ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

Sanatın Arketipi Olarak Anne İmgesi

Osman Yılmaz

C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi,

Aralık 2010, Cilt: 34, Sayı: 2, 47-59

Sanatın arketipleri Paleolitik (Eski Taş Çağı) Çağın ortalarına doğru belirmeye başlar. Bu imgelerin belki
de sanat açısından en önemlisi “anne imgesi”dir. Anne imgesi sanatın olduğu kadar inancın da
arketiplerindendir. Yani sanatla inancın arketipleri aynı özden gelmektedir. Anne arketipiyle ilgili görsel
düşüncelerin kanıtları mitolojik belgelere ve arkeolojik buluntulara dayandırılmaktadır. Anne imgesi
insanın günlük ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirdiği araç gereçlerden farklı olarak, tinsel kavrayışının
bir ifadesidir. Bu ifade, insanın yaşam macerasında, sanat düşüncesinin gelişmesine öncülük etmiştir.
Neolitik (Yeni Taş Çağı) Çağ’ında sanat imgesi olan ana tanrıça imgesi, tarım kültürünün gelişmesiyle
birlikte yeniden biçimlenerek gittikçe soyutlaşan bir hal almıştır. Ayrıca Ana Tanrıça olarak betimlenen
heykeller üç boyutlu görünüşlerinden sıyrılarak iki boyuta kadar indirgenmiştir. Neolitik Çağın sonları ve
Tunç Çağının başlarından itibaren tarım kültürünün gelişimine bağlı olarak toplulukların daha organize
toplum yapılarına yöneldiği anlaşılmaktadır. Bu sosyal gelişmelere bağlı olarak da anne imgesi otoriter,
nesnel bir hal almaya başlar. Ana Tanrıça imgesi Antik Döneme doğru tarımsal bereketin sembollerini
üzerinde taşıyan fakat doğurganlığı artık ikinci planda kalan yüzü, bedeni ayrıntılı olarak tasvir edilen bir
biçime dönüşür. Bu biçimdeki tasvir anlayışı insan-tanrıdan, insanı betimleyen bir anlayışa doğru
değişmiştir. Ana Tanrıça geleneği, sonunda eril bir tanrıyı yaratarak rolünü ona devretmiştir. Sanatın
kaynağı olarak anne imgesi, ortaya çıkışından günümüze kadar birçok değişime uğramış ama yok
olmamıştır. Bu köklü sanat geleneğinin tezahürlerini her zaman estetik, kozmolojik, teolojik, antropolojik
ve psikolojik iç içe geçmiş somut değerler olarak görmek mümkündür.

Anahtar Sözcükler: anne, imge, sanat, arketip, heykel.

Mother Image as An Archetype of Art

The archetypes of art begin to appear towards the middle of Palaeolithic Age. The most important one of
these images, in terms of art, is perhaps “the mother image”. The mother image is one of the archetypes
of belief as well as of art. That is, the archetypes of art and belief come from the same origin. The
evidences of visual thoughts related to mother image is based on mythological documents and
archaeological findings. The mother image is a statement of moral comprehension different from the
instruments by which human developed to meet his daily needs. This statement pioneered the
development of human’s art thought in his life adventure. The mother goddess image that was the art
image of Neolithic Age has increasingly become abstract by reshaping together with developing the
agriculture. The sculptures that were described as mother goddess have also been reduced to two¬
dimensional appearance by eluding their three-dimensional appearances. From the late Neolithic Age and
early Bronze Age, it has been understood that societies has headed towards more organized community
structures depending on developing agriculture. The mother image becomes authoritarian and objective
in parallel with these social developments. The mother goddess image turns into a form that carries the
symbols of agricultural fertile but her fertility stay in background and in which her face and body were
described in detail towards Ancient period.

That kind of portrayal understanding turned from human-god to an understanding that described human.
The tradition of mother goddess eventually conveyed her role to a masculine god. The mother image as a
source of art has undergone a lot of changes but has never vanished from its emergence to today. It is
always possible to see the signs of this rooted art tradition in our life as concrete realities.

Keywords: mother, image, art, archetype, sculpture.

Erciyes Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Heykel Bölümü, Kayseri.
E-posta: oyilmaz@erciyes.edu.tr

Aklı başında her insan, annenin doğurganlığını,
besleyip büyüten ve sevecen özelliklerini bilir. Anne,
insanın varlığını sürdürebileceği temel bir varlıktır ve
insan da bunun farkındadır. Bu bilinç sadece insanın
pratik yaşamına dayalı bir düşüncesi olmamış, aynı
zamanda kökler, çok derinlerde olan kozmolojik bir
kavrayışın temel bir formu da olmuştur. Anne imgesi,
kültürel var oluşunda insanın sanat düşüncesinin de
gelişmesine yataklık etmiş, kadim bir anlayıştır. Sanatın
arketipi1 olarak “anne imgesi”, anaerkil bir kavrayışın bir
ifadesi olan Ana Tanrıça, inancıyla iç içe geçmiş olarak
görülür. Ana Tanrıça inancını görünüşe ulaştıran ve onu
ifade eden sanat formları olmuştur. Bunlar insanın tinsel
kavrayışını dile getiren, binlerce yıl öncesinden yapılmış
ve günümüze ulaşmış, arkeolojik araştırmaların sonucu
gün yüzüne çıkartılan resimler, rölyefler ve heykeller’dir.

Anne imgesi inanç formları olarak ancak bu şekilde
kalıcı olabilmiş ve günümüze de ulaşabilmişlerdir.
Arkeoloji biliminin günümüz düşünce dünyasına
kazandırmış olduğu anne imgesini tasvir eden
betimlemeler arasında özellikle Ana Tanrıça heykelleri
yalın ifadeler olarak kendilerini göstermektedirler. Bu
yüzden anne imgesinin tarihsel seyri daha çok heykeller
üzerinden ele alınmıştır. Hem sanat düşüncesini, hem de
inanç düşüncesini bünyesinde bulunduran anne imgesi, bu
iki yönüyle değerlendirilirken tarihsel bakımdan Neolitik
(Yeni Taş Çağı) Çağ’a kadar süren, “Paleolitik (Eski Taş
Çağı) Çağ’da Anne İmgesi” ve “Neolitik Çağ sonrası
Anne İmgesi” olarak iki bölüm halinde incelenmiştir.
Neolitik Çağ sonrası Ana Tanrıça inancı, Meryem
Ana’nın İsa’yı dünyaya getirdiği, Ataerkil anlayışın
ortaya çıkışıyla sonuçlandırılmıştır. Bu zaman zarfında
anne imgesi seçilen heykeller üzerinden ele alınmıştır.
Burada anne imgesiyle amaçlanan, seçilen belgesel
örnekler üzerinden biçim okumalarıyla, bu eski
düşünceler üzerinden bağlar kurarak, bunun düşünsel ve
estetik sonuçlarını, birbirinden uzak zaman ve
coğrafyalarda sanatsal anlamda farklı, özgün ve zengin
ifade dilini içeren en eski sanat formlarını yorumlayarak,
günümüz bilim ve sanat düşüncesine katkıda bulunmaktır.

Paleolitik Çağ’da Anne İmgesi

Anne İmgesiyle ilgili son arkeolojik buluntular

Paleolitik Çağ (Eski Taş Çağı M. Ö. 600.000-10.000)’ın
sonları olan 35 bin ila 40 bin yıl geriye gitmektedir. Bu,
sanatın tarihi açısından oldukça uzun bir geçmiştir. Henüz
tarımın yapılmadığı, insanların mağaralarda barındığı,
avcılık ve toplayıcılıkla topluluklar halinde yaşamını
sürdürdüğü bir dönemdir. Paleolitik Çağ insanı kendini
savunmak, av hayvanlarını avlamak, onları parçalamak ve
postlarını elbise veya örtü olarak yararlanmak için
geliştirdiği mızrak, ok, balta, bıçak, iğne ve buna benzer
araç-gereçlerle yaşama meydan okuyan basit bir teknik
donanıma da sahipti. İnsanlar sahip oldukları basit
teknikleri duygu ve düşüncelerini yansıtan resim, rölyef
(kabartma), heykel gibi imgeleri yapmak için de
kullanmaya başlamışlardı. Bunu, o eski zamanlardan
günümüze ulaşan mağaralarda ve yarı açık alanlarda
yapılan resimlerden, rölyef ve heykellerden anlıyoruz.
Sanatın arketiplerini görünür haldeki ilk imgeleri olan
tasvirlerde görüyoruz. Sanatta arketip kavramı da özel
uygulama alanını burada bulmaktadır. Arkaik insanının
duygu ve düşüncelerini doğrudan anlayabilmemiz
mümkün olmasa da arkeoloji, mitoloji, antropoloji,
etnoloji, psikoloji, sosyoloji, tarih, sanat tarihi gibi bilim
alanları yanında teolojiden de öğrendiğimiz bilgi
donanımlarıyla akıl yürütmemiz mümkün olmaktadır.

Muhtemelen günümüz insanını motive eden nasıl
yaşam pratikleri, duygu, düşünce ve korkuları varsa, o
devir insanını da yaşama tutunmaya zorlayan yaşam
pratikleri, güdüleri, kutsalları ve tabuları vardı. Bunların
içinde belki de insanın yaşamda tavrını derinden
etkileyen, insanın sahip olduğu tabuları ve totemik
inançlarıdır. Buna göre iyi ve kötü olan, yani insanın
yönelmesi gereken ve kaçınması gereken şeyler vardır.

İlkel insan açısından sorun sadece korkuları iyi ve
kötü ruhlarla sınırlı değildi. Bir de insanın hiçbir zaman
üstesinden gelemediği ölüm vardı. Doğumla ölüm
arasında nasıl bir ilişki vardı? Ölüm gerçek mi, yoksa bir
aşama mıydı? Yaşam neye dayanmakta ve nasıl
sürmekteydi? İşte, sanatın arketipi olarak insanın
nesnelleştirdiği, bir biçime dönüştürdüğü düşüncesi ya da
inancı olan “anne arketipi” aynı zamanda insanın tinsel
merakının sanatsal ve inansal bir ifadesi miydi?

Çeşitli mitlerden, totemik anlayışlardan anlaşıldığına
göre, arkaik insanının da animistik bir anlayışın kuşattığı
bir dünya anlayışına sahip olmasıdır. Bu ruhsal dünyada
insanların, hayvanların, bitkilerin, ay, güneş, yıldızların,
dahası canlı-cansız bütün varlıkların ruhları vardı. Bu
ruhların kimi çok güçlü, kimi çok zayıf ya da bazıları iyi
bazıları da kötüydü. İyi ruhlar da, kötü ruhlar da başka
ruhlara geçebilir ya da farklı bir ruha dönüşebilirlerdi. Bu
ruhsal doğada fiziki çevreyle kurulan yakınlık içinde
sürekli zenginleşen insanın imgelem dünyasında bulunan
büyüler, tabular, soyut işaretler ve mitler kendi başlarına
bir din değillerdi, fakat ilerleyen zamanda dini oluşturan
temeller olduğu söylenebilir. Ne var ki, insanoğlunun,
insan yaşamının temelinde yatan güçleri yaratıcı bir

deniz ve akarsu; madde, tarla, bahçe mağara, ağaç, kaynak, vaftiz
kabı...(Jung, 2005, s.21 - 22).

biçimde kavrayabilmesi için uzunca bir yaşam deneyimi
geçirmesi gerekmişti (Freud, 1995, s.138-140).

İnsanın tarih öncesi macerasında, sözsel formlara
dayalı geliştirdiği dil yanında, kendini soyut işaretler,
resimler, rölyefler ve heykeller olarak gösteren bir biçim
dilinin de doğduğu görülmeye başlar. Böylece, insanın
soyutlama yeteneğiyle doğada gördüğü şekilleri
isimlendirmesi, sözsel formlara dönüştürmesi yanında
onların biçimlerini simgesel biçimlere de
dönüştürebilmekteydi. Bununla insan hem ifade gücünü
geliştirmiş, hem de doğanın dışında bir dünya yaratmaya
başlamıştı. Arkaik insanın biçimlendirdiği ve
anlamlandırdığı arketiplerle bir etkileşime girerek bu
mirası kendinden sonraki kuşaklara aktaracak zihinsel bir
gelişimin de önünü açtığı düşünülebilir.

Arkaik insan deyince burada kastedilen Paleolitik
Çağ’ın sonları olan, günümüzden 40 ila 50 bin yıl önceki
zamanlardır. Buzul Çağı sonu “anaerkil yaşamın”
arketiplerinin ya da “anne imgesinin” heykel olarak
biçimlenmiş örneklerinin dünyada görülmeye başlandığı
çağdır. En eski çağdan bilinen görsel belgelerin çok az
miktarda oluşu, yaşanan uzunca bir zamanda insanların
kültürel bakımdan sonraki kuşakları nasıl etkilediği ve bu
coğrafyadaki insan topluluklarının birbirleriyle nasıl
etkileşim kurduğuna dair bağlantılar kurmak belgesel
olarak mümkün değildir. Bu nedenle, belgesel boşlukların
akıl yürütmelerle, teorik olarak doldurulması da
kaçınılmaz görünmektedir. Bilinen verilere dayalı olarak,
anne imgesiyle ilgili belgeler eski taş çağından günümüze
ulaşan çok az sayıdaki resimler, rölyefler ve heykellerden
oluşmaktadır. Son buzul çağından günümüze ulaşan anne
imgelerini rölyefler ve heykellerde daha açık izleme
olanağı görülmektedir. Bu imgeler çok az sayıda olsalar
da, onları birbirileriyle mukayese etme olanağı
vermektedirler. Böyle bir nedenle anne imgeleri rölyef ve
heykellerden seçilmiştir.

Son birkaç yıla kadar “anne imgesi” olarak gösterilen

en eski örnek Willendorf Venüs’ü iken, 2008 yılında
Almanya’da bulunan Hohle Fels (oyuk kaya) Venüs’ü,
Willendorf Venüs’ünden 5 ila 10 bin yıl daha eski olduğu
öğrenildi. Şimdilik en eski olma unvanını elinde
bulunduran Hohle Venüs’üdür. Gelecek yıllarda daha eski
örneklerin gün yüzüne çıkarılması da olasıdır.

Bugün dünyanın en eski heykeli olarak kabul gören
Hohle Fels Venüs’ünde ilk göze çarpan aşırı abartılmış
beden hatlarıyla, kadınlık üreme organı ve göğüsleridir.
Bunlarla vurgulanan, resim 1’de açıkça görülen, anne
olan kadının üreme gücüdür. Üreme gücü de anne
olmanın zorunlu bir göstergesidir. Figür, yandan
bakıldığında birbirine sarılmış iki beden gibi algılansa da,
önden bakıldığında, iki kütlenin tek bir beden olduğuna
dair tereddüt kalmaz. Bu kadın figüründe dikkat çeken
ikinci şey ise karını saran şeritlerdir. Ayrıca karın altında
konik bir şekilde devam eden bu çizgisel hareket dikey bir
çizgiye dönüşerek üreme organını vurgulamaktadır.
Karını saran şeritler kısmen göğüsleri de sarmaktadır.
Önden bedeni çizgisel olarak saran bu plastik hareket
sadece bir süs öğesi mi, yoksa doğurganlığa vurgu yapan
bir ifade mi, tam olarak anlaşılamamaktadır? Gerçi karını
saran ellere baktığımızda, eller de bunun bir parçası gibi
görünmekte ve plastik etkiyi güçlendirdiğini
düşündürmektedir. Gerek ifade gücü gerekse stilize edilişi
bakımından günümüz sanatçılarını bile kıskandıracak
plastik güce sahip bu eski çağ sanatçısının, soyutlama
açısından oldukça yüksek bir kavrayış gücüne sahip
olduğu da tartışma götürmez. Figürün başı var mıydı,
bilmiyoruz ama ayakların olmaması, bacakların konik bir
şekilde de bitiyor olması, onu yürümeye ihtiyaç
duymayan insanüstü bir varlığa da dönüştürüyor gibidir.
Kaya oyuğu olan bir barınakta bulunması heykelin bir
idol mü yoksa bir süs öğesi mi olduğu hakkında tam bir
bilgiye sahip değiliz. Devam eden araştırmalar, belki buna
ilerleyen zamanda bir cevap verebilir. Bir tapınç nesnesi
mi, yoksa bir süs öğesi mi bilinmez, ama üremenin hayat
dolu, bedeni içten saran bir coşkuyu yansıtan bir anne
imgesi olduğuyla ilgili bir kuşku da yoktur.

Ana Tanrıça heykelleri arasında kronolojik olarak
Hohle Fels Venüs’ünden sonra gelen Willendorf
Venüs’üdür. Resim 2’de görüldüğü üzere kadının anaç
özellikleri bu heykelde açıkça görülmektedir. Ancak
plastik özellikleri bakımından Hohle Fels Venüs’ünden
oldukça farklı karakterde biçimlendirilmiştir. Bir anne’nin
doğurgan özellikleri bedenin yuvarlak ve dolgun tüm
hatlarında açıkça görülmektedir. Göğüsleri Hohle Fels
Venüs’ündeki gibi öne fırlamamakta, biraz öne sarkmış
olarak oldukça doğal görünmektedir. Yuvarlak, dolgun
hatlardan oluşan bedeni, açıkça vurgulanan üreme organı
ve hayat bağı olan göbeğiyle, heykel mağrur, güven veren
bir ifade içindedir. Willendorf Venüs’ünün bir başı
olmasına karşın, gözleri, burnu, ağzı, kulağı, yoktur.
Başın neredeyse yarısından fazlası çevresel olarak
bedenindeki görünümünü tamamlayan yumurta demeti
gibidir. Muhtemelen arkaik dönem insanı yumurta ile
kadın arasında bir ilgi kurmuş ve kadını da yumurta gibi
soyutlamıştı. Çünkü yumurta, yaşamının
bedenselleşmesine yataklık eden görünümüyle, gizemli ve
büyüleyici canlı bir yapıdır. Avcılık ve toplayıcılıkla
yaşamını sürdüren insanın yumurtayı doğada
gözlemlememiş olması pek düşünülemez. Zaten bu
heykelcikte bunun kanıtı gibidir. Çok küçük olmasına
karşın, izleyeni derinden etkileyen görünümüyle eski çağ
sanatçısının maharetini sergileyen Willendorf Venüs’ü
insanın hayalinde Ana Tanrıça imgesini kendiliğinden
yaratmaktadır. O, insan gibi görmeye, işitmeye ve
koklamaya ihtiyacı olmayan insan-dışı ya da insan-üstü
bir varlıktır. Demek ki o, insan-üstü ve yetkin bir varlık
ki, insan gibi algılamalara ihtiyaç duymuyor. Tanrıça
görünümüyle üremeyi ve bereketi bir arada tutan,
bilgeliğiyle her şeyin farkında tam bir inanç göstergesidir.

Resim 3’te görülen Laussel Venüs’ü, omzundan
yukarı kaldırdığı sağ elinde konik bir nesne tutuşuyla
Hohle Fels Venüs’ü ve Willendorf Venüs’ünden tamamen
farklı bir biçimde yorumlanmıştır. Rölyef olarak bir kaya
yüzeyinde tasvir edilen tanrıça bedenen kendisinden önce
yapılanlara benzese de, duruşu ve tavrıyla onlardan
tamamen farklıdır. Tanrıçanın sağ elinde tuttuğu,
görünümünden de açıkça anlaşılacağı gibi bir boynuzdur.
Ayakta duran Tanrıça sol elini üreme organını işaret eder
şekilde karnının üzerine koymuştur, sağ elinde ise bir
boynuz tutmaktadır. Burada hareket iki şekilde
düşünülebilir. Sağ elinde tuttuğu bir boynuz (büyülü bir
şey)’u düşünürsek, sağ elde tutulan boynuzdan gelen
hareket sol kolu aracılığıyla karnından üreme organına
yönelir ya da üreme organından gelen hareket boynuza
yönelir. Yani bedende boynuz (hem eril-hem dişil biçim)
ile kadının üreme organı arasındaki bağı işaret eder.

Boynuz yaygın eski inanışlara göre bir “ay”
simgesidir. “Ay” her ay doğar, büyür, tamamlanır,
küçülür, tükenir ve yeniden doğar. Ölüm kesin değildir;
çünkü ay kesin ölümü tanımaz, sonsuza kadar ritmik bir
oluşum içerisindedir. Ayın evreleri yeniden diriliş inancı
için yaygın, kutsal bir modeldir. Oluşum bir ay kuralıdır.
Üç gece boyunca gece kapkaranlıktır, ölüdür. Ama
dördüncü gece yeniden doğan ay gibi ölülerde yeni bir
varlığa sahip olurlar. Ölüm bir son değil, geçici olarak
değişimdir. Ölen başka bir yaşam biçimine dahil olur. Bu
nedenle “ölüm evresi,” ayın evreleriyle değerlenir ve
geçerli kılınır (Eliade, 2003, s. 181)

Burada boynuzun hilalin yerine geçtiği düşünülebilir.
Bu nedenle iki boynuz (birbirine bakan hilal) ayın
mükemmelen evrimini gösteren tam hilali gösteriyor
olmalıdır. Ay ile kadın arasında kurulan ilişki düalist bir
kozmolojiyi işaret etmektedir. Ay da doğması, büyümesi
ve tekrar doğmak için belli bir süre beklemesiyle, anne
gibi, yaşamın doğmasına ve sürekliliğine yataklık
etmesiyle benzeşmektedir. Anne İmgesi hem doğumun
hem de ölümün yeridir. Bu şekilde bereket ile yaşamın
sürekliliği arasında bir ilişki kuruluyor. Ay’ın ölümü bir
son olarak değil, bir dinlenme, bir tekrar, yenilenme
olarak bir evredir. Sanki Ana Tanrıça bu kaderiyle
birleşme isteğinde ya da onunla özdeşleşmektedir. Söz

konusu olan, sadece annenin gücüyle kurulan basit bir ilgi
değil, yaşamın tılsımını içinde taşıyan, ölümsüzlüğü
vadeden gizemin kadının elinde olmasıdır (Eliade, 2003,
s. 175-177)

Eğer veriler bizi yanıltmıyorsa ve elimizdeki idoller
bir Ana Tanrıça inancının betimiyseler, onlar, Eski Taş
Çağının sonlarında Ana Tanrıça olarak imgeleştirildi ve
sanatta bu gelişimin ifade aracı oldu. Belgeler, “Büyük
Ana” kavramının başlangıçta ve kendine özgü koşullar
altında Eski Taş Çağında ortaya çıktığına işaret
etmektedir. Ana tanrıça tasvirleri, tanrısallığın dünyada
ilk belirişi ve görünüşe ulaşmasıdır. İlkel inancın ve
tapımın merkez imgeleri olmuşlardır. Tanrıçaların belli
tapım nesneleri olmalarının nedeniyse insanda imgeleşen
insanüstü güçler ya da onları kuşatan işaret ve simgelerin
tinsel bir gerçekliği ifade etmeleridir. Doğal olarak,
tanrıça imgeleri zamanla nesilden nesile geçerek bir
dönüşüme uğramışlardır. Doğal şartların değişmesi,
göçler, hastalıklar birbirinden uzak yaşayan insan
topluluklarını karşı karşıya getirmiştir. Bunun sonucunda
verimli yaşam alanlarına sahip olma mücadelesi
başlamıştı (Bazin,1998, s. 15-18).

Ana Tanrıça inancının kökenlerinde yaşam pratiğine
dayalı nesnel deneyimler, totemik ve animistik inançları
bir arada görmekteyiz. Neolitik Çağ (M. Ö. Yeni Taş Çağı
10.000)’ın başlarından itibaren Asya, Avrupa, Afrika’da
yaşam alanlarını derinden etkileyen iklimsel değişiklikler
hem yeni yaşam alanlarının hem de yeni inançların
doğmasına olanak verdi. Buzulların geri çekilmesiyle yeni
otlak alanları ve yeni nehirler doğdu, hayvanlar ve
insanlar yer arayışlarına girdiler. İklimdeki değişiklikler
insan toplulukları arasında yeni etkileşimlerin de
nedenleri oldu. Yer değiştirmeye ve göçe zorlamış kimi
topluluklar ya yeni yerlere yerleşti ya da kimi topluluklar
diğer toplulukların yaşam alanlarını işgal etti. İnsanların
bilgi, beceri, gelenek ve görenekleri ve inançları da bir
değişime uğrayarak yeni yeni düşüncelerin doğmasına
olanak vermiş olmalıydı (Bazin, 1998, s.18-25).

M. Ö. 5000’lere doğru hayvanlar evcilleştirilip akarsu
boylarında tahıl yetiştirilmesiyle tarıma dayalı yerleşik
yaşamın ilk örnekleri görülmeye başlar. Özellikle bakırla
başlayan maden işlemeciliği, kilin pişirilmesiyle, uygarlık
yolundaki insan için, yeni araç gereçlerin yapılmasına,
dolayısıyla duygu ve düşüncelerini ifade edebilecekleri
yeni teknik imkânların doğmasına olanak sağladı. Bu
olanaklar yeni kültürel alanların da doğmasına neden
oldu. Bu organize kültür ortamlarının ortaya çıkmaya
başladığı yerler, üç kıtayı birbirine bağlayan Ege,
Mezopotamya (Dicle-Fırat) ve Nil vadisiydi (Bazin,
1998, s.27).

Gelişen olanaklarıyla doğayla mücadelesini sürdüren
insanların zamanla birbirleriyle de mücadeleye başladığı
görülür. Bu mücadele zamanla ölümcül savaşlara sahne
olacak, küçük topraklar daha organize devletçiklere, bu
devletçiklerde yerini daha büyük devletlere bırakacaktı.
Sanatın ve inancın seyri de bu gelişim çizgisini takip
edecekti.

Gelişen yaşamda tarım, insanların inançlarını da
temelden etkileyerek kendine özel bir yer edindi. Çünkü
“Tabiat Ana” olan “Ana Tanrıça” zamanla “Toprak
Ana”ya dönüşmeye başladı. Bu inanç değişimi de
anlaşılan öyle kolay olmadı. Çünkü tarım yapmak
Ana’nın verdikleriyle yetinmeyip ona doğrudan
müdahaleyi gerektiriyordu. İnsan nasıl olur da Tabiat
Ana’nın izni olmadan ona müdahale edebilirdi. İnsan
kutsalına müdahale ederse sonuçları ne olurdu, kimse
bilemezdi. Kutsallarla kuşatılmış, yeni inançlarla
donatılmış insanların tarıma geçişleri de anlaşılan öyle
kolay olmuş görünmüyor. Örneğin günümüzde bu
müdahaleye karşı çıkan Amerikan yerli Utamilla
kabilesinin Kızılderili kâhini Smohalla müritlerine toprağı
işlemeyi yasaklamıştır. Çünkü tarım için “annenizin
bağrını yaralamak, kesmek, yırtmak, ya da tırmalamak
günahtır” der. Bu tarım karşıtı davranışı da şu şekilde
savunur: “Benden toprağı ekmemi mi istiyorsunuz?
Annemin bağrına bir bıçak mı saplayacağım yani?
Benden toprağı eşelememi ve taşları ayıklamamı mı
istiyorsunuz? Annemin etlerini kemikler ortaya çıkana
kadar kopartacak mıyım yani? Benden otlar ve buğdayı
toplamamı ve sonra bunları satmamı mı istiyorsunuz?

Nasıl yolarım Annemin saçlarını?” (Eliade. 2003, s.248).

Yeryüzü Anaya karşı duyulan bu dinsel saygı onlara
tarım yapmayı yasaklar. Belki de günümüze kadar
süregelen göçebe yaşamın temellerinde bu tür kutsallar
yatmaktadır. Anlaşılan bu tür inançlar, tarım toplumları
içinde bile varlıkları sürdürebilmişlerdir.

Yabani tahılları taş bıçaklarıyla biçip ve tanelerini
tokmaklarla dibeklerde ya da benzer kaya oyuklarında
döverek hasat edip onlarla beslenmeleri Neolitik Çağ
insanını tarıma yöneltmiş olabilir. Belki de yabani
tahılların toplandığı alanlarda tekrar tekrar çoğalmalarının
gözlenmesiyle kendiliğinden insanlar tohumları başka
yerlere de ekmeye başlamış ve kutsallarıyla da çelişkiye
de düşmemişlerdi. Ama pek de fark edilemeyen insanın
doğa pratiği olan, oynamaya dayalı “imgeleme” etkinliği
de olduğudur. Sert kayadan yapılan bir bıçakla daha
yumuşak bir ağacı, kemiği ya da boynuzu
biçimlendirirken, hayvan postlarını birbirine dikerken ya
da eklerken, kilden bir heykelciliği ya da bir kabı
yaparken insanın imgelemiyle yaptığı deneyimlerinde,
biçimler arasında zengin, gizemli ilişkilere, simgelere
ulaşabilir zekâsını, tarım içinde kullanmış olabilir (Eliade.

2003, s.51-55).

Diğer bir izleğe göre tarımın keşfi kadınlar tarafından
yapılmış olmasıydı. Avlanmayla ilgili dinsel nitelikli
ilişkilerin yerini kadınların bitkilerle aralarında kurdukları
mistik ilişkilerin almış olmalı ki, kadınlar bitkilerin
evcilleştirilmelerinde belirleyici rol oynamışlar, ekili
alanlarında sahipleri olmuş olabilirler. Böylece Toprağın
bereketi olan kadın, tarım kültürünün temel imgesi olma
gücü pekiştirir (Eliade. 2003, s.56).

Cinsel hayatın ve öncelikle de kadın cinselliğinin

kutsallığı, mucizevî yaratılış bilmecesiyle iç içe geçer.
Anaerkillik, kutsal birliğin ve ritüel cinselliğin dinsel
niteliğini farklı düzeylerde ifade eder. Antropokozmik
(insan-biçim) yapıda karmaşık bir simgesellik kadın ve
cinselliği ay döngüleriyle ve toprakla (döl yatağı ve
bitkilerin büyüme gizemi) bütünleştirir. Bu gizem,
tohumun yeniden doğmasını sağlayabilmek için, onun
ölümünü gerektirir ve bu yeniden doğuş şaşırtıcı bir
çoğalmayla yaşandığı oranda mucizevî bir nitelik kazanır.
İnsan varoluşunun bitkisel hayatla özdeşleştirilmesi,
bitkisel büyüme dramasından alınmış imgeler ve
mecazlarla ifa edilir (Eliade, 2003, s.59).

Neolitik Çağ Sonrası Anne İmgesi

Doğru olmasa da Avrupa’da bulunan Ana Tanrıça
heykelleri “Venüs” olarak nitelendirilmiş ve
isimlendirilmişlerdir (Eliade. 2003, s.33). Benzer şekilde,
Doğunun yani Anadolu’nun en eski Ana Tanrıçaları da
Kybele (Kibele) olarak isimlendirilmektedir. Tarih
öncesinin anaerkilliğini ısrarla teşvik etmiş bir olgu da
çok sayıda çıplak kadınları betimleyen heykel bulunmuş
olmasıdır. Paleolitik Çağ ve Neolitik Çağ yerleşmelerine
ait arkeolojik buluntularından olan heykellerin, Ana
Tanrıça olarak yorumlanmaları bir alışkanlık halini de
almıştır. Ayrıca bu buluntular insanoğlunun dinsel
inanışlarının en eski evrelerinin kanıtları olarak
düşünülmüşlerdir. Farklı zamanlarda ve farklı coğrafi
bölgelerde ortaya çıkarılan bu buluntu heykeller insanın
sanat etkinliğinin de ilk göstergeleri olarak
görülmektedirler (Roller, 2004, s.33,34). Özellikle
Neolitik Çağ’dan Tunç Çağının ortalarına kadar
tarihlenen heykeller, figürler olarak soyutlanmış çok
sayıda tasvirle, toplumun çeşitli kesimlerinden insanları
betimlediği anlaşılan heykeller bulunmuştur. Bunlardan
farklı olarak, dinsel bir ifadesi olmayan kimi mizahi, kimi
dramatik ifadede olanlar; belki de çocukların oyuncakları
oldukları anlaşılan ve kimileri yatak odalarında, kimileri
de yerleşim yerlerinin yakınlarında bulunan heykeller
figürin olarak yorumlanmaktadırlar. Bunlardan bazılarının
henüz pek bilmediğiniz farklı işlevleri olduğu
düşünülebilir. ( Hodder, 2006, s.7 ).

İnsan biçimli olarak yapılmış birçok neolitik
heykelciliğin kadını betimlemesi yanında erkeği
betimleyen heykellerin de bulunmuş olması ilginçtir.
Hatta en yalın insan imgesine indirgenmiş, soyuta varan
kadın mı, erkek mi olduğu anlaşılamayan heykellerin de
bulunması, insanın soyutlama anlayışının daha o çağlarda
böyle sofistike bir boyuta ulaşmış olması modern insan
içinde çok şaşırtıcıdır.

Resim 4’te görülen Ana Tanrıça Kybele heykeli Eski
Taş Çağı Ana Tanrıçalarından oldukça farklı bir
görünümdedir. Kybele olarak isimlendirilen Ana Tanrıça
imgesi, her şeyden önce sahip olduğu gücü bir otoriteye
dönüştürmüştür. Edilgin yaratıcı güç etken, müdahaleci
güç olmuştur. Kybele duruşuyla kendi gücünün
farkındadır, çünkü bunu açıkça görebileceği gözlere de
sahiptir. Bu bakımdan sanatçısı tarafından oldukça
natüralist bir biçimde karakterize edilmiştir. Gözleri
kapalı mağrur, doğurgan, koruyucu ve kollayıcı gücünü
sergilemesi yanında cüretkar, otoriter bir eda içindedir.
Gözleri olmasına karşın ağzının olmaması dikkat

çekicidir. Demek ki Kybele de kendinden önceki Ana
Tanrıçalar da olduğu gibi söze ihtiyaç duymamaktadır,
yoksa sanatçısının bir ihmali değildir. Çünkü heykelin
sanatçısı, tahtı koruyan aslanların ağızlarını da burunlarını
da açıkça tasvir etmiştir. Ayrıca Kybele’nin diğer bir farkı
burnunun da olmasıdır. Tanrıça gördüğü gibi, insanlar
gibi de koku alabilmektedir. Gören ve koklayan
yönleriyle Kybele insana daha yakın bir Tanrıça’dır. İki
aslan tarafından korunan tahtıyla o artık bir iktidardır ve
buna da şüphe yoktur. Vahşi yaşamın bir gücü, göstergesi
olan aslanlar bile onun gücünü kabul etmiş ve onun
hizmetine girmişlerdir.

Anadolu’nun ortasında Konya yakınında en eski
yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük kazılarında
bulunan bu Kybele heykeli Yeni Taş Çağının en eski Ana
Tanrıça örneklerinden biridir. Çatalhöyük’ten Neolitik
dönemin birçok evresinden olduğu anlaşılan ve yaygın
olarak rastlanan genellikle abartılı bedenleriyle dikkat
çeken kadın heykelcikler çıkartılmıştır. Bunların kimi
ayakta, kimi oturmuş veya çömelmiş vaziyette
durmaktadırlar. Bu heykelcikler arasında doğum yapan ya
da kucağında çocuk taşıyan kadın rölyef ve heykelciklere
de rastlanmaktadır (Roller, 2004,s.49-51). Burayı ilk
kazan kişi olan James Mellaart, kadın heykelcik ve
rölyeflerini hemen Yunan ve Roma Kybele (Cybele)’sinin
Tarih Öncesi (Prehistorik) öncülünün, Anadolu’nun Ana
Tanrıçasının betimleri olarak yorumlamış, popüler ve
bilimsel yazında da birçok kişi onun izinde gitmiştir
(Roller, 2004,s.49).

Çatalhöyük’te bulunan Kybele heykeli, oturma
odasına bitişik tahılların konulduğu (ambar) bölümünden
çıkarılmıştır (Roller, 2004, s.50) Heykelin tahıl ambarında
bulunması, tarımın Neolitik Çağın başlarında Anadolu’da
yapıldığının da açık bir göstergesidir. Heykelin
bulunduğu yer bizi ayrıca heykeli tahıllarla birlikte bir

değerlendirmeye yöneltse de bu değerlendirme çok
gerçekçi olmayabilir. Çünkü Çatalhöyük yerleşkesinde
oturma odası, tahıl ambarı, mezar odası ve kült odası bir
arada bulunabilmekteydi. Gerçi heykel başka bir odada da
bulunmuş olsaydı bu, onun anlatımını çokta
değiştirmeyecekti, ama tahıllarla birlikte bulunması yine
de daha anlamlı görünmektedir.

On binlerce yıl süreyle, Ana Tanrıça, tapınılan en
yaygın inanç olduğu düşünülürken Neolitik Çağ’dan
itibaren yavaş yavaş Ana Tanrıça imgesi tarım ve
hayvancılık kültürünün gelişmesine paralel olarak, çok
tanrılı bir dönemde yeniden yorumlanmaya başlamıştır.
Anlaşılan bu yorumlama Tunç Çağında Anadolu’da
kendine özgü bir hal almıştır.

Resim 5’te Erken Bronz Çağına özgü görülen idol
büyüleyici bir yalınlıkta soyutlanmış bir kadın imgesidir.
Tam olarak bir tanrıçayı mı betimlemektedir pek
bilinmez, ama, büyüleyici bir gücü olduğu şüphe
götürmez. Onun yüzünde ki büyüleyici etki, göğsünde ve
karnında, her bir parçada tümü oluşturan iç içe geçmiş
organik hareketlerle birbirlerini tamamlar. Çok yalın
hatlara indirgenmiş baş; çizgisel, hayaletimsi, ölümcül
bakışıyla sanki insanüstü bir etkiye sahiptir. Silindirik
boynun ve bedenin karına bağlanması, bu arada omuz
çıkıntısının göğüs (meme) biçimiyle tamamlanması, bizi
bakıştaki etkinin büyülü yeri olan karına götürmektedir.
Göğüslerde meme uçlarının birer göz şeklinde tasvir
edilmesi kadının ikinci gözleri varmış gibi bir etki
yaratmaktadır. Yarım disk biçiminde karın göbekten
itibaren kadının üreme organıymış izlenimini veren
çizgisel bir kanalla ikiye ayrılmaktadır. Fakat yine
karındaki göbekten başlayan ve giderek dışa doğru
açılarak içten dışa doğru büyüyen bir enerji, bir hareket
yayılmaktadır. Bu heykelcik doğrudan bir anne izlenimi
vermese de bir kadın imgesi olarak betimlenmiş çok etkili
zengin plastik özelliklere sahiptir.

Kadın imgesinin soyutlanmasına diğer bir ilginç örnek
ise resim 6’da görülen heykelciktir. Baş ve boyun konik-
silindirik bir boyuta indirgenerek, disk biçiminde tasavvur
edilen, karına bağlanmıştır. Kitlesel olarak bir fallusu
(erkek üreme organı) çağrıştırmaktadır. Göğüslerine dair
bir ibarede olmamasına karşın, bir kadın tasviri olduğunu
gösteren, göbek noktasının altında bulunan üçgen bir
biçimdir. Diğer başka örneklerden kadının üreme
organının bir üçgenle sembolize edildiğini biliyoruz. Bu
üçgen biçim üreme organının sembolik plastik bir
ifadesidir. İki iri oyuk göz ve bir oyuk noktayla belirtilen
burun hemen fark edilir. Şeritler halinde karına doğru
ilerleyen hareket devam ederek göbekten çaprazlama
dörde bölünen, karın bölgesini üst tarafına bağlamaktadır.
Kadın bedeni bir disk biçimine indirgenerek sanki dört
evreye ayrılmıştır. Dörde ayrılan ve yaşamın merkezi olan
anne karnı mevsimsel dönüşümle ilgili (dört evre) bir
çağrışım yapmaktadır. Bunun yanında simge durumuna
indirgenmiş gibi görülen noktacılıklar da saçılmış
tohumları çağrıştırırlar. Oldukça yalın bir biçime
indirgenen heykel, sanatçının kozmik düşüncesinin
sembolik özgün bir ifadesidir.

Resim 7’de görülen heykelcik ise, sadece top
biçiminde bir baş, konik biçimde bir boyun ve onun
altında omuz çıkıntıları olan stilize edilmiş erkek mi,
kadın mı, belli olmayan sadece bir insan imgesidir. Bu
imge, geleneksel cinsellik simgelerinin ortadan kalktığı
yani cinsellikle ilgili; ne kadına ne de erkeğe dair hiçbir
cinsellik izi olmayan oldukça soyut simgesel bir imgedir.
Genel duruşuyla kadın olduğu kadar erkek, erkek olduğu
kadar kadın olan bütünlüğü ve bu bütünlükte de bir
yetkinliği gözler önüne serer. O zamanın ilkel
düşüncesiyle tüm karşıtlıklar insan imgesinde
bütünleşmiştir. İnsanın yaratıcı gücü, tinsel bir
bütünlüğün ifadesi, salt bir insan imgesi olarak kendini
göstermektedir.

Kybele’nin izinde bir diğer Ana Tanrıça imgesi resim
8’de görülen Artemis heykelidir. Ana Tanrıça, Artemis
heykeli Neolitik Çağdan oldukça uzak ama günümüze en
yakın, çok tanrılı Antik Çağ’da çok bilinen tipik,
natüralist örneklerinden biridir. O Antik Efes şehrinin
Ana Tanrıçasıdır. Bu natüralist, nesnel tasvir eğiliminin
batıdan doğuya geldiği anlaşılmakta ve en yetkin ve
özgün örnekleri Anadolu’da bulunmaktadır. Yani bu
haliyle Artemis heykelinin Eski Yunan tarzında
biçimlendirildiği söylenebilir. Artemis insanüstü güçlere
sahip olmasına karşın, kendisi neredeyse insanla birebir
olarak tasavvur edilmiştir. Artemis’i daha eski çağlardan
gördüğümüz örneklerdeki gibi doğurgan görmüyoruz,
ama doğurganlık doğrudan ifade edilmese de bereketin
simgeleriyle bütünleşmiş olarak ifadesini bulmaktadır. O,
sahip olduğu değerleriyle, bereketin timsali tam bir tarım
tanrıçasıdır.

Artemis, Homeros destanlarına ve Eski Yunan
söylencelerine dayanılarak tanrı Apollon’nun ikiz kardeşi,
ok taşıyan, ok atan avcı bir tanrıça olarak tasvir edilir.
Apollon’nun gümüş yayı olduğu halde, Artemis altın
yaylı, altın tahtlı ve dizginleri altın kakmalıdır. Artemis
ok, yay, at ve arabayla yakından ilgilidir. Oysa Artemis’le
ilgili olarak Efes’te yapılan kazılar Ana Tanrıça
Artemis’in Egeli bir Tanrıça olduğuna işaret etmektedir.
Vaktiyle Artemis için Efes’te yapılmış, ama sonradan
harabe haline gelmiş bir tapınak da bulunmaktadır.
Günümüzde yapılan kazılar bunu çok açık bir şekilde
göstermektedir. Artemis tapınağının Atina’daki Parthenon
tapınağından çok daha büyük bir tapınak olduğu de
bilinmektedir. Ayrıca yapılan kazılarda Artemis’in
bereketi sembolize eden üç adet heykeli bulunmuştur.
Yunan yazın ve söylencelerindeki Artemis betimlemeleri
vahşi yanıyla, yine Anadolu; Phrygia’dan Eski Yunan’a
geçen Tanrıça Mater’in Cybele ya da Kybele
söylemleriyle iç içe geçtiği anlaşılmaktadır (Erhat, 2002,
s.57-60).

İlyada’da Apollon’nun benzeri olaya Artemis’e bir
övgüde şöyle deniyor:

“Artemis’i övelim, Musa, okçu tanrının kız kardeşini
Apollon’la büyümüştür o, kız oğlan kız, atlarına yoğun
sazlı Meles, ırmağından su içirir ve Smyrna’dan hızla
geçerek sürer altın arabasını bağlık Kloras’a doğru ki
orada taht kurmuştur, gümüş yaylı tanrı; orada bekler
hedefi vuran tanrı kardeşi okçu tanrıçanın gelmesini”
(Erhat, 2002, s.57).

Burada Tanrıça Artemis ve kardeşi Apollon’nun Ege
bölgesinden oldukları anlaşılmaktadır.

Artemis ok, yay, at ve arabayla yakından ilgilidir, ama
bu araç ve silahları av ve avlanma amacıyla değil de,
Apollon gibi Artemis de insanları oklarıyla vurup
öldürmek için kullanmaktadır. Ölüm Artemis’in
oklarından gelmektedir. Böyle bir ölüm ise tatlı bir ölüm
olarak kabul edilir. Artemis okunu öç ya da ceza amacıyla
atar. Ayrıca doğum yaparken ölen bir annenin ölümü de
Artemis’ten gelmektedir. Böyle bir nedenle Hera
Artemis’e “sen kadınlar için bir aslansın” der (Erhat,
2002, s.58).

Bu sözler bize resim 4’te gördüğümüz tahtında,
aslanları tarafından korunan Ana Tanrıça Kybele’yi
hatırlatır.

Bazen, Artemis’in bakire ve ebediyen genç olarak
kalan vahşi genç kız tipini temsil ettiği de görülür.
Genellikle yırtıcı hayvanlarla birlikte dolaşan dağların ve
ormanların tanrıçasıdır, O. Artemis, kendisi gibi savaşçı
ve avcı olan ve yine kendisi gibi erkek egemenliğinden
bağımsız yaşayan “Amazonların” koruyucusudur (Grimal,
1997, s.98,99).

Aslında Ana Tanrıça Artemis, vahşiliği ve erkek gibi
kız olan efsanevi kişiliğiyle söylencelerde bize doğrudan
Kybele figürünü hatırlatmaktadır.

Yunan efsane ve söylencelerinde oldukça zengin bir
kişiliğe büründürülen Artemis’in Efes’te bulunan heykeli
okçu ve avcı olarak anlatılan özelliklerin neredeyse hiç
birine sahip değildir. Artemis, Toprak Ana imgesine daha
fazla uyan bir biçimde tasvir edilmiştir. O diğer
tanrıçalardan farklı olarak daha insani bir boyutta ve

doğal bir kadın görünümünde betimlenmiştir.

Artemis, adına yaptırılan tapınağıyla birlikte bir
Anadolu Tanrıçası olduğuna dair kanıyı artırsa da zaman
dizinsel açıdan geçmişinin hangi kültüre ve inanç
biçimine dayandığı hakkında kesin bilgilerimiz yoktur.
Artemis gibi anne imgesine dayanan Kybele de özünde
Anadolulu olmasına karşın, etkileri neredeyse tüm
Akdeniz ve Ege coğrafyasına yayılmış, Hititlerde Kubaba,
Kupapa ya da Hepa, Mezopotamya’da Sümerlerde Mâ ya
da Marienna, Suriye ile Arabistan arasında Lat, Mısır’da
İsis, Giritte Rhea isimleriyle değişik şekillerde tasvir
edilmiş ve dile getirilmiştir (Erhat, 2002, s.59).

Kybele ya da Cybele olarak Yunanlılar tarafından
isimlendirilen Ana Tanrıça’nın aslında Phrygia’lı Ana
Tanrıça’dan geldiğine dair deliller oldukça ikna edici
görünmektedir. Phrygia’da dağlarla özdeşleştirilen, vahşi
bilinmeyen bir ülke ya da yeri ima eden Anne İmgesi
Matar yani “Ana” idi. T anrıça sunak ve kült simgeleriyle
M. Ö. 7. ve 8. yüzyıllarda görülmeye başlamıştır.
Hellenistik döneme kadar Phryg inanışına ait biçimiyle
Matar/Kybele, Antik Çağın geç dönemleri olan Roma
kültüründe de Helenleştirilmiş tapım biçimleriyle ilgi
olarak adlandırılmıştır. Yunanlılar Meter, Romalılar ise
Mater diye O’na seslenmişlerdir (Erhat, 2002, s. 184).

Meter Eski Yunanda büyük ana; tanrıların anası ya da
dağların anasıdır. Bu yerleşik yerlerin dışında barınan
tanrısal bir varlığı ima etse de, belli bir yerin koruyucusu
değildi. Meter’in portresini, onu betimleyen çok sayıda
adak heykelciliği ve rölyefte görürüz. Meter’in kimliğinin
bir yönü de Toprak Analıktı (Roller, 2004, s.150) Ana
Tanrıçanın kişiliğine yakıştırılan söylencelerin yüzyıllar
boyunca önemli ölçüde değiştiğini belirtmek gerekir.
Önceleri güç imgelerinden biri aslan iken buna kartal gibi
yırtıcı kuşlar yanında geyik, ceylan, boğa ve insan gibi
figürler de eklenmiştir. Anadolu’daki Neolitik Dönem
Yerleşmeleri bize Ana Tanrıçanın yorumlarına ve
biçimlendirmelerine dair işaretler vermektedir.
Anadolu’nun en eski kültürleri olan Hattiler, Hititler,
Lidyalılar, İonyalılar, Yunanlılar ve Romalılar Ana
Tanrıçanın kimliğini eklemişler ve onu hatırlatan
simgeler, kült törenleri, sunaklar ve yazıtlar da bu
değişimleri açıkça göstermektedir.

Phrygia’da görülen Ana Tanrıça Meter’in Orta
Anadolu’daki en yakın öncülleri Hititler olduğu için
Phryg kült geleneklerinin karakteristik özelliklerinin Hitit
inanç geleneklerinde de bulunduğu düşünülebilir. Oysa
Hititler homojen bir toplum olmamışlardır. Hititler
öncülleri olan ve Anadolu’da yerleşik yaşadıkları
düşünülen Hattilerle, sonradan Anadolu’ya kuzeyden
geldiği düşünülen bir kavimle birleşmiş ve birbirlerine
uygum sağlamış melez bir kültürdür. Bu nedenle
Hititlerin inançları da genelde karmaşık ve çok tanrılı bir
dindi. Hititlerin inanışında dağların önemli belirleyici bir
yeri bulunmakla birlikte, dağların çok önemli kozmik
anlamları vardı. Bu nedenle dağ, yüksek bir zirvesi
olmakla kalmaz, aynı zamanda dünyanın göbeğidir.
Kozmik dağ hem eril hem de dişil olan iki şekilde görülür
ve bu nedenle yaşamın, yani yaratılışın olduğu yerdir.
Dağ küresel ve konik biçimleriyle embriyonun geliştiği
bir Ana karnıdır. Anlaşılan Hitit inanç geleneğinde de dağ
önemli bir figürdür ve tanrılarında mekânıdır. Aslında
Hitit dinini oluşturan Hatti inancıyla sonra gelen kavmin
inancı ayrı ayrı yeterince bilinmediği için bu çok tanrılı
inanışta Kubaba, Kupapa ya da Hepa olan tanrıçanın diğer
tanrılarla olan ilişkileri ve Phryg Ana T anrıçası Matar ile
ilişkisi de yeterince bilinmemektedir. Phryg Ana
Tanrıçasına ait veriler de ancak M. Ö. 6. ve 7. yüzyıla
dayandırılabilmektedir. Geç Hititlerin, Phrygia kültürü
üzerine yaptığı dinsel ve sanatsal etkiler bazı Phryg
yerleşmelerinde (İç Anadolu) ve tapınaklarında açıkça
görülmektedir.

Heredotos’un tanıklığına göre, Batı Anadolu’daki
Sardes’te Kubaba’ya tapınılıyordu. Heredotos ona sadece
yerel Tanrıça Kybebe der, ama Sardes’te bulunan ve o
yöreye ait olan bir çömlek parçası üzerine Lydia
alfabesiyle çiziktirilmiş bir yazıda görülmesi, onun
Kubaba ile özdeşleştiğini kesinleştirir gibidir. Ayrıca
Phrygia’lı Ana Tanrıça Matar ile Kubaba tasvirleri
arasındaki paralellik de gözlerden kaçmaz. Phryg
betimlerinin daha geç tarihlerde oluşu, bunların bir
dereceye kadar Geç Hitit örneklerinden etkilendiklerini
akla getirmektedir. İki Anadolu Tanrıçası arasında ilgi
kuran bu tanrıçaların tasvirleri ve isimleridir. Hitit
Tanrıçası söz konusu olduğunda “Kubaba” sadece
tanrıçanın adıdır, bu adın ne anlama geldiği de tam olarak
bilinmemektedir. Oysa Phryg dilinde on yazıtın gösterdiği
şekliyle o “Matar” yani Ana’dır. “Kubileya” ise Matar’a
eklenmiş bir sıfattır. Bizanslı sözlük yazarları bunun
Phryg dilinde dağ anlamına geldiğini söylemektedirler
(Roller, 2004, s.63,64)

Heredotos’un Kybele’si Yunanlı ozanların
Kybele’sinin gösterdiği ses benzerliği diller arasında belli
etkileşimin olduğu açıkça gösterilebilir. Buna göre, Phryg
dilinde geçen Matar’a eklenen Kubileya sıfatı sonradan
onun yerini almış görünüyor. Kubileya Yunanlılar
tarafından Matar yerine kullanılmaya başlaması belki de
Kubileya’nın yazım anlamıyla ilgiliydi ve Yunanlıların da
bunu biraz değiştirerek Kybele ya da Cybele olarak
kullanmaya başladıkları düşünülmektedir (Roller, 2004,
s.82, 83).

Kybele ismi üzerine fikir yürüten ilk antik yazar
Romalı coğrafyacı Strabo’dur. Strabo, Ana Tanrıça’nın
Helenistik ve Roma çağında önemli bir merkez olan
Pessinus kenti hakkında yorum yaparken Kybele adının
Kybelon’dan gelmesi gibi, Tanrıçanın Dindymene
sıfatının da, Dindymos dağından geldiğini söyler. Strabo,
Kybele isminin burada belli bir dağı ima ettiğini söyler.
Buna göre, Kybele sözcüğü belli bir yer adı, belki de bir
dağ adıydı, belki de değildi ya da sadece tanrıça için
kullanılan bir isimdi (Roller, 2004, s.82).

Phrygia’nın dağlık coğrafyası düşünüldüğünde ve
Phryg yazıtları göz önünde bulundurulduğunda
Kybele’nin dağla ilişkisini doğrular.

Eski Phryg yazıtlarında Phrygce Matar adından başka
üç isim daha vardır. Bunlar Midas, Baba ve Ates’tir. Bu
adlar Yunan ve Roma kaynaklarında Kybele kültü
bağlamında değerlendirilirler. En çok tanınanı Midas’tır.
Muhtemelen Ates ya da Atas, Yunan ve Roma mitlerinde
bulunan Tanrı Attis’in adıdır. Söylenceler ve yazıtlar
sunaklardaki tasvirler, Attis’in Phryg yazıtlarında
görülmesi bir ses benzerliğinin ötesinde bir inanç geleneği
olduğu fikrini güçlendirmektedir.

Kral Midas M. Ö. 8. yüzyıl sonu ile 7. yüzyıl başında
Phrygia hükümdarıydı. Adına yapılmış Midas Anıtı’nın
sağ tarafında bulunan yazıttaki kişinin adı Baba’dır. Ana
Tanrıça kültünde bu adın anlamı büyüktür ve eril bir
anlama sahiptir. Çünkü Baba, yunanca Papa, Greko¬
Romen kültte Attis için kullanılan diğer bir ad olabilir.
Yazıtlar okunamadığı için tam olarak ifade edilemese de
bu adlar Anadolu inanç geleneğinin kökenlerine dair bir
fikir verir.

Buluntular Phrygialı Ana Tanrıça’nın Anadolu’dan
Yunan inanç dünyasına geçtiğini ve orada güçlü bir varlık
(inanç) haline gelerek Yunan kültürü üzerinde kalıcı bir
etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Çeşitli Yunan
kentlerinde önemli kült yerleri ve çok sayıda adak edindi.
Ayrıca Yunan yazınında özellikle de tiyatroda etkili bir
kişilik oldu. Yunan tanrıçaları Rhea, Afrodit ve
Demeter’le birlikte anıldı ve kabul gördü. Buna rağmen
Yunan tanrıları arasında Kybele’nin ünü, görünümü ve
geçmişi sonradan Helenleştirildi. Yunanlılar tarafından bu
kadar benimsenmesine karşın yine de onun yabancı olma
pozisyonunu koruduğu söylenebilir (Roller, 2004, s.149-
185).

Kybele, Eski Yunanda Büyük Ana ya da Tanrıların
Ana’sı ya da dağların Anasıdır. Bu tür temsillerini
korumasına karşı kimliğinin bir diğer yanı da Toprak
Ana’dır. Kybele aldığı biçimlerle ifadesi sürekli
değiştirildi ve yeni yeni kimliklere büründü. Kybele’yle
en sık anılan figür sevgilisi olan tanrı Attis’tir. Bir
efsaneye göre, Kybele, Attis (ya da Attes) adında bir
delikanlıya tutkundur. Onu Pessimus kralının (kimi
kaynaklarda kral Midas’ın kızı) kızıyla evlenmek
üzereyken düğün yemeğinde karşısına dikilir, onu çıldırtır
ve kendisini hadım etmesini sağlar. Attis’in kendi kestiği
hayalarından akan kanlar toprağı sular, bitkilerin
fışkırmasına yol açar ve kendisi de bir çam ağacına
dönüşür. Belki de, Hıristiyan inanışında yeni yıl
kutlamalarında çam ağacını süsleme geleneği de bu Attis
efsanesine dayanmaktadır.

Toprak bereket efsanesinin hepsinde görülen bu ölme
dirilme motifi Kybele kültünde bir takım vecit (kendinden
geçme) haline geçilmekte ve Ana Tanrıça tapımı özünde
olan bir çeşit adak törenleriyle gerçekleşmektedir. Attis
erkeklik organını keserek kendini nasıl tanrıçaya kurban
ettiyse, Kybele’nin başrahibi de kanlı bir törenle kendi
eliyle kendini hadım etmek zorundaydı. Bu ritüeller,
gizemli cümbüşler, defler eşliğinde bir şenlik havasında
yapılırlardı (Erhat, 2002, s.184).

Hellenizm’in yayılışına Phrygialı Matar kültü üzerinde
ki etkisi, sadece Anadolu tarzının yerine yunan tarzının
alması değil, bu ikisinin karışımından yeni bir Matar
formülü yaratılması oldu. Magna Mater (Büyük Ana)
tarihte pek eşine rastlanmayan bir şekilde M. Ö. 204
yılında Pessinus’taki ana tanrıçayla ilgili meteor taşı
töreni ile Roma’ya aktarılmış ve Palatinus tepesine
tapınağı kurulan Magna Mater şerefine Megalensia
denilen bayramlar kutlanmaya başlanmıştır. Magna
Mater’in Roma’ya getirilişinden önce o sıralar Roma’da
bir taş yağmurunun olması ve Roma’nın Afrika’yı
fethetmeye hazırlanması Ana Tanrıça’nın Roma’ya
getiriliş nedenleri arasında düşünülebilir. Magna Mater’in
Roma’ya getirilişiyle, Kybele’nin Phrygia’dan gelme
adetleri olan tef, zil ve davul gibi çalgılar ve coşkulu
danslarla kutlanan, rahiplerin hadım törenleri Romalıları
öylesine etkilemiş olmalı ki, bu Roma’da sanat yönünden
bir çığır açmakla kalmamış aynı zamanda Roma’nın bir
ilgisini de Anadolu’ya çevirmesine neden olmuş ve bir
kültür köprüsü oluşturmuştur (Erhat, 2002, s.186).

Ana Tanrıça için yapılan tapınaklar, kült heykelleri
adak sunumları, adak yazıtları, antik Akdeniz dünyasında
Ana Tanrıça inancının tapınılışına dair sanatsal
uygulamaların en tipik olanlarıdır. Ana Tanrıça imgesine
dayalı İnsanın kozmolojisi, bir çekirdek inanç etrafında
şekillendirmesiyle resimden heykele, heykelden mimariye
ve kült uygulamalarından, müzik eşliğinde yapılan
törenlere kadar çok boyutlu sanatsal uygulamalarla
kendini göstermiştir.

Ana Tanrıça Kybele/Meter genellikle ona eşlik eden
Attis figürüyle birlikte anılır. Tanrıçanın sevgilisi olan
Attis’in aslında yaratma gücünden yoksun, hadım erkek
olarak yetkin bir varlık olan Ana Tanrıçanın yanında
bulunması bir çelişkidir. Aslanların korumasıyla tahtını
sağlama almış, yetkin bir tanrıça neden hadım olan bir
erkek figürüyle birlikte anılmaktadır? Söylencelere göre
bu birlikteliğin temelinde bir aşk vardır, ama insan şu
soruyu sormadan da edemiyor, Attis gerçekten
sadakatsizliğini affettirmek için mi, kendisini hadım
etmiştir, yoksa bununla başka bir şey mi, demek istenmiş
ya da gizlenmiştir?

Magna Mater resmî olarak Roma’ya getirilişinden
itibaren devletin koruyucusu olma niteliğiyle, devlet
tanrıçası olan kimliğini hiç yitirmedi. Mater Roma’nın
kahramanlıklarla dolu geçmişini parlak bir geleceğe
bağlayan bir köprü gibiydi. Roma’nın sosyal yaşamında
saygın bir yere sahip olması için, efsanevi geçmişiyle de
bağlarını güçlendirmesi gerekmişti. Şairlerin büyük
övgülerle yücelttiği bu devlet Tanrıçası çevresinde kadınsı
hadım rahipler bulunan, erkekleri yoldan çıkaran, erkeğin
kendi cinsel gücü hakkında kuşkularını hatta korkularını
temsil etmekteydi. Bu cinsel imajı Roma yurttaşı
olmayan, Roma’ya dışarıdan gelen Gallus’lar
üslenmişlerdir. Tanrıçanın arabasını çeken vahşi aslanlar;
asi çocukların onun terbiyesiyle yetişebileceğini ve
eğitilebileceklerini ima ederler. Magna Mater’in rahipleri
Galluslar kendilerini hadım ediyor; allı pullu giyimleri,
dağınık saçları ve kadınsı tavırlarıyla bulundukları
yerlerde hemen fark ediliyorlardı. Galluslar, testisleri
alınarak hadım edildikleri için evlilik dışı ilişkiler
kurmaya da müsait kişilerdi. Gallusların kendilerini Ana
Tanrıçaya adayarak hadım etmeleri ve bununla
gururlanmaları, onları iki cinsiyet arasında ayrıcalıklı bir
hale getiriyordu, ama bu ayrıcalıklı durumları da
suistimale açıktı. Onlar asıl güçlerini, kendilerini hadım
ederek, tanrıçadan alıyorlardı. Galluslar zıt değerli kutsal
kişilikleriyle, özünde tanrıçanın sevgilisi Attis’i temsil

etmekteydiler. Roller, 2004, s.307-310).

Buraya kadar kadın bedeninde hayat bulan ve toprakla
özdeşleştirilen kutsal anne imgesi, temelde
doğurganlığıyla hep yaşamın kaynağı olmuştur. Yaşamın
ölümle sonuçlanması, canlı her şeyin yine ana (toprak-
insan)’ya dönmesiyle onda tekrar hayat bulacaktır. Bizim
ölüm ve yaşam olarak adlandırdığımız olaylar Yeryüzü
Ana’nın bedeninde iki farklı dönem (doğum-yeniden
doğum)’den başka bir şey değildir. Yaşam ananın
rahminden çıkmak; doğmaktır, ölüm ise tekrar yuvaya
yani anaya, rahme ya da yuvaya bir dönüştür. Yaşamın
kaynağının doğurgan anne bedeninde kişileştirilmesi,
kutsanan yaratıcı güç olan Toprak Ana’nın kendi dışında
hiçbir şeye ihtiyaç duymaması anlamına gelmektedir.
Yaşama dair olan biten her şey onun bedeninden mucizevi
bir şekilde hayat bulmaktadır. O, dışarıdan döllenmeyen
ama yaratıcı gücü kendi içinde bulunduran bir bakireydi.

Neolitik dönemde Anadolu’da Ana Tanrıça, tahtına
oturmuş aslanlarıyla görüldüğü gibi, bazen de, tahtı
aslanların çektiği bir arabada elinde tefiyle görülür. Bu
Ana Tanrıça Kybele / Mater’in Anadolu özelliğinin
önemli bir parçasıdır. Daha sonra Ana Tanrıçanın tahtını
sarsan ve insanları kuşkuya düşüren çok şaşırtıcı bir
gelişme yaşanır. Ana Tanrıça Kybele Attis adında bir
erkeğe aşık olmuştur. Aslında bu Kybele için olacak şey
değildir. Çünkü o, bildiğimiz her şeyi var eden ve her
şeye gücü yeten Ana Tanrıça nasıl olurda bir erkeğe aşık
olabilir?

Araştırmacılar, bu olayı bize Tanrıça adına normal bir
gelişmeymiş gibi aktarmaktadırlar. Belki de bunu normal
karşılanması dikkatin, sadakatsizliği nedeni ile kendisini
hadım eden Attis’e çevrilmesinin bir sonucudur. Ama
aşkının sonucu Kybele gücünden bir şey kaybetmemiş,
tam tersine, bu aşktan erkeğin dölleyici gücünü alarak çok
daha karlı çıkmıştır.

Burada gözden kaçırılmaması gereken şudur; Kybele
tek bir Ana Tanrıça olarak doğmuş olsa bile sonraları çok
Tanrılı kültürlerde de imajını güçlü bir şekilde korudu.
Onun tek başına insanları öylesine derinden etkileyen bir
gücü olmalıydı ki, o hiçbir zaman diğer tanrı ve
tanrıçalardan aşağı bir konuma düşmesin. Kybele her
zaman tanrıların anası olma ünvanını elinde bulundurarak
devletlerin resmi inançları arasında yer aldı. Özellikle
Phrygia kökenli Mater, Kybele olarak çok tanrılı Yunan
inanç sistemine dahil olunca, muhtemelen yetkinliği de
sorgulanmaya başlandı. Çünkü, Eski Yunan inancında
Rhea, Demeter, Afrodit ve Hera gibi tanrıçalar
bulunmaktaydı. Yunan tanrılar ailesinin bir hiyerarşisi
vardı. Bu hiyerarşinin başında Zeus bulunmaktaydı ve
baştanrı da o idi. Yani tanrıçaların yanında tanrılarda
vardı ve bunlar insanlar gibi yemek yer, içki içer,
birbirlerine aşık olur ve çiftleşebilirlerdi. Genelde bu
çiftleşmelerin sonucunda doğan çocuklarda kendileri gibi
ölümsüz olurlardı. Çiftleşmeden gebe kalanlar vardı, ama
yine de insanlar gibi çiftleşmenin sakıncası da yoktu.

Ola ki Yunanlılar bu kendi tanrıçalarına benzemeyen
Ana Tanrıçayı sorgulamaya başladılar ve bu tür
sorgulamalar Ana Tanrıça / Kybele’yi zaman zaman zor
duruma soktu ve bu sıkıntı Kybele’nin Attis’e aşık
olmasıyla çözüldü. Attis’in kendini hadım ederek ona
bağlanmasıyla durum kurtarılabildi. Bu olaydan sonra da
Kybele, Attis’le birlikte anılmaya başladı, ama Attis
hiçbir zaman Kybele’yle eş tutulmadı.

Kybele’nin, Magna Mater (Büyük Ana) olarak
Roma’ya getirilmesiyle buraya özgü de bir Ana Tanrıça
kültü oluştu. Roma’da Ana Tanrıça kültünü Romalıların
Gallus dedikleri kendini hadım etmiş rahipleri
sürdürüyordu. Her bir Gallus kendini hadım ederek
Magna Mater’e adamaktaydı. Gallus’ların testisleri
alınarak kendilerini hadım ettiklerini öğreniyoruz (Roller,

2004, s. 310).

Romalı Galluslar bir törenle birileri tarafından mı
hadım edilmekteydiler yoksa kendi kendilerini mi hadım
etmekteydiler, bunu açıkça bilemiyoruz ama Magna
Mater için yapılan törenler, Attis’in erkekliğini tanrıçaya
teslim edişinde yaşadığı acıyı yaşatırcasına çılgın ve vahşi
bir şekilde yapılıyordu.

Romalı şair Luknetius Roma’da Magna Mater
törenlerini şöyle dile getirir: “Gergin derili teflere
avuçlarla güm güm vurulur, ortası çukur ziller çınçın
çınlar, borular boğuk sesleriyle gözdağı verir ve flütler
Phrygia ezgileriyle yüreğe heyecan salar (Roller, 2004,
s.284).

Boyalı saçları ve kadınsı görünümleriyle Gallusların
çığlıkları ve çalgıların insanın içine korku ve saygı
karışımı bir heyecan salan sesleri adeta Attis’in kendini
hadım edişini tekrar yaşatan bir olayın tekrarıdır.
Törenlerdeki içi boş çalgılar, hadım oluşuyla içi boşalmış
Attis’in, paramparça olan yüreğinin sesidir.

Attis efsanesi aslında bize Ana Tanrıçanın eril
karşılığını arayışını dile getirmektedir. Demek ki
yaratıcılık için artık kadının yaratıcı gücü sorgulanmakta
ve ona eril bir karşılık aranmaktadır. Ana Tanrıça’nın bu
eril gücü sevgilisi Attis’in kendini ona feda edişiyle son
bulmaktadır. Bu olayın bir yorumu Anadolu’da, Antik
Efes’te bulunan Ana Tanrıça Artemis heykelinde açıkça
görülmektedir. Hem de Artemis’in üç heykeli de bu
durumu kanıtlar niteliktedir. Artemis heykellerinin
bulunuşlarından beri göğüslerini saran yumurta gibi
biçimler hiç kadın memesine benzemeseler de, Ana
Tanrıçanın bereketi ve doğurganlığı sembolize ettiği
düşünülerek hep kadın memeleri gibi görülmüşlerdir. Bu
heykellerde Artemis’i saran ve Ana’nın döllenmesini
sağlayan testislerden başka bir şey değildir. Attis efsanesi
aslında tam da bunu ifade eder. Bu iddiaları şimdilik açık
belgelere dayandırmak mümkün değildir, ama olayların
akışı ve görsellerdeki değişimi gösteren tasvirlerle
kurulan ilgiler bu iddiayı destekler niteliktedir.

Ana Tanrıça Kybele’nin ve Artemis’in adları silinip
kaybolmuş olsalar da Antik Çağın sonlarına doğru
Meryem Ana imgesiyle tekrar hayat buldukları
söylenebilir. Antik dönemde Anadolu’nun en önemli
inanç merkezi olan Efes, ticareti bakımından olmasa bile
inanç yeri olarak önemini uzunca bir süre daha
korumuştur.

Aslında Artemis, kişiliğini biraz daha farklı görünüm
altında Meryem Ana imgesiyle sürdürmüş bir tanrıçadır.

Meryem Ana’nın mezarının Efes’te oluşu da bunun bir
kanıtı olarak görülebilir. Meryem Ana’nın diğer Ana
Tanrıçalardan farkı, onun gerçekten bir anne olmasıdır.
O,Tanrı İsa’nın Anası’dır. Meryem Ana da tıpkı
kendinden önceki Ana T anrıçalar gibi bekâretini korumuş
ve o yetkinlikle, herhangi bir dış döllenme olmadan İsa’yı
doğurmuştur ve bu doğumla Meryem Ana tüm yaratıcı
gücünü oğlu İsa’ya devretmiştir. İsa bu yetkin güçle göğe
yükselerek yeryüzünden ayrılacak ve gökteki tahtına
dönecektir. Böylece binlerce yıl süren Ana Tanrıça inancı
eril bir güç olan baba Tanrı, İsa’ya geçerek el değiştirmiş
olur.

Sonuç ve Değerlendirme

Anne imgesi, ilkel insanın varlık anlayışını en açık
şekilde gözler önüne sermektedir. Sanata binlerce yıl
kaynaklık eden anne arketipi kutsal bir model oluşuyla
insanın kozmolojik düşüncesinin gelişmesinde de çok
temel bir öneme sahip olmuştur. Anne imgesinin
büründüğü ya da bedenleştiği Ana Tanrıça, zamanla
kültürden kültüre geçerek değişmiş ve rolleri çok çeşitli
biçimlerde yorumlanmıştır. Arketipin ruhsal ömrü, bizim
zamanla sınırlı hayatımızla karşılaştırdığında sonsuzdur.
Var oluşundan bu yana da yaşamaya devam etmektedir.
Özel bir kalıp gibi, yaratılmış modeller insan için anlatım
olanağından başka bir şey değildir. Anlatım, ifade ediş
ancak biçimlerle olanaklıdır. İnsan düşüncesi bir sanat
formuna dönüştürülerek, kodlaştırılmış ve bu kodlarla
kendinden sonraki kuşaklara aktarılmıştır.

En eski anne imgesiyle biz insan düşüncesinin ilk kez
gerçeklik kazanmasına şahit oluyoruz. Bu tavrıyla insan
doğaya karşı bir tavır almakta ve doğanın bir modelini ilk
kez anne bedeninde kozmolojik bütünlük içinde ifade
etmektedir. Bu şekliyle Anne arketipi doğaya karşıt ve
doğaüstü bir varlıktır. İlk modeller zamanla, insanların
yer değiştirmeleriyle daha da çeşitlenmiş ve zengin bir
sanat düşüncesinin gelişmesine de olanak vermiştir.

Bu şekilde tek model çoklu bir model olan çok tanrılı
modellere dönüşmüştür. Özünde dişil kendi içinde yetkin
olan anne imgesi, Ana Tanrıça hep temel bir düşünce
olarak varlığını sürdürmüştür.

Anne imgesi, yaşamın tümünü tek bir bakış açısından
hareketle kavramaya olanak verir. Doğa insan için çok
karmaşık bir yapıdır ve insanın bildiklerinin yanı sıra
bilmediği birçok Gücü de yapısında barındırmaktadır.
Bunlar insanüstü sihirli ve büyülü güçlerdir. İnsan da bu
güçlere sahip olmak, onları bilmek istemektedir. Anne
imgesiyse bu sihirli ve büyülü gücün belki en yetkin
olanıdır. Çünkü her şey onda bedenleşmekte, hayat
bulmakta ve sonra yine ona dönmektedir. İnsanın dış
dünya ile hesaplaşma süreci doğal olarak yine insanda
gerçekleşmekte ve gerçekte bu insanın içgüdülerinin ve
aklının bir hesaplaşması gibidir. İnsanı güdüleyen temelde
nedenini kavrayamadığı ruhsal korkularıdır. Çünkü doğa
sürekli değişen, belirsizlikler içindedir. Bu yüzden insan
belirsizliklerden kurtulacağı, kendini güven içinde
hissedeceği bir dünyanın arayışındadır. Bu içsel endişeyi
biraz olsun yatıştıran, güven veren ve insanın sığınağı

olan“anne imgesi”dir.

Anne imgesiyle söz konusu olan doğaya karşı duyulan
bir yakınlaşma veya özdeşlik duygusu değil, bir
simgeleştirmeyle ifade edilen ve bir inancın
gerçekleştirilmesiyle gösterilen sanat duygusudur.

“Anne imgesi”nin temelinde yaşamın tüm
kanallarında kendini gösteren, büyüyen ve sonra yıpranıp
kendini yenileyen kozmik kutsal yaşama olan inanç
vardır. Temel imgenin sürekli kutsalla dayanışma içinde
bulunması ebedi ve geçici olanın bir ayrımını verir. Tinsel
tahayyülün bedenselleşmesi olarak Ana Tanrıça imgesi ya
da sureti yaşamsal özün ta kendisidir. Çünkü öz tanrısal,
görünüş ise dünyevidir. İmge sanat olarak bu birlikteliği
içerir.

Anne imgesi ortaya koyduğu sanatsal ve inançsal
değerleri bakımından biriciktir. Tarihsel bir imge,
belgesel olarak insanın sanat ilişkisini
konumlandırmaktadır. Anne imgesi hayvanları, bitkileri,
doğa olaylarını ve ruhsal gerçeklikleri birbirine bağlayan
ve her yerde olan dayanışma duygusunu yaşamdan alır.
Söz konusu olan sadece kadın bedeni değil, yaratıcı bir
güce sahip yaşamın özü olan analık gerçeğidir.

Anne imgesi bize ilkel zamanla şimdiki zaman
arasında bir mukayese olanağı verir. Ana Tanrıça
imgeleri, karşılığı soyut olan zamanda, insanın doğa
karşısında sanat varlıkları olarak yarattığı, somut
değerlerdir. Anne imgesi görünenin bir yansıması olduğu
gibi görünmeyenin de görünenle birlikte bir
dışavurumudur.

İnsanlık hafızasının derinliklerine yapılan bu
tarihi yolculukta şimdilik en eski örneklerini kuzey ve
orta Avrupa’da gördüğümüz anne imgesini içeren, Ana
Tanrıça örnekleri inanç ve sanat formları bakımından en
eski belgeler olarak karşımıza çıkmışlardır. İnsanın tinsel
ve kozmolojik kavrayışının ifadeleri olan ve anne
imgesiyle dile getirilen Ana Tanrıça inancı geleneği,
doğurgan ve dolgun hatlarıyla kadın bedeninde dışa
vurulmuştur. Bu dışavurum anne imgesinin kozmolojik
bir yansıması olduğunu düşündürmektedir. Yani yaşamın
anlamı, sürekliliği ölüm olgusu anne imgesi olarak
tezahür etmiş ve formüle edilmiştir. Ana tanrıça inancını
dile getiren görsel belgelerde bu anlayışı destekler
nitelikte görünmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki, insan anne
imgesiyle kendisine de insan olarak bakabilme imkânını
bu şekilde bulmuştur. Bunun en açık göstergesi kaba
hatlarıyla dışavurumsal olarak yarı insan, yarı insanüstü
bir varlık olarak gösterilmiş Ana Tanrıça heykelleridir. Bu
gelenekte insanüstü metafizik bir anlam taşıyan figürler
zamanımıza doğru daha insansı naturalist görünüme
dönüşmüşlerdir. Buna en iyi örnek ise natüralist bir
anlayışla tasvir edilen Ana Tanrıça, Artemis heykelidir.
Artemis taşıdığı simgeler dışında neredeyse tam bir
insandır. Ana Tanrıça, gelenekten de anlaşılacağı üzere
insanlaştıkça gizemini ve yaratıcı gücünü kaybetmiş ve
rolünü kendinden yarattığı eril bir anlayış olan Ataerkil
bir inanca bırakmıştır.

Anaerkillikten Ataerkilliğe doğru gelişen bu süreçte
özellikle Anadolu’da bulunan daha çok sihirsel ve
büyüsel yönleri ağır basan heykelciklerin ifade ediliş
biçimleriyle, Ana Tanrıça anlayışının biraz dışında
kaldıkları söylenebilir. Ancak sihirsel ve büyüsel güçlerle
donatılmış anneler olarakta betimlenmiş olabilirler. Asıl
burada dikkati çeken, tasvirlerde yapılan soyutlamaların
anne ya da kadın imgelerinden sıyrılarak, cinsiyet
özellikleri dışında sadece insan imgelerine dönüştürülmüş
olmalarıdır. Heykelciklerde görülen bu soyut estetik
tasvir modern sanatın da ulaştığı bir soyutluktur.
Yapıldığı zaman düşünülecek olursa, bu dönemin
sanatçılarının ulaştığı soyutlama gücünün, günümüz
modern sanatçılarının imgeleme gücüyle adeta boy
ölçüşecek bir düzeyde olduğu söylenebilir.

Yapılan inceleme ve değerlendirmelerde konuyla ilgili
çeşitli kaynaklarda Ana Tanrıça inancının son
halkalarından biri olan Artemis heykelinin göğsünde
görülen oval biçimlerin, herhangi bir dayanak olmadan
sadece yuvarlak oluşlarıyla kadın memesi olarak
betimlenmiş olmasıdır. Oysa tasvirlere dikkatle bakılırsa
bunların memeden daha çok yumurtaya benzedikleri
görülür. Ana Tanrıça imgesinin çeşitli isimler ve
yorumlamalarla dile getirildiği bilinmektedir. Buradan
hareketle Ana Tanrıça Artemis hakkında yeterince
bilgimiz olmasa da, Kybele ile Attis arasında geçen bir
aşk hikayesi bilinmektedir. Bu efsane Attis’in
sadakatsizliği sonucunda kendisini hadım (testislerini
keserek) ederek Kybele’ye adamasıyla sonuçlanmıştır.
Yani Kybele Attis’in yumurtalıklarını alarak tekrar eski
gücüne dönmüştür. Ana T anrıça Kybele ve Attis efsanesi,
Artemis’in göğsünde betimlenen oval biçimlerin kadın
göğsü değil de erkek yumurtalıkları olduğu düşüncesini
destekler görünmektedir. Bu tespite, yapılan bu çalışmada
ulaşılmıştır.

Anne imgesi, yaşanan on binlerce yıllık süreçte,
insanın yaşadığı dünyayı tanımasında yaşamı
anlamlandırmasında, kendini tanımasında ve tüm bunları
sanatla yapmasında insan yaşamı için temel bir yaşam
bağı olmuştur. Tarihi hafızamız bunu açıkça
göstermektedir.

Kaynakça

Akurgal, E. (1997). Anadolu kültür tarihi. Ankara: Tübitak.

Bazin, G. (1998). Sanat tarihi, (Üzra Ünal, Selahattin Hilav, Çev.).
İstanbul: Sosyal.

Campbell, J. (1995). Batı mitolojisi, (Kudret Emiroğlu, Çev.). Ankara:
İmge Kitabevi.

Darga, A. M. (1984). Eski Anadoluda kadın. İstanbul: Acar .

Eliade, M. (2003). Dinler tarihine giriş. (L. Arslan, Çev.). İstanbul:
Kabalcı.

Eliade, M. (2003). Dinsel inançlar ve düşünceler tarihi. (A. Berktay,
Çev.). İstanbul: Kabalcı.

Erhat, A. (2002). Mitoloji sözlüğü. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Freud, S. (1995). Dinin kökenleri. (S. Budak, Çev.). Ankara: Öteki.

Grimal, P. (1997). Mitoloji sözlüğü. (S. Tamgüç, Çev.). İstanbul:
İstanbul.

Ian, H. ve Aydıngün, Ş. (2006). Tunç çağının gizemli kadınları,
İstanbul: Yapı Kred.

Jung, C. G. (2005). Dört arketip. (Z. A. Yılmazer, Çev.). İstanbul:
Metis.

McDowel, M. (1964), Healing nacissistic injury andaddiction: Tahaki
of the red skin.
Erişim Tarihi: 25.06.2009,
http://www.jungny.com/carl.jung.25.html

Michel, A. (1993). Feminizm, ( Şirin Tekeli, Çev.). İstanbul: İletişim.
Olgunlu, A. C. (2004).
Ana tanrıça’dan Mevlana’ya. İstanbul: Simurg.
Roller, E. L. (2004).
Ana tanrıça ’nın izinde. (B. Avunç, Çev.). İstanbul:
Homer.

Storr, A. (2006). Jung’dan seçme yazılar. (L. Özşar Çev.). Ankara: Dost.
Witcombe, C. (2009).
Women in prehistory. Erişim Tarihi: 17.06.2009,
http://www.arthistory.sbc.edu/imageswomen/biblioprehist.html

Worringer, W. (1995). Soyutlama ve özdeşleyim. (İ. Tuanalı Çev.).
İstanbul: Remzi Kitabevi.

1

Arketip: C. G. Jung: Arketip kavramı sürekli yinelenen bir gözlemden
türetilmiştir.Örneğin dünya yazınının söylenceleri ile peri masalları her
yerde ortaya çıkan belli motifler içerir. Düşlemlerde, düşlerde,
sayıklamalarda, bugün yaşayan bireylerin kuruntularında bu motiflerin
aynısı ile karşılaşıyoruz. Benim arketipik düşünceler dediğim bu tipik
imgeler, çağrışımlardır. Onlar bizi etkiler, üzerimizde iz bırakır, bizi
büyüler.Arketipin kendisi temsil edilemez, bilinç dışıdır, var oluş öncesi
bir biçimdir. Arketip kendi başına boştur, saf kalıptır, önsel olarak
verilen bir anlatım olanağından başka bir şey değildir. Anlatımların
kendileri kalıtımla aktarılamaz, yalnızca formlar aktarılır (Stor, 2006,
s.366).