ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

The Problem Of Cyprus At The Relationship Between European Union And

Turkey

Nesrin DEMİR

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi

Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 15, Sayı: 1, Sayfa: 347-367, ELAZIĞ-2005

ÖZET

Kıbrıs, Türkiye için jeopolitik önemi olan, tarihi çok eski olan bir adadır. Kıbrıs’a taraf olan
devletlerden biri olan Yunanistan’ın Kıbrıs’ı topraklarına katmak istemesi olan ENOSİS ile Kıbrıs
sorunu başlamış ve bu mesele Türkiye ile Yunanistan arasında ciddiyetini koruyarak bu güne
kadar gelmiştir. GKRY’nin AB’ye tam üyelik başvurusuyla birlikte sorun daha karmaşık bir hale
gelmiştir. Sorunun çözülebilmesi için AB’nin olaya müdahale etmemesi ve GKRY’nin adada
bağımsız ve eşit iki toplumun varlığını kabul etmesi gerekmektedir. KKTC eskiden olduğu gibi
bugünde aynı kararlılıkta mücadelesine devam etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Kıbrıs Sorunu, Türkiye, ENOSİS.

ABSTRACT

Cyprus is an island that its history is very old and has a geopolitical importance for Turkey.
The problem of Kıbrıs was started with ENOSİS which was intention of Greece to add Cyprus into
her land. By keeping importance, the problem between Turkey and Greece has been brought up
until now. The problem has became more complicated with the full membership application of
SCGA to European Union. To solve the problem, it is required that European Union should not
interfere to the case and SCGA should accept the existence of two independent and equal society.
TRNC has been continuing its struggle with the same determination as it was in the past.

Key Words: European Union, The Problem of Cyprus, Turkey, ENOSİS.

Giriş

Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri incelendiğinde Kıbrıs adasının bir sorun
olarak Türkiye-AB ilişkilerinde yer alması Yunanistan’ın 1981 yılında Topluluğa tam
üye olarak girmesiyle başlamıştır denebilir. O tarihe kadar AB, Kıbrıs’ın bağımsız bir
bütünlüğünden söz ederken, bu tarihten itibaren AB-Türkiye ilişkilerinde Kıbrıs sorun
olarak yerini almıştır. Bu sorun, özellikle son süreçte adeta Türkiye’nin AB üyeliğine
giriş için bir dayatma niteliği taşımakla birlikte, Türkiye’nin bu konudaki sert tutumu,
AB’nin tutumunu belli ölçüde değiştirmesine neden olmuştur. Ancak tüm bunlara rağmen
AB, adayı tek başına temsilen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin başvurusunu
kabul etmiş ve bu sorunun daha da içinden çıkılmaz hale gelmesine neden olmuştur.

Bu çalışmada öncelikle Kıbrıs sorununun tarihsel gelişimine yer verilerek Kıbrıs-
Avrupa Topluluğu (AT) ilişkileri incelenmiş ve GKRY’nin AT’ye tam üyelik
başvurusunun ardından yaşanan gelişmeler ortaya konmuştur. Daha sonra Türkiye-AB
ilişkilerinde alınan kararlar irdelenmiş ve son olarak da, Kıbrıs sorununun çözümü için
geliştirilen Denktaş-Klerides görüşmeleri ve yaşanan son gelişmelere yer verilmiştir..

1. Kıbrıs Sorununun Tarihsel Gelişim Süreci

Kıbrıs sorununu analiz edebilmek için öncelikle Kıbrıs adasının özelliklerini ve
taraf ülkeleri (İngiltere, Yunanistan, Türkiye) açısından öneminin bilinmesi
gerekmektedir.

Kıbrıs Adasının tarihi incelendiğinde 10 bin yıllık bir geçmişi olduğu görülür. 10
bin yılın 7’bini tarih öncesi çağlara ait olup Akdeniz kültürüyle yakından ilgilidir.
1930’lu yılların başlarında Neolitik çağın keşfi Kıbrıs’ın ilk çağlardaki tarihinin ortaya
çıkmasına önemli bir katkı sağlamıştır. Elde edilen bu bilgiler, Kıbrıs’ı Akdeniz Kültür
tarihinin ön sıralarına yerleştirmek isteyen devletler için vazgeçilmez stratejik ve ticari
bir üs olarak görülmüştür. Adayı elinde bulunduran güç, her zaman Türkiye’den Mısır’a,
Lübnan’dan İran’a kadar olan bölgeyi kontrol edebilmektedir. Türkiye üzerinden Orta
Doğu’ya açılamayan güçler, Kıbrıs Adasını amaçları için kullanmışlardır. Kıbrıs Adası
yapı ve yeryüzü şekilleri bakımından Anadolu’nun güneyindeki Toros dağlarının bir
uzantısı olarak yer almaktadır.. Ayrıca, bilimsel araştırmalar sonucu Türkiye’den deniz
yoluyla ayrılmış olan adanın temelde birkaç yüz metre derinlikteki bir denizaltı
platformuyla, Anadolu’ya bağlı olduğu ortaya çıkmıştır (İNAF,1992;14-15).

Görüldüğü gibi Kıbrıs Adası, Yunanistan’ın iddia ettiği şekilde bir Yunan Adası
değildir. Jeolojik ve iklim olarak da Anadolu’nun bir parçası konumundadır.

Kıbrıs Adası üzerinde egemenlik kuran ilk devlet Hititlerdir. Daha sonra MÖ

Milattan Önce (MÖ) 709 yılında ada Asur egemenliği altına girmiştir. MÖ.332’den
itibaren ise Kıbrıs, Büyük İskender’in eline geçmiştir. Daha sonra MÖ.58 yılında
Romalılar Kıbrıs’a sahip olmuşlardır. Roma İmparatoru Büyük Theodosius’un
ölümünden sonra coğrafi bakımdan merkezi İstanbul olan Doğu Roma İmparatorluğunun
sınırları içinde kalan Kıbrıs, 395 tarihinden başlayarak Bizans egemenliği altına girmiştir
(İNAF,1992;15).

Tarihin akışından da görüldüğü gibi, Anadolu’ya egemen olan devletler, kendi
güvenlikleri bakımından Kıbrıs’ı egemenlikleri altında bulundurmak gereğini
duymuşlardır.

Türk-Kıbrıs ilişkisi, Anadolu Sultanı Gıyasettin Keyhüsrev zamanında, Türkler’in
Antalya’yı ele geçirmeleriyle başlamıştır. Kıbrıs 1489 yılında, Venediklilerin yönetimine
geçmiş, 1453’te İstanbul’un Türkler’in eline geçmesi ve Bizans İmparatorluğunun sona
ermesi, Doğu Akdeniz’in kontrolü için Venedik ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki
rekabeti artırmıştır. Venedik’in Kıbrıs’ı ele geçirmesinden sonra adaya düzenli Türk
akımları başlamıştır. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirip Memlük
devletini ortadan kaldırmasından sonra, Osmanlılar’la Venedikliler arasında bir anlaşma
imzalamış ve bu anlaşmaya göre, Venedikliler, Memlükler’e vermekte olduğu vergiyi
artık Osmanlı İmparatorluğuna vermeyi kabul etmiştir (İNAF,1992;17-19).

Bu tarihten itibaren ada üzerinde Türk egemenliği hukuken kurulmuş olmaktadır.
Kıbrıs, bütün tarih boyunca kesintisiz en uzun süre olan 307 yıl Türkler’in hakimiyeti
altında kalmıştır. 1517 yılından sonra bu adaya Anadolu’dan gelen binlerce Türk ailesi de
katılmıştır. Türk kuvvetleri Kıbrıs’ın fethi arasında, yerli halka karşı düşmanca
davranmamış, onlar da Türkler’i kurtarıcıları olarak karşılamışlardır. Türklerin Kıbrıs’a
yerleşmeleri, adada yaşayan Rumları asırlardan beri özlemini duydukları huzur ortamına
kavuşturmuştur. Ada halkının Türk yönetimi sayesinde sahip olduğu özgürlükler, o
dönem için hayal bile edilmeyecek genişlikte olmuştur.

Venedikliler zamanında dini baskı altında olan Rum Ortodokslar, kliselerine dahi
gidememiş, kilisenin mallarına el konulmuştur. Oysa Türk yönetimi adada yaşayan halka
dini bakımdan tam bir özgürlük ve bağımsızlık tanımıştır.

Kıbrıs 1878 yılında İngiltere’nin Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin yanında yer
alması koşuluyla geçici olarak devredilmiş, fakat ada hukuken Osmanlı Devletine bağlı
kalmaya devam etmiştir. Ancak I.Dünya Savaşında İhtilaf Devletleri safında olan
İngiltere adayı ilhak etmiş, Türkiye ise bu tek taraflı kararı ancak Lozan Antlaşmasıyla
kabul etmiştir.

3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litowsk Antlaşmasıyla Rusya, Kars, Ardahan ve

Batum’u Osmanlı Devletine geri verdiği zaman Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında
imzalanan 1 Temmuz 1918 tarihli ek anlaşmanın 6.maddesi uyarınca İngiltere’nin
Kıbrıs’ı Türkiye’ye geri vermesi gerekirdi. Ancak İngiltere Osmanlı Devleti’nin içinde
bulunduğu zor durumdan yararlanarak buna yanaşmamış ve 24 Temmuz 1923’de
imzalanan Lozan Antlaşmasının 20.maddesiyle Kıbrıs’ı geri vermiştir (Cicioğlu,2001;22-
23).

Kıbrıs İngiltere’nin eline geçtikten sonra, Adadaki Türkler Türkiye’den
kopmamışlar ve Anadolu’nun bir parçası olan Kıbrıs’ın Yunanistan’ın ilhakı için
Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları tarafından yapılan türlü girişime karşı çıkmışlardır.

Kıbrıs’ın İngilizlere geçmesiyle birlikte Yunanistan Kıbrıs’ta Enosis1 arzusunu
güçlendirmek için komiteler kurmuştur.

1928 yılında Yunanistan, İngiltere, Rusya ve Fransa’ya bir nota vererek ilk kez
resmen Enosis fikrini ortaya atmış ve adanın kendisine bağlanmasını istemiştir. Enosis
politikasının yakın hedefi, bugün için Rum egemenliğinde tüm Kıbrıs’ta hakim olacak
bir Rum Cumhuriyeti’nin kurulması ve Türk halkının azınlık statüsüne düşürülmesidir.

I.    ve II. Dünya Savaşları arasındaki dönemde Kıbrıs’ın kaderi İngiltere’nin
kararıyla çizilmiştir. İngiltere adanın Yunanistan’a bağlanmasına daima karşı çıkmış ve
bu arada Enosis taraftarları faaliyetlerini etkin bir şekilde sürdürmeye devam etmiştir. Bu
arada 1941 yılında Kıbrıs’ta “Emekçi İlerici Halk partisi (AKEL) kurulmuştur. AKEL,
Enosis’in öncüsü olarak ortaya çıkmış ve İngiliz karşıtı olduğu için üyelerinin sayısı hızla
çoğalmıştır (İsmail,1992;25).

II.Dünya    Savaşı sonrasında meydana gelen iki önemli değişiklik uluslararası
sistemin yapısını değiştirdiği gibi, Türk-Yunan ilişkilerinin biçimlenmesinde de rol
oynamıştır. Bunlar, soğuk savaş ve sömürgelerin self determinasyon hakkına dayanarak
bağımsızlıklarını ilan etmeleridir. Self determinasyon hakkına dayanarak sömürgelerin
bağımsızlık kazanmaya başlamaları Kıbrıs sorununu gündeme getirerek Türk-Yunan
ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir (Fırat,2001,593).

Kıbrıs Rumları, Yunanistan’a bağlamak istediklerini gerçekleştirmek için,
gündeme gelen self determinasyon (halkın kendi kendini idaresi) parolası ile Kıbrıs
meselesini Birleşmiş Milletler (BM)’egötürmeye karar vermişlerdir. 26 Eylül 1950

yılında Kıbrıs Meselesi ilk defa BM önüne getirilmiştir.

1950’li yıllarda adada tırmanışa geçen bağımsızlık istekleri sonucunda adada
bulunan topluluklar (Rumlar ve Türkler) ile ilgili devletler (İngiltere, Yunanistan ve
Türkiye) arasında Londra ve Zürih’te yapılan anlaşmalar uyarınca 1960 yılında Kıbrıs
Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak kısa bir süre sonra adada Rumların adayı Yunanistan’a
ilhak etmelerinden kaynaklanan sorunlar baş göstermiş, gerilim giderek tırmanmıştır.
1967 yılında Yunanistan’da iktidarı ele geçiren Albaylar Cuntasına bağlı olarak 1974
yılında adayı oldu-bittiye getirip Yunanistan’a bağlamak üzere Cumhurbaşkanı
Makarios’a karşı darbe düzenlenmiştir. Bu darbenin ardından, Nikos Sampson iktidara
gelmiştir. Adanın Yunanistan’a bağlanması demek olan bu durum karşısında da Türkiye,
Kıbrıs Cumhuriyetini kuran anlaşmalara dayanarak garantörlük hakkının bir gereği olarak
aynı yıl adaya müdahale de bulunmuştur ve adanın kuzey kesimi Türklerin kontrolüne
geçmiştir (Bozkurt,2001;14).

Türkiye’nin adaya müdahalesi tamamen savunma ve barış için gerçekleştirilmiştir.
Çünkü, adada Türk halkına karşı acımasız bir kıyım söz konusu olmuştur.

Kıbrıs Türk Barış Harekatı sırasında ele geçirilen bir planda, hangi Rum hangi
Türk’ü, ne zaman nerede ve nasıl öldüreceği ve nereye gömeceği belirtilmiş
bulunmaktaydı (Gürkan,2001,275).

Türkiye’nin müdahalesinden bir yıl sonra, Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştur.
Rum tarafının federasyonu kabul etmemesi ve görüşmelerin sonuç vermemesi üzerine de
1984 yılında Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyeti (KKTC) kurulmuştur. 1990 yılında Güney
Kıbrıs Rum Yönetiminin adanın tamamını temsilen Avrupa Birliğine tam üyelik
başvurusunda bulunması sonucunda ve Yunanistan’ında bir AB ülkesi olmasına bağlı
olarak Kıbrıs sorunu giderek daha karmaşık bir hale gelmiştir.

2. KKTC ve GKRY’nin Kıbrıs Konusunda İleriye Sürdüğü Tezler

Genel olarak bakıldığında, Kıbrıs’ta Federal sistemin uygulanması, BM ile Kıbrıs
Türklerinin inandıkları ve savundukları bir çözüm olarak görülür. Ancak Güney
Kıbrıs’lılarla Yunanistan bu çözümün Enosis’e giden yolu kapatacağını için sıcak
bakmamaktaydılar. Yunanistan ve GKRY, Kıbrıs Adası’nın tek hakimi olmak istiyor ve
bu adanın insanı olan Türklerin kendi topraklarında bir azınlık olarak yaşamasında ısrar
etmekteydiler.

Bu iki yönetimin tezleri göz önüne alıp incelendiğinde aynı kavrama verilen
anlamların ve getirilen açıklamaların birbirine zıt amaçlar içerdiği görülmektedir. İleri
sürülen tezler ve kavramlara tarafların verdiği anlamlar üzerinde inceleme yapıldığında,

Güney Kıbrıs tarafının beraberce yaşama şartından çok uzakta olduğu görülmektedir.
Türk tarafı, Kıbrıs’ta tek çözümün bağımsız, bağlantısız, yansız iki eşit bölge ve halktan
oluşan ve bağımsızlığı ve barışı çiğnenemez güvencelere bağlanmış olan federal bir
Kıbrıs istemektedir. Buna karşılık, Güney Kıbrıs’a göre Kıbrıs’ta istenen çözüm,
bağımsız, bağlantısız, yansız toprağı bütün “üniter federal” bir devletti.

Güney Kıbrıs tarafının tezinde görülen “üniter federal devlet” şeklindeki ifade,
siyasi literatürde yeni ve anlamı olmayan bir açmazın sonucu olarak Makarios tarafından
ortaya atılmıştır. “Üniter devlet” ifadesi, Güney Kıbrıs tarafından Kıbrıs’ta bir taraf
olarak Türk’ü hiçbir şekilde ciddiye almadığını gösterirken, federal kavramı da siyasi ve
güncel gerçeklerin bir zorlaması olarak görülmektedir. Ayrıca, Güney Kıbrıs tarafı
bağımsızlık derken sorumsuz bir bağımsızlığı kastetmekte, Türk tarafı ise, Türkiye’nin
garantörlüğünü şart olarak öne sürerken sorumlu bağımsızlıktan söz etmektedir. Kıbrıslı
Türklerin 1960’lardan beri karşılaştıkları bir başka gerçek de, Güney Kıbrıslıların altına
imza attıkları anlaşmaları daha sonra inkar etmeleridir. İyi niyetle bağdaşmayan bu
davranışlar, Kıbrıs sorununu nihai bir çözüme ulaşmasını da sürekli olarak engellemiştir
(İNAF,1992;45-98).

Kıbrıs Türkleri tarihi süreç içinde hep değişken koşullara uygun olarak değişen bir
takım hedefler benimsemişlerdir. Ancak esas amaç her zaman Enosis’i önlemek ve Rum-
Yunan boyunduruğuna girmemek olmuştur.

1878-1930 döneminde “Ada eski ve asıl sahibine verilmelidir” denilirken, sonraları
1930’lu yıllarda ada artık hukuken de bir İngiliz toprağı olduktan sonra, Enosis
tehlikesine karşı İngiliz yönetiminin devamı, ancak Türk halkının haklarının korunması
savunulmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra ise, muhtariyet görüşü savunulmaya
başlamıştır. 1950 Plebisitinden sonra ve EOKA'2’nında eyleme geçmesinin ardından
savunulan “TAKSİM” fikri Kıbrıs Türk halkının self determinasyon hakkına sahip
çıkılması görüşünden kaynaklanmıştır (İsmail,1992;48).

Bağımsızlık söz konusu olmaksızın “özerk siyasal yönetim” sahibi olma anlamına
gelen self-determinasyon fikrini öne süren Rumlar, bu sayede Enosis’i amaçlamışlardır
(Oran,2001;594).

GKRY, eğer bunu gerçekleştirebilselerdi, Kıbrıs Türkleri de yine bu haklara
dayanarak TAKSİM, yani kendilerine ait olan bölümün Türkiye’ye bağlanmasını
gerçekleştireceklerdi. TAKSİM fikri, birçok noktadan o günlerde Enosis’e karşı ileri
sürülen en doğru tez olmuştur. Her şeyden önce, Türklerin can ve mal güvenliğini
koruyacak bir formül olmuştur. Ayrıca bu tez, Kıbrıslı Türklerin, self-determinasyon
hakkına sahip çıktığının ve adada ayrı bir halk bulunduğunun ifadesi olduğunu
göstermektedir. Rumların Enosis talepleri karşısında Türk halkının bu yolla self
determinasyon hakkına sahip çıkması, tek yanlı bir Enosis gerçekleşmesi olasılığını
ortadan kaldırmıştır. İki halk arasında başlayan çarpışmalar sonucu, Rumların savunduğu
Enosis ve Türklerin savunduğu TAKSİM’e karşı bir orta yol olarak, adanın bağımsızlığı
fikri doğmuştur. Bu fikrin, İngiltere, Yunanistan, Türkiye ve Amerika Birlişik Devletleri
(ABD) tarafından benimsenmesinden sonra 11 Şubat 195 8’de Zürih Antlaşması ve 19
Şubat 1959’da da Londra antlaşması imzalanmıştır. Böylece Kıbrıs’ta, iki halkın ortak
egemenliğinde ve yönetiminde iki toplumlu bir Cumhuriyet doğmuştur
(Bozkurt,2001;14).

Bu antlaşmaların genel hatlarına bakıldığında ise şunlar görülür; Bu Cumhuriyetin
Cumhurbaşkanı Rum ve Yardımcısı Türk olacaktı. Bakanlar Kurulu 7 Rum ve 3 Türk
üyeden, Temsilciler Meclisi 35 Rum ve 15 Türk üyeden, Cumhuriyet Ordusu 60-40 ve
memur kadroları 70-30 oranı ile her iki toplum fertlerinden oluşacaktı. Her iki toplumun
kendi içişlerine bakacak birim Cemaat Meclisi olacaktı. Bu meclis toplumsal harcamalar
için vergi koyma hakkına sahip olacak ve resmi dil Türkçe ve Rumca olacaktı. Ayrıca
Cumhurbaşkanı yardımcısı veto yetkisine sahip olacak ve önemli konularda Türk üyelerin
ayrı oy çoğunluğu gerekli olacaktı. ENOSİS ve TAKSİM ise bu noktada yasaklanmıştı
(İsmail,1992;54).

Zürih ve Londra anlaşmalarına ek olarak, Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan arasında
imzalanan Garanti Anlaşması, Kıbrıs Cumhuriyetinin herhangi bir devletle tamamen veya
kısmen herhangi bir siyasi veya iktisadi birliğe katılmamasını taahhüt eder. Yine bu
anlaşmanın I.maddesinde şu ifadeye yer verilmektedir; “ortak veya anlaşarak hareket
mümkün olmadığı taktirde garanti veren her üç devletten her biri, bu anlaşma ile kurulan
düzeni tekrar kurmak amacı ile harekete geçmek hakkını saklı tutarlar
(Mendelson,2001;1).

Görüldüğü gibi Türkiye 1974 Barış Harekatını işte bu anlaşmanın I.maddesinin
kendisine verdiği hakka dayanarak yapmıştır. Yani 1974 Barış Harekatı, uluslararası bir
anlaşmanın yüklediği sorumluluğun yerine getirilmesidir (Gürkan,2001,277).

Bu yüzden Rum-Yunan Yönetimi sürekli olarak Garanti Anlaşmasına saldırmakta
ve bu hakkın korunması için ısrar edilmesi, en azından tek yanlı müdahale hakkından
taviz verilmemesi halinde olası bir anlaşmanın imzalamayacağını söylemektedir. Nitekim
1964 yılında Makarios, 1960 antlaşmalarının tek yanlı olarak feshedildiğini açıklamıştır.
Bunun üzerine Türkiye başvuruda bulunmuştur. 4 Mart 1964 tarihli karardan sonra, adada
BM Barış gücü ordusu kurulması kararlaştırılmıştır.

3. Kıbrıs-AT İlişkileri

Kıbrıs ve AT, ilişkileri, Kıbrıs’ın 16 Ağustos 1960 tarihinde bağımsız bir devlet
olarak uluslararası sistemde dış politikasının bağlantısızlık üzerine kurulmasıyla beraber,
1962 yılında AT’ye ortaklık başvurusunda bulunmasıyla başlamıştır. O günden bu güne
gelinen süreçte, GKRY’nin AB tarafından 1Mayıs 2004’teyılında üyeliğe kabul
edilmiştir..

Kıbrıs’ın AT’ye üyelik için başvurusunun nedenlerine bakıldığında, ekonomik
etkenin ön plana çıktığı görülür. Çünkü Kıbrıs, İngiltere’nin AT’ye tam üye olması
durumunda ekonomisinin olumsuz yönde etkileneceğini düşünmekteydi. Ayrıca Kıbrıs,
daha çok bir tarım ülkesi özelliği göstermektedir. İngiltere’ye ihraç edilen tarım ürünleri,
toplam tarım ürünlerinin %70’ini oluşturmaktaydı. Bu durumda ürünlerin gümrüklü
olarak İngiltere pazarına girmesi durumunda Kıbrıs ayrıcalıklı konumunu
kaybedebileceği sonucu, ihracatının çok ciddi bir biçimde zarar göreceği endişesi vardı.
Ortaklık Antlaşması için yapılan başvurunun hemen ardından Kıbrıs’ta toplumlar arası
çatışmalar başlamıştır ve Türk toplumu temsilcileri ortak hükümetten fiilen ayrılmak
zorunda kalmıştır. Bununla birlikte, AT ile görüşmeler sürdürüldü ve Kıbrıs Hükümeti
adına Rum toplumunun temsilcileri tek başlarına müzakereleri yürüttüler ve 19 Aralık
1972 tarihinde AT ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında ortaklık Antlaşması imzalandı.
Böylece Kıbrıs, Yunanistan (1962), Türkiye (1964) Malta’dan sonra AT ile ortaklık
ilişkisine giren dördüncü ülke oldu (Fırat,2000;244-245).

Kıbrıs Rum tarafının AT’ye Türk tarafı olmaksızın katılmasının nedeni, Batı
Avrupa’da kurulmakta olan ve içerisinde Yunanistan’ında yer aldığı siyasal bir birliğin
dışında kalmak istememesi ve ticari tavizlerden Kıbrıs Cumhuriyeti adına tek taraflı
olarak yararlanmak istemesidir. Ortaklık Antlaşması 1973 yılında yürürlüğe girmiştir.

Bilindiği gibi Kıbrıs Türk Toplumu, 1963’ten itibaren hükümetten çekildiği için
AT ile Kıbrıs arasında Ortaklık Antlaşması’nın imzalanmasına yönelik görüşmelere
katılmamıştır. Dolayısıyla, bu antlaşmanın imzalanmasında herhangi bir katkısı da
olmamıştır. Bununla birlikte Türk toplumu adına antlaşmaya karşı çıkan, Denktaş’ın AT
ile ortaklık ilişkisi kurulmasını ilke olarak, ideolojik ya da ekonomik nedenlerle karşı
çıktığını söylemek pek mümkün değildir.

Denktaş, söz konusu durumu anayasaya aykırı olduğunu vurgulamış ve söz konusu
antlaşmanın 5.maddesinde belirlenen iki toplum arasında ayrımcılığın önleneceğine dair
ilke getirilmiş olmakla birlikte, bu ilkeye aykırı davranışlarda bulunacaklarla ilgili ihtiyari
tedbir getirilmemesini eleştirmiştir (Fırat,2000;246-247).

Denktaş, İtalya’nın Lefkoşe Büyükelçisine yazdığı mektupta; Antlaşmanın Türk
tarafının haklarını korumaktan uzak olduğu, iki taraflı antlaşmaya Türklere danışılmadan
gidildiği taktirde AT’nin Rumlara “De Facto” durumlarını sağlamlaştırmalarına dolaylı
olarak yardım edeceğini, Rumların da gerçek niyetinin adanın Yunanistan’a bağlamak
olduğunu belirtirken, ortaklık antlaşmasına karşı oluşunun nedenlerini ortaya koymuştur
(Andiç,2002).

Gerçekten de hukuki duruma açıkça aykırı olan bu antlaşma, uluslararası politika
da, her zaman hukuk kurallarının geçerli olmadığının en somut kanıtı olarak göze
çarpmaktadır.

Bu antlaşmanın, ekonomik boyutu da başka bir önem arz etmektedir. AT tarafından
yapılan mali yardımlarda da eşitlik ilkesi gözetilmemiş, ekonomik olarak adanın dengeli
kalkınması ve ayrımcılık yapılmaması gerekirken, siyasal olarak adanın tümünün resmi
temsilcisi olarak sadece Rum Hükümeti’ni tanıdığı için, alınacak kararları Rumların
“vize”’sine tabi kılınmıştır. Bir örnek verilecek olursa; 1978’deki 1.Mali Protokol
uyarınca beş yılda yapılan toplam 30 milyon ECU’lük yardımın 24 milyonu Rum kesimi,
6 milyonu Türk kesimi almıştır. Mali yardımların dışında AT destekli ortak yatırım
projelerine bakıldığında Kıbrıslı Türkler açısından durum daha da kötüleşmektedir. Bu
projelerde sadece Lefkoşe Kanalizasyon projesi Türk tarafında gerçekleştirilmiştir
(Fırat,2000;250-251).

AT Kıbrıs’la ortaklık ilişkisinde muhatap olarak başlangıçtan itibaren Kıbrıs Rum
Hükümetini kabul etmekle birlikte, Kıbrıs sorununa bakış açısı, Topluluğun kendi içinde
ve uluslararası sistemde yaşanan çekişmelere paralel olarak farklılıklar göstermiştir.

1972 yılında, Kıbrıs ile Ortaklık Antlaşması imzalayan AT, aynı dönemde gerek
Yunanistan gerekse Türkiye ile ortaklık ilişkisi içinde bulunuyordu. 1974’te Kıbrıs’ta
yaşanan Yunanistan destekli darbe girişimi ve Türkiye’nin adaya müdahalesi üzerine
aldığı tavırda sorunun üç tarafı ile aynı nitelik ilişkisi içinde bulunmasının etkisi
olmuştur. 1974 sonrasında yayınlanan bildirilerde bir yandan Kıbrıs’ın toprak
bütünlüğünü ve bağımsızlığına verilen önem belirtilirken öte yandan Kıbrıs’taki iki
toplum arasında görüşmeler yoluyla, kalıcı ve adil bir çözüm biçimi bulunması gerektiği
vurgulanmıştır. Bu dönemde, AT, taraflardan birinin görüşünü benimseyen tutum içine
girmekten kaçınmıştır (Andiç,2002).

Ancak AT’nin bu tutumu Yunanistan’ın Topluluktan üyelik başvurusu üzerine
değişmeye başlamıştır. Değişimin ilk işaretleri 29 Ocak 1976’da AT Komisyonunun
Yunanistan’ın tam üyelik başvurusuna ilişkin görüşü de şöyle yer almaktadır; “şimdiye
değin Topluluğun, Yunanistan ve Türkiye ile ilişkilerindeki denge, ifadesini her iki
ülkenin farklı takvimlerde de olsa son hedef olarak tam üyelik olanağına sahip ortaklık
statülerindeki özdeşlikte bulmaktaydı” dedikten sonra “gelecekte Topluluktaki Yunan
üyeliği ise, bu dengeye kaçınılmaz bir biçimde yeni bir unsur getirecektir” sözleri
eklenerek, Topluluğun tutumunda değişiklik olacağının ipuçları veriliyordu.
Yunanistan’ın 1981 yılında tam üyeliğinden sonra Kıbrıs konusunda AT’nin tutumu
belirgin bir değişiklik göstermiş, Yunanistan tam üye olarak Topluluğun kararlarında
belirleyici rol oynamaya başlamıştır (Fırat,2000,251-252).

Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin AT’ye tam üyelik başvurusu sonrası gelişmelere
bakıldığında şunlar görülür;

Bilindiği gibi bu dönem, uluslararası sisteminde eski dengelerin değiştiği, soğuk
savaşın sona erdiği bir ortam içinde bulunmaktaydı. Bu durum, ABD-SSCB arasındaki
uluslararası sorunlara yaklaşım farklılığının ortadan kalkması öncelikle Kıbrıs olmak
üzere bölgesel sorunların çözümünün kolaylaştığını düşündürmüştür. Ancak aşağıda
görüleceği gibi sanıldığının aksine bu gerçekleşmemiştir.

Bu gelişmeler doğrultusunda, BM ve AT, Kıbrıs sorununun çözümü için
girişimlerde bulunmaya başlamıştır. BM çerçevesinde Kıbrıs sorununun çözümü
konusunda yapılan girişim Denktaş’ ın ödün vermemesi üzerine sona ererken, ikinci
girişim AT’den gelmiştir. AT bu konuda yapılacak en akıllı işin Denktaş’ı devreden
çıkarmak ve Türkiye ile yapılacak pazarlık sonucunda Kıbrıs sorununa çözüm bulunması
gerektiği düşünmekteydi. Bunun için Türkiye’nin AT’ye üyeliğinin koşullarından biri
olarak Kıbrıs öne sürülmeye başlandı. AT bu düşüncesini Haziran 1990’da Dublin
Zirvesinden sonra yayınlanan bildiride uygulamaya koymuş, Türkiye’nin Toplulukla
ilişkilerinin Kıbrıs sorununun başlangıcını belirtmiştir (Andiç,2002).

Kıbrıs sorununa çözüm arayışları, bir yandan BM çerçevesinde aranırken diğer
yandan AT, Türkiye üzerinde baskılarını artırmış, Kıbrıs Rum Hükümetinin AT’ye tam
üyelik için başvuruda bulunması sorunu yeni bir boyut eklemiştir. GKRY’nin başvurusu
üzerine yapılan incelemeler sonucunda AT Bakanlar Konseyi, 19 Ekim 1993’te AT
Komisyonu raporu doğrultusunda, Kıbrıs’ın üyelik talebine olumlu bakmış ve Kıbrıs ile
1995’te tam üyelik sürecini başlatan kararı almıştır.

Bilindiği gibi 24 Haziran 1994 yılında Korfu Adası’nda gerçekleştirilen AB zirve
toplantısından sonra yayımlanan “Beyaz Sayfa” adlı sonuç bildirgesinde ise Kıbrıs ve

Malta’nın Birliğin genişleme programına alındığı, AB üyeliğine buradan sonra
alınacaklar içinde bu iki ülkeye öncelik tanınacağı resmen açıklanmıştır (Fırat,2000;255).

KKTC (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti)’nin başvuruya karşı tutumuna genel
olarak bakıldığında, Kıbrıs’ta bir uzlaşma sağlamak için BM gözetiminde sürdürülen
görüşmeler devam ederken, Rum kesiminin 3 Temmuz 1990 tarihinde Avrupa Birliği'’e
üyelik başvurusunda bulunması ve bu tek taraflı ve kurucu antlaşmalara aykırı
başvuruların amacının ekonomik değil siyasi olduğu görülmektedir.

Bu olayın hemen ardından Rauf Denktaş, 12 Temmuz’da bir muhtıra yayınlamış ve
sadece tek tarafın AT’ye üyeliğinin doğuracağı sakıncaları ifade etmiştir.

Glafkos Klerides, “Avrupa Birliği’ne girildiğinde, 1960 Garanti Antlaşmasının iki
kesimlilik ve global mal mülk değişimi dahil Kıbrıs Türkleri’nin olası bir anlaşma ile
elde edecekleri hak ve güvencelerin Avrupa Birliği normlarıma göre geçersiz
addedebileceğini, tüm Rum göçmenlerin Kuzey’e geri döneceğini ve bu sayede
Yunanlılığın Kıbrıs’ta son hedefine ulaşmış olacağını” açıklamıştır. Klerides’in bu
açıklamasından da anlaşılacağı gibi, Rumların Avrupa Birliği üyeliğinden amaçları
Türkiye’nin Antlaşmalarla tescil edilmiş Kıbrıs üzerindeki etkin garantisini ortadan
kaldırarak, 1923 Lozan Antlaşmasının bir uzantısı olarak Kıbrıs’ta tesis edilen Türk-
Yunan dengesini kendi çıkarları yönünde tek taraflı bozmaktı. Avrupa Birliğinin Kıbrıs
Türk tarafının haklı itirazlarına rağmen Rumların “meşru hükümet” ünvanı altında yaptığı
tek taraflı başvurusu kabul ederek işleme koyması, Rum tarafının Kıbrıs konusundaki
uzlaşmazlığını daha da artırmıştır. Rum tarafı Kıbrıs’ta varmak istediği hedefe zaten
Avrupa Birliği üyeliği yoluyla ulaşacağı beklentisi içine girerek, o ana kadar belirlenmiş
olan çözüm parametrelerine sırt çevirmiştir. Böylece “toplumlar arası görüşmeler” ve “iki
kesimli federal çözüm” çabaları fiilen ortadan kalkmış olmuştur (Denktaş,2001).

4. Tam Üyelik Başvurusu Karşısında Türkiye’nin Politikası

Kıbrıs Rum Hükümetinin AT’ye üyelik başvurusu Türkiye’de de tepkiyle
karşılanmıştır. Türkiye’nin bu yeni gelişme karşısındaki tutumu iki yönlü olmuştur;bir
yandan Dışişleri Bakanı Ali Bozer başvurunun hukuki temelden yoksun ve geçersiz
olduğuna dair demeçlerle Ankara’nın olumsuz tepkilerini dile getirirken, öte yandan
KKTC ile mütabakat metni imzalanarak ekonomik ve sosyal ilişkileri derinleştirme kararı
almıştır.

Bu karar çerçevesinde, iki ülke arasında gümrük birliği hedefinin gelişen şartlara
göre dikkate alınması ve seyahatlerde pasaportun kaldırılarak kimlik belgesinin yeterli
olması konusunda niyet bildirilmiştir. Böylece Türkiye, gerekirse KKTC ile
birleşebileceği havası yaratarak “uyarı” niteliğindeki fiili tepkisini ortaya koymuş oldu
(Fırat,2002;453).

BM Genel Sekreteri Cuellar ise 11 Eylülde bir basın toplantısı yaparak, Rum
başvurusu incelenirken sorunun çözümünün iki tarafın rızasıyla varılacak kapsamlı bir
antlaşmayı gerektirdiği gerçeğinin yanı sıra, BM Güvenlik Konseyinin 649 sayılı
kararının adada çözümü güçleştirecek adımlardan kaçınılması isteğini de hatırlatmıştır.
Eylül ayında Avrupa Topluluğu Konseyi’nin başvuruyu incelemeye alma kararı üzerine
Türkiye, resmi tepkisini alt düzeyde tutmuştur. Bu, Ankara açısından bir sürpriz
oluşturmamakta ise de Türkiye’nin sınırlı tepki göstermesinin nedeni karar vericiler
arasındaki görüş ayrılığı olmuştur. Dışişleri Bakanı, Topluluk Konseyinin bu kararından
sonra daha aktif davranması gerektiğini savunurken, Cumhurbaşkanı Özal, Kıbrıs
dolayısıyla AT ile ilişkilerin yıpratılmaması gerektiği inancından hareketle, Kıbrıs
politikasında daha temkinli bir yaklaşım sergilemiştir (Fırat,2000;258-259).

1991’de BM ve ABD heyetleri ile görüşmelerde Özal’ın sergilediği bu esnek tutum
BM Genel Sekreteri Butros-Gali’yi umutlandırarak, üst düzey bir buluşmanın
gerçekleşebileceği yönünde düşünceler doğmasına yol açmıştır. Butros-Gali, Özal’ın
Denktaş’ ı toprak paylaşımı konusunda gerekli tavizleri vermeye ve bir miktar Rum
mültecinin kuzeye dönmesini kabul etmeye zorlayacağına ikna olmuştur. Ancak
Yunanistan ve Rum kesimi Özal’ın dört taraflı görüşme önerisini reddederek onun yerine
Güvenlik Konseyi’nin daimi beş üyesinin de yer alacağı uluslararası konferans çağrılarını
yinelemişlerdir (Bölükbaşı,2001;300).

Yunanistan ve GKRY tarafından sunulan önerileri Türkiye kabul etmemiştir. BM
nezdinde çözüm için yapılan görüşmelerin hiç biri sonuç vermemiştir. Tüm bunlardan
sonra 1994 yılında Korfu zirvesinde Kıbrıs’ın AB genişleme programına alınması kararı
üzerine, KKTC Meclisi 29 Ağustos 1994 tarihli 47 sayılı kararıyla yeni bir politika
başlattığını ilan etmiştir. Buna göre; Kıbrıs eşit ve siyasal ve hukuksal statüye sahip iki
halktan biri olduğu kabul edilmeden “güven artırıcı önlemler” görüşmelerini sürdürmek
anlamlı değildir. Yine bu kararla KKTC meclisi daha önce almış olduğu federasyonu tek
çözüm şekli olarak gören kararlarını yürürlükten kaldırmıştır.

5. AB-Kıbrıs Tam Üyelik Görüşmeleri

6 Mart 1995 tarihi, gerek Türkiye gerekse Kıbrıs için AB ile ilişkilerde bir dönüm
noktası olmuştur. Çünkü bu tarihte, Türkiye-AB ortaklık Konseyi toplantısında Gümrük
Birliği kararı imzalanmıştır. AB, Türkiye’de 1996 başından itibaren AB ile Gümrük
Birliğine geçmesinin ön koşulu olarak, Rum kesimi ile AB arasında 1996 hükümetler
arası konferansının ardından başlayacak olan tam üyelik görüşmelerine itiraz etmemesini
istemiş, Murat Karayalçın’ın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Türkiye, önce bu
konudaki talebe sözlü olarak muvafakat etmiş, ardından Kıbrıs konusunda resmi tutumu
deklere eden bir bildirge yayınlamıştır.

Söz konusu bildirgede Türkiye şu görüşleri dile getirmiştir (Ülger, Ertan
Efegil,2001;2-3):

•    Bir çözüm olsa dahi, Kıbrıs Türkiye’den önce AB’ye giremez. Zira bu Türkiye ile
Yunanistan arasındaki hassas dengeyi bozacaktır.

•    Türkiye 1960 Antlaşmaları ve bunlardan doğan haklarını saklı tutmaktadır.

•    İçinde Yunanistan’ın bulunduğu AB, Kıbrıs sorununun çözüm yeri değildir.

•    Buna rağmen GKRY’nin AB üyeliği ileri götürülürse, Türkiye’de KKTC ile
benzeri bir bütünleşmeye gitmek durumunda kalacaktır.

Bütün bunlara rağmen, ekonomik etkileri bir yana, siyasi açıdan birçok olumsuz
özellik taşıyan Gümrük Birliği Antlaşması imzalanmış ve bu antlaşmanın 16.maddesi
uyarınca Türkiye’nin 2001 yılına kadar, GKRY ile ticaret antlaşmasını imzalamak
durumunda olması ise, bir başka sakıncalı yön ortaya çıkarmıştır. Çünkü bu antlaşma ile
Türkiye ilk defa, şimdiye kadar tanımadığı bir ülkeyi muhatap kabul etmiş oluyordu.

Görüldüğü gibi birçok yönden sakıncalı olan bu antlaşmanın imzalanması
Türkiye’de sadece oy kaygısı güden o dönemki iktidarın bir ürünü olarak ortaya çıktığı
söylenebilir.

Türk kamuoyunda artan tepkiler ve KKTC’deki rahatsızlık, Cumhurbaşkanı
Demirel’i harekete geçirmiş ve Denktaş’la yapılan görüşme sonucunda, 28 Aralık 1995
tarihinde KKTC ve Türkiye arasında ortak bir deklârasyon yayınlanmıştır. Bu
deklârasyonda ancak, Federal Kıbrıs’ın Türkiye ile birlikte AB’ye tam üye olabileceği
belirtiliyordu.

AB-Türk Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorununa olan etkilerine bakıldığında ortaya
çıkan durum şu biçimdedir; 1997 başında Türkiye, AB ilişkilerinde yeni bir gelişme
umuduyla Kıbrıs konusunda yumuşamaya gidileceğine dair işaretler vermeye başladı. 24
Şubat 1997’de, AB Dışişleri Bakanları toplantısından sonra yapılan açıklamalarda yer
alan Kıbrıs’ta çözüm olmadan diyalog toplantılarının ve tam üyelik müzakerelerinin
gerçekleşmeyeceği, bu iki görüşmeye Türklerinde kabul edilmesi gerektiği, bölünmüş bir
Kıbrıs’ın Birliğe alınamayacağı, ancak çözümden sonra tüm ada için üyeliğin söz konusu
olabileceği yönündeki sözler, AB’nin 1995 kararlarından farklı bir politikaya yöneldiği
izlenimini veriyordu. Gerek yayınlanan ortak deklârasyon ile Türkiye’nin tutumunu
sertleştirebileceği izlenimini vermiş olması gerek hükümetin büyük ortağı RP’nin AB
karşıtı söylemi, AB’nin Ankara üzerindeki baskısını azaltma kararı üzerinde etkili olmuş
olabilir. Ancak bu geçici yumuşama, koşulların değiştiği Temmuz ayında sona ermiş ve
gerilimli ilişkiler yeniden başlamıştır (Andıç,2002).

Bilindiği gibi Avrupa Komisyonu 16 Haziran 1997 tarihinde Gündem 2000 adlı bir
belge yayınlamıştır. Bu belge esas itibarıyla Avrupa Birliğinin geleceğine yönelik bir
değerlendirmeler bütünüdür. Bu belgede AB’nin 21 .yüzyıldaki güçlenme ve genişleme
stratejisi ortaya konmakta ve bu stratejiyi içeren alanlan hesaplamaktadır.

1997 yılı sonunda gerçekleşen Lüksemburg zirvesinde Gündem 2000 kapsamında
genişlemeye yönelik tavsiyelerin değerlendirilip kabul edilmiş ve 5 ülkenin (Macaristan,
Polonya, Çek Cumhuriyeti, Estonya ve Slovenya) yanı sıra Kıbrıs ile de müzakerelerin
başlatılması öngörülmüştür. Bu noktada Kıbrıs’ın Gündem 2000 kapsamında Komisyon
tarafından tam üyelik müzakerelerinin başlaması tavsiye edilmekle birlikte genişleme
sürecinde ilk gruba dahil edilmesi dikkat çekicidir, bu bakımdan ilk grup içinde de başlı
başına ayrı bir konumda değerlendirildiğinin bir göstergesidir (Baydarol,1998;33).

Bu kararlar doğrultusunda genişleme sürecine dahil olan ülkeler iki grup
oluşturuyordu. Her iki grupta da yer almayan Türkiye, bu zirvede ayrı bir kategoride ele
alınmış ve Luksemburg Zirvesi Başkanlık Bildirisi’nin 31 ile 36. paragrafları Türkiye
konusuna ayrılmıştır.

Buna göre, Türkiye’nin tam üyelik ehliyeti vurgulanıyor, diğer adaylarla aynı
kriterlerle değerlendirileceği belirtiliyordu.

Öte yandan aynı maddenin 35.paragrafındaki ifadeler zirvenin ertesi gün
Türkiye’nin AB ile siyasi diyalogunu kesmesine yol açmıştır. Bu ifadelerde şu konular
yer alıyordu:

•    AB seviyesinde insan haklarının korunması

•    Azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması

•    Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin tatminkar ve istikrarlı bir noktaya
“Uluslararası Adalet Divanı”na başvuru yolu da dahil olmak üzere çözüme
kavuşturulması

•    Birleşmiş Milletlerin ilgili kararları doğrultusunda Kıbrıs’ta siyasi bir çözüm
bulunması için Türkiye’nin desteği yaklaşımlar

Bu kararlar, dönemin Türkiye Hükümeti tarafından Türkiye’nin tam üyelik
sürecinden dışlanarak hakkaniyet sınırlarını aşar şekilde Yunanistan tezlerinin bir ön
koşul olarak Türkiye’ye dayatılması olarak algılanmış, Zirveyi takip eden 14 Aralık 1997
günü yapılan resmi açıklamayla Avrupa Birliği ile olan siyasi diyalogun askıya alındığı
açıklanmıştır (Baydarol,1998;3).

Avrupa Birliği’nin genişleme ve derinleşme çabalarının ele alındığı Luksemburg
Zirvesinde bir yandan bütünleşmenin daha ileri bir aşamaya taşınması, Ekonomik ve
Parasal Birlik aşamasına geçilmesinin sınırları belirlenmiştir. Türkiye’nin dışlandığı bu
Zirve’de AB’ye aday olarak belirlenen, 11 ülke arasında “Kıbrıs Cumhuriyeti” de yer
almış ve 1998 Mart ayında Çek Cumhuriyeti, Estonya, Slovenya, Polonya ve Macaristan
ile eşanlı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti ile AB arasında tam üyelik görüşmeleri başlamıştır.

AB’nin Kıbrıs Rum Hükümetiyle adanın bütünü adına tam üyelik görüşmelerini
başlatması üzerine, aynı gün, Türkiye-KKTC Ortaklık Konseyi toplanmış ve ilişkileri
geliştirme doğrultusunda kararlar alınmıştır. Ortaklık Konseyi Deklârasyonunda AB’nin
Güney Kıbrıs Rum Yönetimiyle tam üyelik müzakerelerini başlatmasının ada için
yaratacağı ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunları Türkiye ve KKTC’nin kabul
etmeyecekleri Kıbrıs sorununun mahiyetinin değiştiği ve daha önce öngörülen çözüm
çerçevesi ve parametrelerin ortadan kalktığı, bundan böyle adada iki devletin varlığı
kabul edilmedikçe çözüm yolunda ilerlemenin mümkün görülmediği, iki ülke arasında
siyaset, ekonomi, kültür, güvenlik ve eğitim alanlarında ilişkilerin derinleştirileceği
belirtiliyor ve somut projeler sıralanıyordu (Fırat,2002;476).

Görüldüğü gibi Lüksemburg Zirvesi sadece AB ile ilişkilerini değil, aynı zamanda
Kıbrıs politikasını da değiştirmiştir. AB bu zirvede de taraflı davranarak Yunanistan’ın
isteği doğrultusunda davranış eğilimi göstermiştir.

6. Helsinki Zirvesi İle Birlikte Yaşanan Gelişmeler

10-11 Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de gerçekleştirilen ve Türkiye ile AB
arasındaki ilişkiler bakımından bir dönüm noktası teşkil eden, Türkiye’nin alınan kararlar
doğrultusunda aday ülke statüsünü kazandığı bu Zirve’de alınan kararların Türkiye’yi
doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren maddelerden ilki 4.maddedir.

Bu maddede Türkiye’nin doğrudan adı geçmemekle birlikte tek bir çerçevede 13
aday ülkenin varlığı belirtilmekte, aday ülkelerin tam üyelik sürecine eşit şartlar altında
katıldıkları ifade edilmektedir.

Helsinki kararlarının Türkiye’yi ilgilendiren bir diğer maddesi iki paragraftan
oluşan ve Kıbrıs sorununa ilişkin 9.maddesidir.

a.    Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık tarihinde New York’ta Kıbrıs meselesinin
kapsamlı bir çözümüne yönelik olarak başlatılan görüşmeleri memnuniyetle karşılar ve
BM Genel Sekreterinin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü
desteğini ifade eder.

b.    Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne
katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar
kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey’in üyelik konusundaki kararı,
yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda Konsey, tüm ilgili
faktörleri dikkate alacaktır (Güncel Haber,2000).

İlk olarak Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin aday ülke olarak gösterilmesi bir başarı
sayıldı ve Türk kamuoyunda sevinçle karşılandı. Ama bu sevinçler bir tartışmayı da
beraberinde getirdi. Bu tartışma, Türkiye AB üyeliği için Kıbrıs konusunda taviz verilip
verilmediği ile ilgilidir.

Maddeler incelendiğinde şu sonuç ortaya çıkar; Yani eğer Türkiye Kıbrıs sorunu
konusundaki çözüm önerilerini sonuca ulaştıracak adımlar atmazsa, AB sorunu
Türkiye’nin kabul edeceği biçimde çözülmesini beklemeden Güney Kıbrıs’ın üyeliğine
evet diyecektir. Bu, AB’nin Kıbrıs’ın üyeliğinde Türk tezlerinden biri olan önce Kıbrıs
sorununun kendi içinde halledilmesi konusunu zorunlu görmemesidir.

Görüldüğü gibi bu maddelerin içinde yer aldığı Helsinki kararlarının Türk
Hükümetince hiçbir itiraza gerek duyulmaksızın memnuniyet içinde karşılanması
Kıbrıs’ta taviz verilmiş mi sorusu için şüphe uyandırmaktadır.

AB’nin Kıbrıs Sorununu Türkiye’nin önüne bir şart gibi koyma eğilimi, Katılım
Ortaklığı Belgesinde de açıkça belli olmaktadır.

Bilindiği gibi 8 Kasım 2000 tarihinde Katılım Ortaklığı Belgesinde, Kıbrıs Sorunu
“ilkeler” bölümünden çıkarılıp “kısa vadeli öncelikler” bölümüne alınmıştır.

Bu konuyla ilgili olarak Başbakan Ecevit, “Katılım Ortaklığı Belgesindeki Kıbrıs
şartı, Helsinki’deki haklarımızı geri alıyor” derken gerek kendisi gerekse diğer iktidar
ortağı partilerin liderleri Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz, konuyla ilgili sert ve AB’ye
karşı tavizsiz açıklamalarda bulunmuşlardır. Liderler, gerekirse AB’ye adaylıktan
çekilebileceklerini bildirmişlerdir (Fırat,2002;359).

Bu gelişmelerden sonra 4 Aralık 2000’de Brüksel’de toplanan AB Dışişleri
Bakanları Kıbrıs ve Ege konusunu “ön şart” olarak getirmeyip “güçlendirilmiş siyasi
diyalog “ başlığıyla düzenlediler. ABD’nin de devreye girmesiyle Katılım Ortaklığı
Belgesi, Türkiye'’in istediği yönde düzenlenmiş oldu.

Katılım Ortaklığı Belgesinde Kıbrıs konusu şu şekilde yer almaktadır:

“Helsinki sonuçları bildirgesine uygun olarak siyasal diyalog bağlamında, Helsinki
Sonuçları Bildirgesinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs
sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik
çabalarını güçlü bir biçimde desteklemek” tir (Katılım Ortaklığı Belgesi,2000).

Görüldüğü gibi AB’nin Helsinki’de Türkiye’nin üyeliğe aday ülke olarak kabulü
kararındaki tutumu Kıbrıs sorununun çözümünde yardımcı ve teşvik edici nitelikte
değildir. Aksine bu tutumu bir tehdit olarak algılanması da söz konusudur. Çünkü,
Türkiye’nin AB üyeliğine aday ülke olarak kabul edilmesi ile Kıbrıs sorununun çözümü
ve Güney Rum Yönetiminin üyeliği konularını birbiriyle çelişkili yapmakta ve böylece
Türkiye’nin Kıbrıs’ta bazı ciddi ödünler vermesini zorlamak amacında olduğunu açığa
çıkarmaktadır.

9(b) maddesinde belirtilen, Kıbrıs’ta bir çözüme varılmadığı taktirde Kıbrıs’ın AB
üyeliği için bir engel oluşturmayacağı, fakat üyelik aşamasına gelindiğinde ilgili tüm
faktörlerin de dikkate alınacağı hükmünden maksat, Kıbrıs sorununu Türkiye’nin AB
üyeliği sürecinde “Demokles’in kılıcı” gibi kullanmak ve Ankara’yı ödün vermeye
zorlamak niyetidir (Gazioğlu,2001;84).

Oysa Türk tarafı, adanın tümünü temsil etmeyen Güney Kıbrıs’taki De Facto Rum
Yönetiminin tüm Kıbrıs adına söz söylemek hakkına sahip olmadığı gerçeğini dile
getirmekte ve AB ile Rum Hükümeti’nin yaptığı üyelik müzakerelerinin hiçbir yasal
dayanağını olmadığı görüşünü, uluslararası hukuk ve antlaşmalar çerçevesinde haklı bir
tez olarak ileri sürmektedir.

7. Denktaş-Klerides Görüşmeleri ve Yaşanan Son Gelişmeler

Genel olarak bakıldığında, 1995’li yıllarda AB’nin Kıbrıs sorununa taraf haline
gelmesiyle başlayan Rum-Yunan destekçisi politikaları, Birlik tarafından bugüne kadar
ada sorununa çözüm getirecek nitelikte görülmüştür.

Ancak son yıllarda AB’nin genişleme takvimi yaklaştıkça Kıbrıs’ın Birliğe bütün
adayı temsilen alınmasına Türkiye’nin vereceği karşılığı sert bir dille duyurmasıyla
birlikte, AB’nin Kıbrıs Politikası tıkanma noktasına gelmiştir. Denilebilir ki, belirlenen
stratejiler özellikle AB’ye alınması olasılığı yükseldikçe Rumların uzlaşma noktasından
uzaklaşması nedeniyle sorunu çözmek yerine içinde çıkılmaz bir duruma getirmiştir.

Bilindiği gibi 2000 yılı Kasım ayında yapılan görüşmelerde, BM’nin girişimi bir
kez daha Türk kesiminin çekilmesiyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunu takiben, 2001
Ağustos ayı sonlarında yeniden taraflar arası görüşmelere başlanması için Genel Sekreter
Annan’la bir araya gelen Denktaş, egemen eşitlik ilkesinin kabulünü ön koşul olarak öne
sürerek, tek yanlı Rum başvurusundan duyulan rahatsızlığı bir kez daha vurgulamıştır.
Adaya giden Annan’ın Kıbrıs Özel Temsilcisi De Soto, ayrı ayrı görüşmelerde bulunduğu
taraflara bir öneri paketi sunmuştur. Yapılan görüşmeler sonunda Denktaş tarafların
görüşmelere eşit statüde katılmasının kabul edilmemesine bağlı olarak yeterli zemin
oluşmadığı gerekçesiyle 12 Eylül’de New York’ta yapılacak görüşmelere yönelik De

Soto’nun davetini, görüşme takvimine bir hafta kala reddetmiştir. Türk yetkililer ise, taraf
olarak Denktaş’ın onayı alınmadan görüşme tarihi ilan edilmesini BM’nin iyi niyet
misyonuna uygun düşmediği eleştirisini getirerek tepki göstermiştir (Özkan,2001;7).

Rauf Denktaş, 2002 Ocak ayında yaptığı konuşmada Kıbrıs’ta çözüm yolunu yeni
bir ortaklık olduğunu ifade ederek, bu iki eşit, egemenlik pay sahibi, ortak iki ayrı
coğrafyada olabileceğini ifade etmiştir (Cumhuriyet,14.01.2002;8 ).

Bilindiği gibi Kıbrıs sorunu ile ilgili görüşmeler 16 Ocak 2002’de başlamış ve
halen, Rauf Denktaş ile Glaskos Klerides arasında sürdürülmüştür. Denktaş, Cumhuriyet
Gazetesine yaptığı açıklamada, AB’ne girebilecek bir müşterek oluşum için Türk
tarafının büyük bir açılım yaptığına dikkat çekerek bunun karşılığında toprak
bütünlüğünün garanti altına alınması gerektiği belirtmiştir.

Denktaş, Türk tarafının 3 konuda ısrar ettiğini, bunlarında ayrı egemenlik, 3
özgürlüğün kısıtlanması(serbest dolaşım, serbest yerleşim, mülkiyet özgürlüğü) ve Türk-
Yunan dengesinin korunması olduğunu ifade etmiştir. Görüşmelerin Haziran ayına kadar
tamamlanması yönündeki görüşün kendisine ait olduğunu belirten Denktaş, “taraflar
yıllardan beri hangi konularda ısrarcı olduklarını bilmektedirler” diyerek görüşmelerin
Haziran ayını aşabileceğini belirtmiştir. Ayrıca, Denktaş, Rum tarafının Kıbrıs
Cumhuriyetinin meşru sahibi olma iddiasından vazgeçemediğini söyleyerek, KKTC
tarafının tanınmış olmasa bile ayrı bir devlet olmakta ısrar ettiğini beyan etmiştir
(Cumhuriyet,29.3.2002;8).

16 Ocakta yapılan ikinci tur görüşmelerde Denktaş, Rum lideri Klerides’e 16
Maddeden oluşan bir çözüm planı vererek “eşit statü” temelinde Kıbrıs Ortaklık Devleti
kurmayı önermiştir. Denktaş’ın ikinci tur görüşmelerde masaya getirdiği belgeye göre,
Türk ve Rum tarafları ortak çıkarları için mevcut bölünmüş siyasi yapılanmaya son
verecek ve ortaklık yapısına geçecektir. Bu süreçte devletlerin bazı yetkileri merkezi
otoriteye devredilirken, güvenlik ve hukuk gibi konularda ortak, devletlerin uluslararası
alanda ise tek bir hukuki kişiliği olacak, çözümün ardından Türkler ve Rumların birlikte
AB üyeliği gündeme geleceği belirtilmiştir (Cumhuriyet,03.03.2002;7).

Bu görüşmelerden sonra her zaman olduğu gibi Rum tarafı geleneksel tavrını
göstermiş ve Denktaş’ın 29 Nisan’da “yeni bir ortak devlet” tezini içeren belgeyi
Klerides’e sunmasının ardından, Klerides’ten red yanıtı gelmiştir
(Cumhuriyet,8.5.2002;1).

Yapılan müzakereler sürecinde ilerleme kaydetmemesi üzerine, BM Genel
Sekreteri Kofi Annan, taraflara kapsamlı bir anlaşma için temel oluşturacak belge olan
“Annan Planı”nı sunmuştur. Ancak bu plan 2002 yılı sonu ve 2003 yılı başında revize
edilerek taraflara tekrar sunulduysa da üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Annan
Planı’ında taraflar arasında anlaşma sağlanamadığı takdirde referanduma gidileceği
öngörülmekteydi. Böylece 2004 yılının Nisan ayında referanduma her iki tarafta da çok
tartışmalı bir biçimde gidilmiştir. Plan GKRY’nin tezlerine daha fazla yaklaştığı halde
%70 gibi yüksek bir oy oranıyla halk tarafından red edilmiştir. Görüldüğü gibi taraflar
arasında bir uzlaşma sağlanamadan GKRY 1Mayıs 2004 yılında AB’ye üye olmuştur.
Dünya kamuoyunda, sürekli olarak çözümü istemeyen taraf olarak Kıbrıs Türk tarafını
gösteren GKRY’nin gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. Bu konuda gerek AB, gerekse ABD
tepkilerini açıkça dile getirerek, KKTC ile birlikte yaşama “hayır” cevabını veren
GKRY’i eleştirmişlerdir. Bu konuyla ilgili yakın bir gelecekte bir çözüm veya anlaşma
olacağı ihtimali uzak görünmektedir.

Sonuç

Görüldüğü gibi, Kıbrıs sorunu her şeyden önce Türkiye’nin öncelikle ele alıp
sonuna kadar sahip çıkılması gereken bir konudur. Tarih boyunca Anadolu’ya hakim olan
tüm devletlerin elinde tutmak istedikleri stratejik yönden önemi büyük olan bu ada,
Türkiye-AB ilişkilerinde Yunanistan’ın Birliğe katılmasıyla birlikte, sürekli öne
çıkartılan bir konu olma özelliğini sürdürmektedir.

İki halkın eşit siyasi ortaklığına dayanan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasını,
Kıbrıs’ı bir Rum Cumhuriyeti adasına dönüştürmek amacıyla ihlal eden Rum kesimi,
Kıbrıs meselesini ortaya çıkaran taraftır. Bu noktada Kıbrıs Türk kesiminin anayasal
haklarını yok sayarak tüm Kıbrıs adına GKRY’nin AB’ye tam üyelik müracaatında
bulunması ve AB’nin de bu müracaata olumlu yanıt vermesi ulusal ve uluslararası hukuk
anlamında bir ihlali içermektedir.

Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye üye olması gerekirken tek başına 1Mayıs 2004’te
AB’ye girmiştir. Bu durum, hukuki dayanaktan yoksundur.. Çünkü 1960 Antlaşmaları
geçerliliğini korumaktadır. Ayrıca, 1960 Kıbrıs Anayasasıyla kurulmuş bulunan Türk ve
Rum toplumlarının eşitliği esasına dayalı düzene alternatif bir çözüm getirilmediği için
Rum tarafının üyeliği, siyasal olarak da destekten yoksun olduğu söylenebilir. AB’nin
Kıbrıs sorununa taraf olması sadece Yunanistan’a yaramış ancak çözüme doğru giden yol
daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Böylece, Kıbrıs’ın AB sürecinin başlatılmasıyla
müzakere ortamı Kıbrıs Cumhuriyeti ve ondan ayrılan Türk toplumu şekline
büründürülmeye başlanmıştır.

Kıbrıs’ta kalıcı ve adil barışın şartları ortadadır. Tarafların eşitliğinin kabulü
Türkiye’nin etkin garantisinin olması ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temel metinlerindeki
esaslara dönülmesidir. Her geçen gün Jeo-stratejik önemi artan Kıbrıs adasında kalıcı
barış ve çözüm için bunlar,olmazsa olmaz koşullardır. Rum halkı yapılan referandumda
niyetini açıkça ortaya koymuş, her zamanki uzlaşmaz tutumlarını “Hayır” oyu vererek
teyid etmiştir. Böylece AB’nin her fırsatta üyelik için adeta bir koşul olarak Türkiye’ye
dayattığı Kıbrıs sorunu ortadan kalkmıştır. Çünkü bu konuda Türkiye ve KKTC her
zaman olduğu gibi barış ve uzlaşıdan yana olduğunu gözler önüne sermiştir. Şimdi
görevini yapma zamanı öncelikle AB ve ABD’ye gelmiştir. Bu konuda gerekli adımlar
atılmalı, öncelikle, KKTC’nin üzerindeki ambargolar kalkmalı ve KKTC bağımsız olarak
tanınan bir devlet olarak uluslar arası sistemde yerini alarak yoluna devam etmelidir.

Kaynakça

ANDİÇ, Bilgehan, “Kıbrıs Üzerine Oynanan Kirli Oyunlar”, Denge-Ekonomi-Bilim-Kültür
ve Sanat Dergisi, Sayı:1, Ocak 2002, s.7.

BAYDAROL, Can, Avrupa Birliğinin Genişlemesi: Altılar Avrupasından Onbeşler
Avrupasına, Onbeşler Avrupasından, Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği Yayını, İstanbul,
1991.

BOZKURT, İsmail, “Kıbrıs’ın Tarihine Kısa Bir Bakış”, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs
Meselesi, HD Yayıncılık Matbaacılık Tanıtım Ltd. Stil., Ankara, 2001, ss.9-16.

BÖLÜKBAŞI, Süha, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Birleşmiş Milletler: 1954-1996 Arası Barışçı
Çözümsüzlük, Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, İstanbul, 2001, ss.281-307.

CİCİOĞLU, Hasan, “Türkiye ve KKTC’nin Coğrafi Bölge Üzerindeki Tarihi Önemi ve
Yeri”, HD Yayıncılık Matbaacılık Tanıtım Ltd. Stil., Ankara, 2001, ss.21-30.

Cumhuriyet Gazetesi, “Kıbrıs Ortaklık Devleti”, 03.03.2002.

Cumhuriyet Gazetesi, “Klarides’ten hep “Hayır”, 08.05.2002.

Cumhuriyet Gazetesi, “Önce Çözüm Sonra AB”, 14.01.2002.

DENKTAŞ, Rauf, Önsöz, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi, HD Yayıncılık,
Matbaacılık, Tanıtım Ltd. Stil. Ankara, 2001.

FIRAT, Melek, “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, En Uzun On Yıl, Büke
Yayınları, İstanbul, 2000, ss.241-279.

FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, İletişim Yayınları, İstanbul,
2002, ss.102-106.

GAZİOĞLU, Ahmet, “Kıbrıs’ın AB Üyeliği, Enosis Hayalleri ve Gerçekler”, Avrupa
Birliği Kıbrıs’ında Kıbrıs Meselesi”, HD Yayıncılık Matbaacılık Tanıtım Ltd. Stil., Ankara, 2001,
ss.78-100.

Güncel Haber, Katılım Ortaklığı Belgesi, Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği, Güncel
Haber, Sayı:13-14, Kasım-Aralık, 2000.

GÜRKAN, İhsan, “1974 Kıbrıs Barış Harekatında Siyasal İradenin Oluşumu ve Askeri
Uygulama”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, İstanbul, 2001, ss.271-278.

INAF, Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, Promet Basım Yayım Sanayi ve Ticaret A.Ş,
İstanbul, 1992.

İSMAİL, Sabahattin, 100 Soruda Kıbrıs Sorunu, Dilhan Ofset, Lefkoşe, 1992.

İSMAİL, Sabahattin, Kıbrıs Üzerine Bildiriler, Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi
Yayınları, Lefkoşa, 1998.

MENDELSON, Mavrice, “Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine Girişi Neden Hukuka Aykırı
Olacaktır?”, Hukuki Mütaala, Londra, 2001.

ORAN, Baskın, “Self Determinasyon”, Türk Dış Politikası, İletişim Yayınları, İstanbul,
2001, s.594.

ÖZKAN, Aygen, “11 Eylül’le Birlikte Kıbrıs’ta Değişenler ve Değişmeyenler”, Stratejik
Analiz ve Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 19, Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yayını, Ankara, 2001, ss.25-32.

ÜLGER, İrfan Kaya; Ertan, Efegil, “1974’den 2001’e Kıbrıs Sorunu”, Avrupa Birliği
Kıskacında Kıbrıs Meselesi, HD Yayıncılık Matbaacılık Tanıtım Ltd. Stil., Ankara, 2001, ss.1-9.

368

1

Enosis sözcüğü Yunan yayılmacılığının bir parçasıdır. “Birleşme-Bağlanma” anlamına gelir. Enosis, Mogali
İdea hedefi çerçevesinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını yani ilhak edilmesini ifade etmektedir.
Enosis, ilk Megali İdea haritasının çizildiği 1791 yılından beri gündemde olan bir konudur. Bir anlamda
Kıbrıs sorununda bu tarihten itibaren var olduğu söylenebilir (İsmail,1992;121).

2

EOKA, Kıbrıs’ta Türk halkını yok edip, adayı Yunanistan’a bağlamak için kurulmuş olan bir terör
örgütüdür. EOKA için ilk gizli görüşmeler 2 Temmuz 1951’de Atina’da Makariosların başkanlığında
yapılmıştır. EOKA eylemde bulunduğu süre içinde yüzlerce Türk yanında 100 İngiliz ve yüzlerce Rum
katletmiş, Türk köylerini yakıp yıkmıştır(Cumalıoğlu,2001;17).