merkezinde insan ve aile bırakmamıştı.

Şehirde ve harabeler arasında ancak iki yüzü geçmiyen insan bulduğumuzu söylersem, buna asla hayret edilmemelidir. O insanlar da açlıktan, her çeşit yoksulluktan perişan ve bitkin bir hâlde bulunuyorlardı..."

Okuduklarımla dinlediklerim birbiriyle örtüşen bilgiler. En şiddetli depremlerin bile yapamayacağı bir yıkımı el birliği ve iş birliği ile gerçekleştirenler, halkı boş emellerle kandırıp kışkırtanlar, doğu şehirlerini yerle bir edenler bir kenarda sessiz sedasız olup bitenleri seyrediyor. Şimdi kendime, size ve Fransız parlâmenterlere soruyorum. Bu olay, bir diaspora mıdır? Bu olay Ermeniler için bir diaspora ise, ilinden, köyünden göçe mecbur kalan ve çoğu bir daha geri dönemeyen, yollarda soyulan, ölüp giden Bitlislilerin, Muşluların, Gençlilerin, Vanlıların, Ağrılıların, Erzurumluların, Trabzonluların uğradıkları felâket nedir? Bütün bu olaylara sebebiyet verenlere, komşuyu komşuya düşman edenlere hesap soracağınıza 80-90 yıl önceki olaylardan bugünkü nesli sorumlu tutuyorsunuz! Bu halk size karşı ne yapmıştı? Günahları ne idi? Avrupa devletleriyle (İtalyan, İngiliz, Rus) paylaşmak istediğiniz Türkiye üzerinde yeni bir plân mı denemek istiyorsunuz? Bu, her iki taraf için de sonuçta bir göçtür. Diaspora sözünün taşıdığı anlamla bu göçü anlatmak, olayı, bir tarafın lehine büyütmek ve istismar etmek değil midir?

Fransız, Antep'te, Urfa'da, Maraş'ta ne arıyordu? Yöre halkının size karşı işlediği bir suç mu vardı? Sizin ürettiğiniz kumaşları tercih ediyorlardı. Tıpkı bugün hayran oldukları Renault ve Peugeot otomobillerinde olduğu gibi sizin ülkenizde yapılmış ceketleri, yelekleri bayramlarda, düğünlerde giyiyorlardı ve bu ceketlerin adı da sizin dilinizden gelen bir söz olan sako idi.

Daha dün aynı oyunları Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkı üzerinde oynamaktan utanmayanların yeni girişimleri unutulacak ve yutulacak cinsten değil. Bu ülkelerde hiç mi sağduyu sahibi yok?

Hadi biz kendimizi anlatamıyoruz, gerçekleri gün ışığına çıkaramıyoruz; bari siz bizim belgeleri inceleyin ve bizi anlamaya
çalışın.

Şimdi, kısa adı Tehcir Kanunu olan yasa metnini verelim.

Ek

Vakt-ı seferde (savaş sırasında) icraat-ı Hükûmete karşı gelenler içün cihet-i askeriyece (askerî yönden) ittihaz olunacak tedabir (alınacak olan tedbirler) hakkında kanun-ı muvakkat. (geçici kanun)

Madde 1. Vakt-ı seferde ordu ve kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları
ahâli tarafından herhangi bir suretle evamir-i Hükûmete (hükûmetin emirlerine) ve müdafaa-ı memlekete (ülkenin savunmasına) ve muhafaza-ı asayişe müteallik (ilişkin) icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silâhla tecavüz mukavemet görürlerse, derakap (hemen) kuvve-i askeriye (askerî güçler) ile en şiddetli surette te'dibat yapmağa (akıllarını başlarına getirmeye) ve tecavüz ve mukavemeti (direnmeyi) esasından imha etmeye (yok etmeye) mezun (görevli) ve mecburdurlar.

Madde 2. Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, icabat-ı askeriyeye (askerliğin gerektirdiği kurallara) mebnî (dayanarak) veya casusluk ve hiyanetlerini hissettikleri kurâ (köyler) ve kasabat (kasabalar) ahâlisini münferiden (tek olarak) veya müctemi'an (toplu olarak) diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.

Madde 3. İşbu kanun tarih-i neşrinden mu'teberdir. (yayın tarihinden itibaren yürürlüğe girer)

Madde 4. İşbu kanunun mer'iyyet-i ahkâmına (hükümlerini yürütmeye) Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.

Meclis-i Umumînin (Genel Meclisin) ictima'ında (toplantısında) kanuniyeti teklif olunmak üzere işbu lâyiha-ı kanuniyenin (kanun metninin) muvakkaten (geçici olarak) mevkı'-ı mer'iyyete (yürürlük mevkiine) vaz'ını (koyulmasını) ve kavanin-i Devlete (Devletin kanunlarına) ilâvesini irade eyledim. (emir buyurdum)

13 Receb 1333, 14 Mayıs 1331

Mehmed Reşad


Sadrazam Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı

Mehmed Said Enver



Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR