ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

ANTROPOLOJİ ve TARİH

Bir Kikap vesilesiyle 1

Doç. Dr. HALİL DEMÎRCÎOĞLU

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi
Cilt: 6 Sayı: 1.2 Sayfa: 049-067 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000304 Yayın Tarihi: 1948 

Memleketimizin Antropoloji kütüphanesi son zamanlarda yeni bir eser
daha kazandı. Türk Tarih Kurumu Asbaşkanı ve Ankara Üniversitesi
Tarih Doçentlerinden Bayan Dr. Âfet İnan, İsviçre'de Cenevre Üniver¬
sitesi Ekonomik ve Sosyal B
ilimler Fakültesinde vermiş ve 1939 sene¬
sinde orada Fransızca olarak yayınlamış olduğu doktora tezini1, bu
kere Türkçeye çevirerek ve bazı yerlerine de ilâveler yaparak yuka¬
rıdaki isim altında Antropoloji edebiyatımıza maletmiş bulunuyor.
Eseri Türk Tarih Kurumu, yayınları arasına almıştır. Bu suretle eser,
Türkiye'de geniş bir okuyucu kütlesinin istifadesine sunulmuş oluyor.
Bu vesile ile, yazımızın ta başında, evvelâ eserini Türkçeye çevirmek
ihtiyacını duyup, bu külfete katlanan müellife, sonra da memlekette
Antropoloji bilgisini yaymak ve bu sahada çalışanları milletimize tanıt¬
mak yolundaki gayretile bu kitabın da tabı ve neşri için hiç bir feda¬
kârlıktan çekinmemiş olan Türk Tarih Kurumu'na, bu hizmetlerinden
dolayı teşekkür etmek lazımdır.

Bayan Âfet İnan'ın doktora tezinin bu türkçe tercümesi 200 küsur
sa
hife tutuyor. İçinde en başta evvelâ türkçe baskı için hazırlanmış
yeni bir "önsöz,, görüyoruz (s. 1). Bunun arkasından, müe
llifin hocası
Profesör Pittard'ın, fransızca nüsha için "mukaddime,, olarak yazdığı
bir makale burada "giriş,, başlığı ile tercüme edilmiştir (s. 3-6). Daha
arkadan da ötekinde "giriş,, olan yazı, buraya ikinci bir "önsöz,, olarak
konmuştur (s. 7-11). Bundan sonra kitabın ayrıldığı iki büyük kısımdan
birincisine giriyoruz (s. 13-66). "Genel Bilgiler,, na
verilen bu kısım
üç bölümü ihtiva ediyor: Birinci bölümde (s. 13-23) "Türkiye'nin
jeofizik ve coğrafyasına umumî bir bakış „ yapılmıştır. İkinci bölümde
ise ( s. 24 - 6 ) " Türkiye tarihine kısa bir bakış „ altında Anadolu'-
nun en eski zamanlarından başlanarak bütün tarih öncesi ve tarih
devirleri sıra ile gözden geçirilmek suretiyle bu topraklar üzerinde
görülen beşer kültürleri, kavimler ve devletler hakkında malûmat
verilmiştir. Üçüncü bölümde de (s. 61 -66) ırk tasnifleri ve Türkle-
rin bu tasniflerdeki yerinin ne olduğu ve olması lâzımgeldiği anlatıl¬
mıştır. Bu suretle biten birinci
kısımdan sonra kitabın ikinci kısmı ge¬
liyor (s. 67-203). Eserin hemen hemen üçte ikisini teşkil eden bu kısım,
Türkiye'de 64.000 kişi üzerinde yaptırılmış olan büyük bir Antropolojik
anketin sonuçlarını vermektedir. Bu kısmın, bir çoğu ancak bir iki
sahifeyi bulan on iki bölümünün birincisinde (s. 67-79) bu anketin
nasıl ve niçin yapıldığı anlatılıyor. İkinci bölüm (s. 80-100) boy mese¬
lesine ayrılmıştır. Üçüncü bölüm (s. 101-107) iskelet karinesi, dördüncü
bölüm (s. 108-110) kolaç, beşinci bölüm (s. 111 - 114) vücut ağırlığı,
altıncı bölüm (s. 115-134) baş ölçüleri ve kafa karinesi, yedinci bölüm
(s. 135-136) alın genişliği, sekizinci bölüm ( s. 137-141 ) baş yüksekliği
ve uzunluk karinesi, dokuzuncu bölüm (s. 142-147) ölçülere göre yüzün
bazı karakterleri, onuncu bölüm (s. 148-156) burun ölçüleri ve burun
karinesi, on birinci bölüm (s. 157-163) gözlerin ve burnun şekli ve kafa
profili, onikinci bölüm de (s. 164-177) cildin, gözlerin ve saçların rengi
bahislerini ihtiva ediyor. Bundan sonra Türklerin başlıca ırk karak¬
terlerinin özeti verilmiştir (s. 178-180). Bunun arkasından da netice gel¬
mekte (s. 181-189) ve "ilâve,, adlı bir sahifeden (s. 190) sonra da bibliyog¬
rafya ve indeks (s. 191-203) görülmektedir. Kitabın sonuna boy büyüme¬
sine göre başın ve vücudun türlü kısımlarının ölçülerini gösteren iki
büyük cetvel eklenmiş ve kitabın içine de ayrıca on bir kroki ve dört
tablo konmuştur.

Antropoloji ilmi ve antropolojik anketler

Kısaca hülâsa ettiğimiz bu muhtevasından da anlaşılacağı üzere
eserin sıklet merkezini antropolojik bir anket (yani insan ölçüleri top¬
lama) teşkil etmektedir. Esasen müellif de "Bu kitabımda asıl dikkati¬
mizi antropolojik ankete hasredeceğiz (s. 9)„ diyerek bunu anlatmış
oluyor. Antropoloji sahasında böyle anketlerle çalışmak öteden beri
malûm bir metottur. Bunu da antropolojinin bünyesi icabettirmektedir.
Gerçekten antropoloji, Topinard'ın daha 1876 da (L'Anthropologie'sin-
de) yaptığı ve halâ da kıymetini muhafaza eden tarifile "İnsanı ve in¬
san ırklarını araştırıp inceleyen bir tabiat ilmi,, dir. Filvaki bazı
ilim
adamları, çok daha geniş manada alarak antropolojiye, alelitlâk "İnsan
ilmi,, nazariyle bakmakta ve onu biri "Tabii insan,, (anthropos —homo)
ile meşgul olan "Fizik Antropoloji,,, diğeri de "İçtimaî insan,, (ethnos
= socius) ile meşgul olan "Kültürel Antropoloji,, olarak ikiye ayırmakta
iseler de, kültürel antropoloji, konuları bakımından "etnoloji,, olduğu
için2 antropoloji mefhumu altında yine -bilhassa Avrupa'da- "fizik
Antropoloji,, anlaşılmaktadır3. Bu da yukarda tarif ettiğimiz antropo¬
loji olup başlıca mevzuları şunlardır: Bir defa insanı maymunlardan
veya öteki insanlardan ayırmağa yarayan bir "İnsan anatomisi,, ile uğra¬
şır. İnsanın
fizik gelişmesini araştırır (Antropoloji'nin zoolojik ve paleon-
tolojik karakteri buradan gelmektedir). Sonra antropoloji, insanın bedeni
fonksiyonlarını tetkik eder; yani bir nevi mukayeseli fizyoloji yapar (mese¬
lâ hormonlar ve kan gurupları araştırmaları gibi). Fakat antropoloji'nin sa¬
hasında bilhassa tabiî insanın kimliği demek olan insan ırkları ve bu ırkla¬
rın taksimatı önemli bir konu teşkil eder. Antropoloji burada ırk karış¬
maları, ırkî karakterler, irsiyet, genetik ve nihayet de ırk hıfzıssıhhası
ile meşgul olur. Irkî karakterleri tesbit etmek, ırk safiyeti veya ihtilât-
larını ortaya koymak için ise, anketlerle iş görür. Bunların verdiği
matematik formüller ile ölçülen insan guruplarının ırkî karekterleri
tayin olunur.

Anketler haddi zatinde mekanik bir iş olmakla beraber, sonuçlarının
şumûlü dolayısile ekseriya önemli bir mahiyet alırlar. Hele küçük ve
mevziî olmayıp da, bu kitap içindeki gibi, bir memleket çapında ve
64. 000 kişi üzerinde yapılmış olurlarsa, büyük kıymet kazanırlar. Tabi-
atile, böylesini başarmak bir tek insanın kudreti dışına çıkar; geniş bir
teşkilât ister. Netekim müellif bu anketin de ancak böyle bir teşkilâtın
kurulması sayesinde meydana gelmiş olduğunu söyliyerek, bu hususta
rahmetli Atatürk'ün himmetini ve hükümet cihazının yardımını şükranla
anmaktadır (s. İİ, 69, 78). Verdiği malûmattan anlaşılıyor ki, hükümet
bu iş için devlet bütçesinden mühim miktarda bir para ayırdıktan başka
(s. 78), başta o zamanki Başbakan o
lmak üzere Sıhhat, Millî Savunma
ve Millî Eğitim Bakanları bu işle alâkadar olmuşlardır (s. 69, 78).
Türkiye, bu anket için on bölgeye ayrılmış ve her bölge için asker ve
sivil memurlardan ölçücü ekipler teşkil edilmiştir. Bu suretle ayrılan
memurlar, ölçme için kurs gördükten sonra işe başlamışlar ve ölçdük-
leri her insan için nüfus sayımlarındaki fişlere benzer (üzerinde 38 kayıt
olan) kâğıtlar doldurmuşlardır. Ölçülerin alınması tam altı ay sürmüştür.
Bunlar bittikten sonra, kâğıtlar Ankara'ya gönderilerek, yine altı ay
müddetle, İstatistik . Genel Müdürlüğünde tasnif edilmişlerdir. Nihayet
bu tasnif ameliyatı da bittikten sonra, alınan neticeler kitabın müelllifi-
ne verilmiştir.

Bayan Âfet İnan işte bütün bu işlerin neticelerini, kendi ifadesiyle,
"Antropologların uzun seneler üzerinde işliyebileceği kadar zengin olan
bu muazzam malzemenin ancak umu
sonuçlarını,, (s. 78) bize vermekle
iktifa etmiştir. Alınan neticeler de şunlardır : Türkiye'de yaşıyan halkın
çoğunluğu orta boyludur. Kafa karineleri bakımından ekseriyet kısa
( brakhi) kafalıdır ; gözler muntazamdır ; mongoloit tesir pek azdır.
Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler ise açık ve hatta
ekseriyetle çok açıktır. Saçların da çoğunluğu orta, yani kestane
rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle "homo Alpinus,, denilen
Avrupa'nın büyük beyaz ırkına mensuptur (s. 180). Müellif bütün
bunlardan sonra netice olarak, evvelâ " bugün Türkiye'de oturmakta
olan halkın, maddî delillere dayanarak, ilmî metotlarla, antropoloji
âleminde yeri tesbit edilmiş ve milletlerarası antropometri listelerinde
Türklerin hakikî yeri tayin edilmiş „ olduğunu, sonra " Türkiye'de bir
ırk birliğinin mevcut olduğu,, anlaşılmış bulunduğunu söylüyor ve böy-
lece " Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşundaki ilmî gayelerden birisinin
tahakkuk etmiş olduğunu,, da sözlerine ilâve ediyor ( S. 181 ).

Dünkü ve bugünkü insanlar arasında ırkî karabet

Kitabın esas itibariyle ortaya koymuş olduğu şey işte budur. Fakat
müellif işi bu kadarla bırakmağa razı olmamış görünüyor. Filhakika
anket ile bugün Türkiye'de yaşıyan halkın ırkî karakterlerini tesbit
eden müellifin, bir de bugünkü halk ile şimdiye kadar bu topraklar
üzerinde yaşamış insanlar arasındaki ırkî karabeti ve bağlılığı da
ortaya koymak istediği anlaşılmaktadır. Hatta Önsözde " bugünkü
yaşıyanların ölçülerek bilinmesi, eski çağlardaki cetlerimize olan bağ¬
lılığımızı göstermek için esastır „ (s. İ ) demekle, anketin istihdaf
ettiği gayelerden birinin bu bağlılığın tesbiti olduğunu anlatmak iste¬
miştir. Bunun için müellifin kanaatince " yurdumuzda eski medeniyetler
yaratmış ve yaşatmış kavimlerin ırkî karakterlerini kalan iskeletleriyle
tesbit etmek „ lâzımdır. Filhakika şayet bu topraklar üzerinde gelmiş
geçmiş vatandaşların ilmî yakini imkân dahiline sokan yeter sayıdaki
iskelet bekayası mevcut ise ve bunların ölçüleri bugün yaşamakta olan
halkın tesbit edilmiş ölçülerini verirse, bu takdirde onlarla şimdi yaşı-
yanlar arasındaki "ırkî karabet,, sabit olacaktı. Bunun için de yapılacak
iş, ta prehistorya devirlerinden başlıyarak, Türkiye'de şimdiye kadar
yaşamış kavimlerin ırkî karakterlerini kitapta birer birer göstermek ve
bundan netice çıkarmaktı. Bunları da anket neticelerinden önce koy¬
mak lâzımdı. Kitabın birinci kısmı kanaatimizce işte geçmişteki insan¬
ların ırkî karakterleri hakkında vermek istenilen malûmatı öne koymak
zaruretinden doğmuştur. Çünkü başka bir mucip sebep bu
lmak güçtür.

Fakat, daha ilk bakışta bu kısımda bir aksaklık sezilmektedir. Fil¬
hakika bu memlekette yaşamış eski insanların ırkî karakterlerini bize
bildirmiş olması lâzım gelen bu kısım, meselâ jeoloji ve coğrafya bil¬
gileri, bir sıra tarih malûmatı hülâsaları ile saded dışı bir "malûmat
yığını,, haline sokulmuş ve asıl beklenilen antropolojik belgelerden
— bu tarih malûmatı içinde dahi — bazan tesadüfen, bazen de hiç
bahsedilmemiştir. Filhakika bu tarih hülâsalarını vermeğe başlarken,
"bundan maksadım, bu anketle ırkî karakterlerini, ölçüye ve müşahedeye
dayanarak tesbit ettiğimiz yurdumuzun halkı, ne gibi kültürleri meydana
getirmiş ve hangi adlar altında tarihte yer almıştır. Onu hatırlatmaktır,,
(s. 24) diyerek, bu topraklarda gelmiş geçmiş insanlarla bugün yaşıyan-
ların ırkî karabeti ve hatta ayniyetini
a priori olarak zaten kabul etmiş
olduğunu gösteren müellif, göstereceği antropolojik belgelerle bu hük¬
münün neye istinat ettiğini anlatacağı yerde, bilâkis meselâ memleketi¬
mizin prehistorya kültür katlarında (hatta bir tek taş parçasını bulan
kişilerin isimlerine varıncıya kadar lüzumsuz tafsilât verdikten sonra) buna
cevap verecek hiç birşey bulunmadığını (s. 9, 29,31, 34) kaydetmiş, hele
tarihî devirleri yazarken, göstermekle mükellef olduğu antropolojik
malzemeden bahsetmeğe bile lüzum görmemiştir. Yalnız memnuniyetle
zikretmek lâzımdır ki, bütün bunların sonuna koyduğu ve daha önce
söylediklerine lüzum bırakmayan bir tabloda (s. 56), evvelce yazdık¬
larını unutarak ve yazmadıklarını hatırlayarak, neolitik devirden bir,
"proto Eti,, dediği devirden iki, Hititler devrinden 6, Selçuk'tular
devrinden 10 ve Osmanlı devrinden de 375 iskeletin ölçülerini ver¬
miştir. Bu ölçülerin de hepsi, bugün yaşıyan halkın kafa karinelerini,
yani kısa (brakhi) kafaları göstermektedir.

Şimdi bu tablonun gösterdiği malzemenin kıymetlendirilmesi işi
geliyor. Burada insanın kafasında evvelâ şu sual belirebilir: aceba
bu malzeme, bugünkü insanlarla eski yaşıyanlar arasındaki "ırkî,, kara¬
beti kesin olarak tespit edecek kadar ilmî yakınlığı temin etmekte
midir? Müellif bunların az olduğunu maalesef kaydile itiraf etmekle
beraber (s. 58) "geçmişe ait az adette iskelet vesikalarının eksikliğini,
bugünkü halkın büyük çoğunluğunun temsil edebileceği unutulmama¬
lıdır,, (s. 59) diyerek çok öne
mli bir noktaya işaret etmiş oluyor. Bu
her halde şu demektir : Geçmişe ait noksanları bugün yaşıyanlar telâfi
etmektedirler. Bu vaziyet karşısında meselenin halli basitleşecektir:
Mademki geçmişten elimize geçen bu az miktardaki iskelet ölçülenle,
bu azlığı telâfi eden bugünkü halkın ölçüleri aynıdır ; şu halde bu
topraklardaki halkın antropolojik karakterleri eskiden beri hep aynı
kalmıştır, demek kabildir. Nitekim müellif de böylece, bir taraftan az
olduğunu söylediği bu iskeletlerin ölçülerine, diğer "taraftan da onların
eksikliğini telâfi ettiğini söylediği bu anket sonuçlarına dayanarak
"Anadolu'da bugünkü ve tarihî devirlerdeki halkın çoğunluğu ölçü¬
lere dayanan kısa kafalı tipi göstermektedir,, (s. 34) dedikten başka
ayrıca şu hükümleri de vermektedir: "Türkiye toprakları bakır dev¬
rinden beri aynı ırkî vasıfları tanıyan ve Orta Asya'dan türlü devir¬
lerde gelen bir halk ile meskûn bulunmaktadır,, (s. 56). "Siyasî isimler
değişmiş fakat etnik karakter, ufak tefek farklarla, çoğunluğu hep aynı
kalmıştır,, (s. 56). Müellifin verdiği bu hükümlerle binnetice, kitabın "ön¬
söz,, ünde (s. 1) ifade edilen gaye, yani Anadolu'da bugün yaşıyanlarla
eskiden yaşıyanlar arasındaki ırk bağlılığı tahakkuk etmiş oluyor,
demektir.

Antropoloji ile Tarih arasındaki münasebet

Sırf burada gösterilen deliller ve öne sürülen mütalaalara istinaden
verilmesinde, hiç değilse acele edilmiş olduğunda, yalnız antropolog
olmıyanların değil, belki de bir çok antropologların da müttefik olacak¬
ları bu hükümler hakkında fazla söz söylemeği, işin erbabına bırakıyo¬
ruz. Bizim konuşmak istediğimiz başka taraflar var. Biz kitabın bu
birinci yarısında verilmiş antropoloji dışındaki malûmat üzerine biraz
durmak istiyoruz. Filhakika ilk bakışta bunların kitabın heyeti umu
mi -
yesi içinde fer'î mahiyette olduğu intibaı uyanabilir. Fakat asıl konuya
hiç lüzumu yok iken sıkıştırılmış olmaları, bizzarure bir kaste makrun
oldukları düşüncesine götürmektedir. Gerçekten kitabın türkçe başlığına
(fransızca nüshasının başlığında yokken) bir de "Türkiye Tarihi,, sözü¬
nü ekliyerek, bu tarih malûmatı kısmını önemli telakki ettiği anlaşılan
müellifin, "önsöz,, ünde ( s. İ) kitabın türkçe baskısını hazırlarken güttüğü
gayenin "Türk okurlarına yurdun ırkı ve kısa tarihi hakkında toplıya-
bildiklerini sunmak,, olduğunu ve başka bir yerde de (s. 24), bu tarih
malûmatından maksadı hakkında "anketle ırkî karakterlerini ölçüye ve
müşahedeye dayanarak tesbit ettiğimiz yurdumuzun halkı, ne gibi kül¬
türleri meydana getirmiş ve hangi siyasî adlar altında tarihte yer almış¬
tır, onu hatırlatmak,, olduğunu söylemesi, bunları niçin vermiş olduğunu
gene tasrih etmemiş olmasına rağmen, bu malûmat üzerine bilhassa dur¬
muş olduğunu göstermekte ve düşüncelerimizi teyit etmektedir. Bu da
bize bunların üzerinde durmak cesaretini vermektedir. Filhakika "Türk
okurlarına sunmak,, istenilen bu tarih malûmatının -biz sahamız dahilin¬
dekilere, yani ilk çağ tarihine ait olanları kastediyoruz - hiç değilse bir
kısım esas noktalan hakkında yanlış anlamaları önlemek ve bu suretle
kitabın daha iyi anlaşılmasına yardım etmek gayesiyle bazı maru¬
zatta bulunmayı faydalı görüyoruz.

Burada evvelâ antropoloji ve tarih için çok önemli bir noktaya
temas edeceğiz: müellif kitabın fransızca nüshasında bulunmayan, yal¬
nız türkçe nüshasında bulunduğundan dolayı da Türk okurları için
ilâve ettiğine hükmedilebilecek olan bazı cümlelerinde (s. t, 66, 181,
182) antropolojinin tarih ilmine yardımcı bir zümre olduğunu söyle¬
mekte ve hatta "önsöz,, ünde de (s. İ) fikirlerini aynen şöylece tasrih
etmektedir : "Antropolojinin tarih ilmine en değerli yardımcı bir zümre
olduğuna inandığım için bu kitapta antropometri belgeleri kullandım,,.
Muharrir, eğer yanlış anlamıyorsak, bilhassa bu cümlesi ile antro¬
polojiyi tarihin hatta en lüzumlu (çünkü en değerli) yardımcısı telâkki
etmekte, binnetice kitabında antropoloji belgeleri kullanmak suretiyle
bir "Tarih,, yaptığını zannetmektedir.

Burada vuzuha varmak 'için, antropoloji ile tarih arasındaki müna¬
sebetten başlamak lâzım geliyor. Malûmdur ki, antropoloji bir tabiat
ilmidir. Bu ilim, insanı bizatihi hayvani bir varlık olarak mütalâa ve
tetkik eder. Tarih ise, antropolojinin tam aksine, bir kültür ilmidir. Fil¬
vaki tarih ilminin de mevzuu insandır; fakat hayvanlar dünya¬
sının bir parçası olan insan değil, bilakis diğer insanlarla mü¬
nasebeti içinde kendisinin ruhî fonksiyonlarile içtimaî bir mevcut
olan ve daima bu fonksiyonlarının ruhî şartlarile mukayyet olan
insan tarih ilminin mevzuudur. Mevzu böyle olunca, tabiatiyle
vazife-ve gayelerde ayrılır: Antropoloji, insanın hayvanı bir varlık
olarak (tabii insan) hayatını tetkik, uzvî inkişafının genel gidişini tesbit
eder ; bunu tabii insanın malzemesi olan antropolojik belgelerle (fosiller
veya canlılar) yapar. Tarih
ilminin vazifesi ise, içtimaî bir mevcut ola¬
rak insanın (içtimaî insan) inkişaf ve tekâmülündeki tezahürleri illiyet
münasebetleri içinde tetkik etmek, başka bir deyimle, bu insanın tarihî
hayatını ortaya koymaktır. Bunu da tabiatiyle antropolojik belgelerle
değil, içtimaî insanın bıraktığı düşünce ve iradesi, mahsulü yazılı eser¬
lerle (ki bunlara "vesika,, denir) ve ancak bunlarla yapabilir. Binnetice
tarih ilminin yardımcıları, içtimaî insanın tarihî hayatını bize bildiren
yazılı vesikaların anlaşılmasını temin eden ilimler olacaktır, ki bunlarında
en başında lisan ilmi (filoloji) gelmektedir. Tarihte bunlardan sonra,
o da bazı ahvalde (tahsisen ilk çağda ve kültür tarihi meselelerinde)
yazılı vesikaları tamamlıyan, fakat gene içtimaî insanın kafa ve iradesi
mahsulü olan yazısız eserlerin ilimleri yardımcılar sırasına girerler;
meselâ arkeoloji gibi. Fakat antropolojinin belgeleri ne bir tarihî hadi¬
seyi, ne de bir kültürü öğretmeğe muktedir olamadıkları için 4, antro-

4 Antropolojinin tarih ilmiyle yegâne ilgi noktası, antropolojinin öğrettiği insan
«Irkı» meselesinde toplanır. Bunun ise yanlışlıkları önlemek için iyi anlaşılması lâzım¬
dır. Filhakika müellif de «Irk» meselesini, -hocası Pittard'ın içinde antropolojinin tarik
ilminin yardımcısı olduğuna dair bir kelime dahi bulunmayan «Les races et l'histoire»
(Paris, 1942 s. 6) ismindeki maruf eserinde gördüğümüz şekilde-Camille Jullian adlı bir
yazarın Dottin adlı başka birinin (Les anciens peuples de L'Europe, Paris, 1916) baş¬
lıklı kitabına yazdığı bi önsözdeki şu cümlesini «Zira Irk meselesi ne şekilde halle mün¬
cer olursa olsun, kavimler tarihinin en önemli meselesidir' işhat etmek suretile «ona göre
tarihi bu derece derin bir surette alâkadar eden nokta» olarak göstermektedir (s. 57).
Burada müellifin «ona
göre” diyerek sarih bir vaziyet almaktan çekindiği bu «alâ¬
ka» yı inkâr edecek bir tarihçi bulunamaz sanırız. Ancak bu alâkanın ma¬
hiyetini ve derecesini tasrih etmek lâzımdır. Yukarıda (s. 5i) söylediğimiz gibi «Irk»,
antropoloji ilminin tabii insanın boyunu, başını, dişini, saçını, cildini vesairesini tetkik
ederek tesbit ettiği morfolojik ve tavsifi karakterlerinin heyeti mecmuasıdır ve yal¬
nızca «Fizik karabeti» tayin eder (Bk. Montandon, La race, les races, Paris 1933 s. 13
vs; ayrıca Ş. A. Kansu, İnsanlığın kaynakları ve ilk medeniyetler; (Dünya tarihi se¬
risi No. 1; Ankara 1946. s. 185 vs.)- Yani ırk tabii insanın «kimliğini» gösterir ve bu
mahiyetle umumî ve biyolojik bir mefhumdur. Bütün dünyada bir kaç tane ırk olması
da bunu göstermektedir. Fakat bir de tarihin meşgul olduğu içtimaî insanın kimliği
vardır Bu, «fizik akrabalık» a dayanmayan, tersine içtimaî insanın guruplaşma hissi¬
nin tezahüründen meydana gelmiş olan bir «Kimlik», yani «Guruplaşma Şahsiyeti» dir
ki buna biz kavim veya millet diyoruz (Bk. julian Huxley, Race in Eıırope, Ox¬
ford 1939, s. 15, 18 vs.). Bu ise «Irk» in tam aksine, ferdî ve kültürel bir mefhum¬
dur. Tarihî mânada bir birinden ayrı belirli ferdî hususiyetler gösteren bir çok «Gu-
ruplaşma şahsiyetlerinin», yani «Milletlerin» mevcudiyeti bunu ispat etmektedir. İşte
tarihin her şeyden önce alâkadar olduğu cihet, tarihî hadisenin yaratıcısı olan içtimaî
insanın bu «Guruplaşma şahsiyeti», bu kimliğidir. Tarihin, tabiî insanın kimliği demek
olan «Irk» ile ilgilenmesi, ancak bundan sonra gelir. Bu alâka, ırkın mahiyetile müte¬
nasip olarak genel mânada bir alâkadır. Ve ırk ne bir tarihî hadiseyi, ne de bir kül¬
türü bize öğretemediği ve sonra tarihî müessir bir faktör de olmadığı için bu
alâka, hayvanî ve içtimaî mahiyetile bir tek varlık halinde yaşıyan insanın hayvanî
poloji ilmi, tarih
ilminin bu manadaki yardımcıları arasına giremez5;
antropolojik belgelerle tarih yapılamıyacağına göre de, muharririn bu
belgeleri kullandığı işbu kitabiyle bir "Tarih,, yapmamış olduğu mey¬
dana çıkar 6.

Antropoloji ile Prehistorya arasındaki münasebet

Fakat müellifin, kitabının fransızca nüshasında bulamadığımız, başka
birkaç cümlesi, burada prehistorya ile antropoloji arasındaki münasebe¬
te de kısaca temas etmemizi zaruri kılmaktadır. Filhakika kendisi "önso-
z,,ünde (s. 1) "Bilhassa yazısız devir tarihlerinde adını bilmediğimiz kav
im -
lerin, kültür tarihlerini izah ederken, antropoloji ile adlandırabilindiği ma¬
lûmdur,, yazmakta, diğer bir yerde ise (s. 43) "Türkiye'de yazılı devirler¬
den önceki kavimlerin tarihi bıraktıkları vesikalara göre izah edilebil¬
mektedir,, demektedir. Burada bir karışıklık vardır; ve muharrir biraz
da tenakuz içindedir. Söylenen şeyler hakkında bir vuzuha varmak
için ise, prehistorya'nın mahiyetinden başlamak lâzımdır : Malûmdur ki
prehistorya, içtimaî insanın, kendisinden bize tarihî hayatını bildiren yazılı
eserler bırakmadığı, ancak yazısız (meselâ âletler, silâhlar, kap kaçak,
oturma yerleri, mezarlar ve sanat eserleri gibi) eserler bıraktığı
" Tarih öncesi „ denilen zamanlarla meşgul olur ve bu " Tarih

kimliğini bilmek tecessüsümüzü tatmin edici bir bilgi edinmek şeklindeki alâkadan başka
birşey değildir.

5    Burada tarih ilmi yapmak (yani tarih araştırmaları ve inşası) için lâzım gelen
yardımcı ilimlerle (meselâ filoloji, paleografi, diplomatica, sonra arkeoloji vesaire)
alelitlak tarih bilgisine genel mahiyette yardımcı olan ilimleri (meselâ coğrafya, fel¬
sefe, psikoloji ilh.) bir birinden ayırmak lâzımdır. Antropoloji, eğer yardımcı olacaksa,
belki ancak bu kısma girebilir. Bu da, tarihçinin herhangi bir yerde antropolojik malû¬
matı doğru dürüst anlayabilmek için asgarî bir bilgi edinmesi lüzumundan ileri gelir
(Bk. Ed. Mayer, Geschichte des Altertums I, i 5. tabı, s. 187. Bu hususta Türkçe-
deki şu eserlere de bak: G. Menod-K. Ş. Dersan, Tarihte usul, İstanbul 1938 s. 12 vs.,
Bernheim-Akkaya, Tarih ilmine giriş, İstanbul 1936 s. 64 ve 68 vs. ; Langlois-Seigno-
bas-Galip Ataç, Tarih tetkiklerine giriş. İstanbul 1937, s. 43 vs.). Fakat müellifin an¬
tropoloji belgeleriyle tarih yapmak istediğine bakılırsa, tarih araştırmalarının yardım¬
cıları olan birinci zümreyi kastetmiş olduğu anlaşılır ki, bu yanlıştır. Biz de zaten on¬
dan dolayı bu meseleyi ele almış bulunuyoruz.

6    Çünkü tarihî araştırma için tabiî (uzvî) insinin varlığı mutat bir şarttır. Tarihî
araştırma bunu aydınlatamaz (Bk. E. Meyer, op. cit. s. 5). Zaten tarih antropolojinin or¬
taya koyduğu beşerî tekâmülün genel formlarını göstermek ile ödevli değildir (bk. Ed.
Meyer, op. cit. s. 186). Binnetice müellif bu kitabiyle belki bir «Antropolojik temadiyet)
ortaya koymağa çalışmış olabilir. Bu da tarihten başka birşeydir. Yoksa acaba türkçe
kitabının başlığına, fransızca nüshas'ndakinde olmayan bir de «Türkiye Tarihi» sözünü
ilâve etmekle kastettiği şey, birinci ayrıma sıkıştırmış olduğu ve en eski zaman¬
lardan bugüne kadarki Anadolu tarihinin hülâsası olmak isteyen tarih malûmatı
mıdır ? Şayet bu ise, söylemek lâzımdır ki, «tarih» ne öyle hadiseleri kısaca alt
alta sıralamak ve yığmak demektir, ne de böyle birşey yapmak, burada görüldü¬
ğü gibi, pek zahmete değer bir şey olur.

öncesinden „ bir nevi " Tarih „ yapmaya çalışır4. Fakat malzeme
ve vesikalarının başka mahiyeti dolayısiyle 5 yapabildiği şey,
içtimaî insanın, yazılı vesikaların öğrettiği şahsî, ferdî manadaki tarihi
değil, ancak onun yarattığı medeniyet ve kültürleri, o da zarurî olarak,
gayrı şahsî, gayrı ferdî, umumî ve anonim manada, ortaya koymak ve-
eğer varsa-"kültür inkişaflarını,, tesbit ederek "Anonim kültür tarihleri,,
yapmaktır6. Şu halde yazısız devirler demek olan prehistorya'da bir
kavimler "Tarih,, inden değil, kültür tarihinden ve kültürleri anonim
olarak taşıyan ve adı bilinmeyen "Kültür taşıyıcılarından,, bahsedile¬
bilir ; fakat bunların antropoloji ile adlandırılabileceğinden bah¬
sedilemez 7.

Coğrafya ile Tarih arasındaki münasebet

Bundan sonra ele almak istediğimiz mesele, kitaptaki coğrafya malû¬
matıdır. Filhakika müellif, kitabının baş taraflarında (s. 13), her halde
bu kitabın bir tarih olduğu düşüncesiyle olacak "Tarih, coğrafyanın
gösterdiği aslî şartlara sıkı sıkıya bağlıdır. Bir ülkenin mevkii, coğrafî
şekli, toprakların ve toprak altlarının madenleri itibarile jeolojisi ve
iklimi, bir milletin tarihî inkişafını izah edebilir,, dedikten sonra,
Türkiye'nin jeolojisi ve coğrafyası hakkında on sahife kadar yer tutan
malûmat vermektedir. Muharrir burada eğer yanlış anlamıyorsak,
antropolojide değil, fakat tarihte coğrafyanın yeri gibi önemli bir
noktaya dokunuyor. Biz de burada zaten, aslen antropolojik bir etüd
olan bu kitabın başında böyle coğrafya malûmatının ne derece
lüzumlu olduğunu münakaşa edecek değiliz. Fakat müellifin kaydettiği
tarihte, tabiatile o da ele alınan hadisenin maiyetine göre, coğrafi
şartları da teemmül etmek zarureti vardır. Çünkü bir milletin inkişaf
ve tekâmülü aynı zamanda içinde bulunduğu maddî şartlara tabidir.
Ancak bu teemmül, müellifin yaptığı gibi, bir yığın coğrafya malûmatı
sıralamaktan başka şekilde olması lâzımdır.

Evvelâ şunu söyleyelim ki, bir milletin tarihi yazılırken onun üze¬
rinde yaşadığı memleketin coğrafî şartlarının, yani dağların, denizlerin,
ırmakların vesairenin, onun tarihî inkişaf ve tekâmüldeki tesirleri gös¬
termek, yeni bir iş değildir; bu tâ Hellen'lerden beri mutat olan bir
iştir. Asıl önemli taraf, bunun ne şekilde verileceğidir. Umumiyetle ve
bilhassa tarih heveskârlarının kitaplarında görülen şey, kitabın başına,
hatta bazen asıl konu ile ilgisi dahi olmayan ve binnetice kitapta adeta
denizdeki Eisberg'ler gibi yüzen bir yığın ve ekseriya kuru coğrafya
malûmatı vermektir. Fakat tarihe lâzım olan coğrafya bilgisinin bunlar
olmadığı çoktandır anlaşılmış bulunuyor. Çünkü tarih için tarihî inkişaf
ve tekâmülü tetkik edilen insan topluluğunun üstünde yaşadığı coğrafi
mekân hakkında, alelitlak bir bilgi değil, tarihî hadiselerin iyi anlaşılma¬
sına yarıyan, yani mekânın bu milletin hayatına tesir etmesi mümkün
olan bünyesi ve. mevkii bakımdan coğrafî şartları gösterecek sistemli
ve insicamlı ve aynı zamanda kısa bir bilgi lâzımdır. Bunu da bugün
" Geopolitik „ yapmaktadır. Geopolitik'in buradaki rolü, bütün o dağınık
malûmatı bir sisteme toplamasıdır 11. Sonra şunu da ilâve etmek lâzımdır ki
tarih, müellifin dediği gibi "Coğrafî şartlara
sıkı sıkıya bağlı,, değildir ;
yani bir milletin inkişaf ve tekâmülünün aynı zamanda içinde bulunduğu
maddî şartlara da tabi olması, yalnız bu şartlarla mukayyet ve mahdut
olması demek değildir. Tarih aynı mekân üzerinde çeşitli istikametler¬
de inkişaf ve tekâmüller göstermiş nice insan grupları tanımaktadır.
Çünkü tabiat insanlar üzerine, insanların ondan alabildiğinden başka
tesir yapamaz. Coğrafî faktörler tarihe müessir kudretlerin hey¬
eti umumiyesi içinde ancak bir imkânlar grubunu teşkil ederler.
Mekânın verdiği imkânlardan istifade edilmesi veya bunlara karşı
gidilmesi, insan zekâsına ve iradesine bağlı bir şeydir. Meselâ ecdadı
tamamiyle köylü olan İngiliz'lerin sonradan gemici ve daha sonra en¬
düstrici olmaları, denizden ve madenlerden istifade etmek zekâ ve ira¬
desini göstermelerinden olmuştur. Halbuki başka ne kavimler vardır ki,
meselâ binlerce senedenberi deniz kenarında oturdukları halde, gemici
olamamışlardır 12.

Anadolu’daki Proto-Hatti’ler ve Luvi’ler

Tarih ile coğrafya arasındaki münasebetin vüs'at ve şümulü de
böyle anlaşıldıktan sonra, kitapta ilk çağ tarihine ait olan malûmat

11    Bak. J. Vogt, Römische Geschichte, Freiburg i/B 1932 s. i vs.

12    Bak. Ch. Seignobos, Histoire sincere de la Nation Francaise, Londre, 1944, s.
i not I. .

içindeki bazı noktalara geçeceğiz. Evvelâ Anadolu'nun en eski seke¬
nesinden olan Proto-Hatti'lerle Luvi'ler hakkındaki mütalaalar üzerinde
durmak istiyoruz :

a)    Bir defa Proto-Hatti adı Anadolu'da bir kavme veya bir devre,
Hitit devletinden önce olduğu için verilmiş bir "tabir,, değildir8. Bu
çok başka sebeplerden gelmektedir; malûmdur ki, Boğazköy'de, büyük
bir kısmı Anadolu ortasını ikinci bin başlarında işgal ederek bir dev¬
let kurmuş ve yavaş yavaş hemen bütün Anadolu'yu hükümranlığı
altına almış olan, yeni bir kavmin dili ile yazılmış on binlerce tablet
(çivi yazılı vesika) meydana çıkmıştır. Daha bu yazılar çözülmeden bu
devlete "Hitit devleti,, , kavme "Hitit'ler,, dendiği için, o zaman bu dile
de "Hittice,, denmiştir ve halâ da böyle söylenmektedir 9. Fakat tet¬
kikler ilerledikçe, vesikaların çoğunluğunu teşkil eden bu Hitit metinleri
içinde, Hititçe'den başka lisanlarda da metinler olduğu görülmüştür.
Filhakika Hitit'ler Anadolu'da kendilerininkinden başka lisanlar
konuşan yerli sekene üzerine gelmişlerdi. İşte bıraktıkları vesika¬
lardaki metinler de bu realiteyi aksettirmekte, yani içlerine girip bera¬
ber yaşadıkları bu kavimlerin lisanlarını vermektedir. Bu lisanlardan
bir tanesi de, bu "Hititce„den tamamile ayrılan ve fakat metinlerde
"Hatti'ce,, (yani Hatti memleketi lisanı veya Hitit'çe) diye söylenen
dildir. Bu ise, tabiatile paradoks bir durum yaratmıştır: anlaşılmıştır ki
"Hitit'çe veya Hatti'ce,, adı aslında bu devleti kuran, hatta devleti ve
kendilerini, hem başkalarının hem bizzat onların böyle andığı hâkim
kavmin lisanına verilecek ad değildir. Filhakika metinlerin "Hatti lisanı,,
diye gösterdikleri dil, Hititce'yi çözenlere şayet baştan malûm olmuş
olsaydı, asıl "Hitit'ce,, adını alacak dil bu olacaktı. Fakat daha önceden
bu isim ötekilerin lisanına dendiği için, metinlerdeki bu "Hatti,, lisanına
"Proto-Hatti,, dili adı verilmiştir. O zamandan beri de halâ bu manada
kullanılmaktadır.

b)    Bu Proto-Hatti dili, Hitit vesikalarından daha eski olan Kappadokia
tabletlerinin de ispat ettiği gibi10, Hitit'lerin -içine geldikleri bu Orta
Anadolu'nun eski yerli halkının lisanıdır. Fakat bu keyfiyet Hitit'lerden
önce bütün Anadolu'yu yalnız Proto-Hatti'lerle meskûn farzetmeğe ve
binnetice Anadolu'da alelıtlak bir "Proto-Hatti devri yaşamıştır,, (s, 37)
hükmünü vermiye götüremez. Belki Orta Anadolu'nun, tarihi devirlerin¬
den önceki "Proto Historya„sında kültür taşıyıcıları "Proto-Hatti,, lerdir
denebilir.

c)    Hitit vesikalarında yukarıda söylediğimiz lisanlardan bir de
"Luvi'ce,, görülmektedir. Bu, aslen Anadolu'nun cenup batısındaki Luvia
memleketinin lisanı olup umumiyetle güney ve güney-batı Anadolu'nun
lisanı olarak kabul edilmektedir 17. Hitit vesikalarından biraz daha eski
olan Kappadokia tabletlerinde ise, ancak içinden bu lisanın çıkmış
olması muhtemel bir dilin (Proto-Luvi) mevcudiyetine hükmettiren bazı
lisan bakiyeleri çıkmıştır 18. Binnetice Hittitler zamanında değil de, "Hitit-
lerden birkaç yüzyıl önce "Luvi,, na
altında bir kavmin Anadolu'da
yaşamış olduğunu, bazı vesikalardan anlıyoruz,, (s. 44) diyen muhar¬
rir acaba bu kavim hakkında başka vesikalar mı bilmektedir?

d)    Nihayet Anadolu'nun Kültepe ve Boğazköy tarihî vesikaların¬
dan malûm en eski sekenesi bu Proto-Hatti'ler, Luvi'ler (ve Proto-Luvi'
ler) ve sonra burada söylemiye lüzum görmediğimiz Pala'lar 19 ve
Hurri'ler 20 olurken, Türkiye'de "Neolitik ve Kalkolitiklerin (her halde
bu kültürleri taşıyıcılar kastedilmiştir) ilk ahfadı,, (s. 9) olarak bunlar¬
dan yalnızca Proto-Hatti'lerin gösterilmesi doğru olmasa gerektir. Ana¬
dolu'ya şamil olan böyle bir şey için, her halde bütün Anadolu'nun eski
sekenesini ele almak lâzımdır.

Kappadokia tabletleri ve Anadolu’nun ilk tarihi devri

Bundan sonra Anadolu'nun alelitlak ilk tarihî devrinin başladığı
"küçük şehir beylikleri,, (başka bir deyimle Asur ticaret kolonileri) dev¬
rine geliyoruz :

a)    Bir defa Kappadokia tabletleri denilen çivi yazılı vesikalar
yalnız Kültepe'de değil (s. 37), aynı zamanda Alişar'da ve Boğazköy'de
de bulunmuşlardır 21.

b)    Bu vesikalar bize, muharririn iddiası hilâfına olarak, Anadolu
hakkında maalesef "oldukça bol bilgiler,, vermekten uzaktırlar

16    Kappadokia tableilerine göre, Orta Anadolu Hitit'lerden önce yelli sekenesi
«Proto-Hatti» ler olan bir «Küçük Şehir beylikleri» (Asur Kolonileri zamani) devri
yaşamıştır (M. Ö. takriben 1950-1800). Bundan önce ise, M. Ö. hemen bütün üçüncü
binde prehistorik bakır devri kültürü vardır. Ancak, gerek Hitit, gerekse Kappadokia
tabletlerindeki malûmatın öğrettiklerine ve keramik'in Hitit devrinde dahi 111. binde¬
ki gibi «monokrom» olarak devam etmesinden anlaşılan aynı sanat iradesini devamı
keyfiyetine dayanarak Anadolu'nun bu bakır devri kültürü taşıyıcılarını «Proto-
Hattı'ler» olarak adlandırmak, yanlış olmaz. Bu suretle de M. Ö. üçüncü bin Anadolu
«Protohistoryası» devri olur.

17    Bak. Götze, op. cit, 53 vs. Son olarak Bossert, op. cit, s. 107 vs.

18    Emin Bilgiç, op. cit. s. 33 vs.

19    Bak. Götze, op. cit, 49 vs. Son olarak ; Bossert, op. cit. s, 77 vs.

20    Bak. Götze, op. cit. 57 vs ; E. Bilgiç, op. cit. 42 vs.

21    Bak. E. Bilgiç, op. cit. 33 vs.

(s. 3 7). Tersine, bunlar bize Anadolu hakkında oldukça az
bilgi veriyorlar. Çünkü bu vesikaların ekserisi, Asur tüccarlarının
kendi aralarında veya yerlilerle yaptıkları bir takım ticarî mukave¬
leler, senetler ve yazdıkları mektuplardır. Pek az bir kaçı yerlilerin
bir birine yazdıkları mektuplar ve bazı evlenme mukaveleleridir.
Binnetice bu vesikalar daha ziyade Asur tüccarların merbut olduğu
şehrin (Asur'un) iktisat ve ticaret tarihini aydınlatmağa yaramakta¬
dırlar. Bunlardan Anadolu hakkında malûmat çıkarmak pek müşkül
olmakta ve çoğu defa da uzun ve zahmetli filolojik mesaiyi zarurî
kılmaktadır. Tabiatile elde edilen şeyler de daha fazla Anadolu'nun en
eski tarihî zamanlardaki iktisadî bünyesini aydınlatmakta, biraz da
yerliler hakkında bilgi edinmeği mümkün kılmaktadır22.

c)    Yine bu vesikalardan anlaşılmıştır ki, Kaneş (Kültepe), muhar¬
ririn dediği gibi, Asur'lu büyük ticarethane mümessillerinin
ziyaret et¬
tikleri
bir yer değildir (s. 37). Tersine, yerli bir beyin idaresinde
küçük bir "Beylik,, olan Kaneş'de, Asur'lu tüccarlar-tıpkı Bizans ve
Osmanlı İmparatorluklarındaki Venedik ve Ceneviz tüccarları gibi-
yerleşik bir surette ve
imtiyazlı bir teşkilât (Karum) halinde oturmakta
ve bu şekilde ticaret yapmaktadırlar. Ve bunlar yalnız burada değil,
daha bir çok -hiç değilse 8- Anadolu şehrinde bu şekilde mevcutturlar.
Tabiatiyle Asur ile buraları arasında mal mübadelesi olmakta ve belki
de muntazam postalar işlemektedir 23.

d)    Yine aynı vesikalardan bu ilk tarihi devirde Anadolu'da bir
"Derebeylik,, idaresi tesbit etmek imkânı yoktur (s. 36); kitapta denildiği
gibi, şehirler sekenesinin kalede oturan beyin tebaası olmaları her halde
bunu isbat edemez. Çünkü "Derebeylik,, (Feodalite) daha "başka bir
şeydir. Filhakika Kappadokia tabletleri zamanında olduğu gibi, Hitit
devletinin de ilk zamanlarında (küçük beylikler devri), yerli halk oturduk¬
ları yerin beyi tarafından idare edilmektedirler. O zaman Orta Anado¬
lu'da iki tane büyük beylik (Kuşşara, Buruşhande) vardı. Ve daha
küçükler bu beylere tabi bulunuyorlardı. Fakat bu erken devirlerdeki
bu bağlılığın mahiyeti ve şekli henüz tesbit edilmiş değildir. Binnetice
kat'î bir şey söylemek erken verilmiş bir hüküm olmaktadır24.

Anadolu'da Hitit’ler

Kitapta Anadolu'daki Hitit devleti ve Hitit'ler hakkındaki mütalaa¬
lar üzerine de şunları söylemek istiyoruz:

22    Bak. E. Bilgiç, op. cit. 35 vs.

23    Bak. Landsberger, Assyrische Handelskolonien in Kleinasien aus dem dritten
Jahrtaugend (Der alte Orient 17) s. 8 vs.

24    Anadolu’nun bu ilk tarih çağındaki beyliklerin feodal bir nizam altında olup
olmadığı ve eğer böyle ise, bunun mahiyeti ne olduğu henüz araştırmayı icabeden bir
mevzudur. Umumiyetle Ön Asya'da feodal nizam üzerinde çalışmakta olduğunu gör¬
düğümüz arkadaşımız K. Balkan'ın (D. T. C. F. Dergisi 11, 1, s. 45) bunu ele alacağını
ümit ederiz.

a)    Bir defa Anadolu'daki Hititler "Neolitik ve Kalkolitiklerin ilk
ahfadı,, (s. 9) olamazlar. Çünkü muharirin de söylediği gibi (s. 43),
Hitit'ler Anadolu'ya M. ö. ikinci bin başında dışardan göçetmişlerdir,

b)    Saniyen Hitit'lerin Anadolu'ya "Bir akınla,, geldikleri (s. 43)
henüz tesbit edilmiş değildir. Bilâkis Kappadokia tabletlerinde pek az
miktarda da olsa, Hitit'çe kelimelerin görülmelerine ve Hitit'lerin Orta
Anadolu'daki şehirlerde kudreti yavaş yavaş ele almalarına bakılırsa,
bu geliş "bir akınla,, değil, tedrici bir surette, belki de bir çok göç¬
lerle olmuştur11.

c)    Kitapta sahife 44' de muharririn yazdığı şu cümlelerden "Labar-
naş, Orta Anadolu birliğini kurmuştur. Ondan sonra gelen kırallar, di¬
ğer küçük şehir kırallarını idareleri altına almışlardır. Bu suretle Orta
Anadolu birliği kurulmuş ve Feodal bir sistem hakim olmuştur,, hangisi¬
nin doğru olduğu metinden anlaşılmıyor. Hakikatte ise birinci cümle doğ¬
rudur. Çünkü onun ardından gelen Hattuşiliş, bu sayede cenuba, Hatay
•havalisine sefer yapmıya muvaffak olmuştur (d fıkrasına bak).

d)    Hitit devletinin kuzey Suriye'yi ( yani Hatay ve havalisini) hâ¬
kimiyeti altına alması, kıral Şuppiiuliuma'dan sonra ( s. 45 ) veya onunla
başlamış bir hareket değildir. Tersine, buna çok daha eski zamanlarda,
yani Orta Anadolu vahdeti kurulur kurulmaz, başlamış olduğu çoktandır
malûm olan bir hakikattir12.

e)    Yine manâ çıkaramadığımız kısımlardan biri de şudur : " M. ö.
yirminci yüz yıla kadar bazı ticarî münasebetler dolayısiyle Mezopo¬
tamya'da hâkim olan kavimlerin Anadolu ile ilgisi, Eti'lere ait vesika¬
larda da bulunmaktadır,, (s. 44). Muharrir bu cümlesiyle, şayet Mezopo¬
tamya kavimlerinin Anadolu'da Kappadokia tabletlerinde görülen ilgisine
müşabih bir ilgi kastetmiş ise, böyle bir şeyin Hitit vesikalarında bu¬
lunmadığını, burada tasrih etmek lâzımdır.

f)    Mısır ile Hitit devleti arasında yapılmış olan meşhur muahedenin
adı "Kadeş muahedesi,, değildir (s. 45). Filhakika Firavun II. Ramses'in
beşinci hükümet senesinde, Hitit kiralı Muvattaliş ile bu firavun arasın¬
da bir " Kadeş muharebesi „ olmuştur. Fakat bahis mevzuu olan mua¬
hede bundan tam onaltı sene sonra Hitit kiralı III. Hattuşiliş ile ya¬
pılmıştır 13; bu, her iki devlet arasında, Kadeş muharebesinden çok
daha evvelki zamanlardan beri devam edegelen harp halini sona
erdirmek için Hitit hükümdarının inisyatifiyle yapılmış olan bir
"Ebedi sulh muahedesi,, dir. Ve Hitit ve Mısır başkentlerinde parafe ve
teati edildiği için, bugünkü anlayışla buna "Hattuşaş muahedesi,, demek
lâzımdır.

g)    Hitit imparatorluğu hâkimiyeti Anadolu'ya vaki olan muhaceret¬
lerle (phryg istilâsi ) doğu-güneye doğru çekilmiş değildir (s. 45).
Tersine, bu muhaceretler sonunda merkezi Hattuşaş olan Hitit imparator¬
luğu inkiraz bulmuştur. Ancak bu inkırazdan sonra, imparatorluğun
şimal Suriye (Hatay ve havalisinde) ki eski vassal beylikleri daha bir
müddet bağımsız kalmışlar ve Hitit geleneğini yaşatmışlardır.

h)    Anadolu Hitit devleti batmış ve yalnız ba dediklerimiz kalmışken,
Anadolu'daki Hitit hâkimiyeti "Asur'un doğudan hücumiyle parçalanmış,,
olamaz (s. 45). Bilâkis Asur, Hitit imparatorluğu yıkıldıktan epey sonra,
doğudan hücum ederek bu eski vassal beylikleri kendisine ilhak etmiştir.

Anadolu’da Phryg’ler14

a)    Umumiyetle M. ö. ikinci binin sonlarındaki Ege muhaceretleriyle
batıdan Anadolu'ya gelmiş oldukları kabul olunan Phryg'ler, Hitit dev¬
letinin yıkılmasını intaç eden bu muhaceretlerin sükûn bulmasından sonra,
eski Anadolu'da kendi adlariyle anılan topraklarda bir devlet kurmuş¬
lardır. Fakat maalesef bu devletin kuruluşu gibi tarihi de büyük bir
kısmı itibariyle karanlıktır. Biz ancak tek tük vakaları biliyoruz. Mu¬
hakkak ki Phryg'ler, bilhassa kıral Midas zamanında Anadolu'da önemli
bir siyasi varlık olmuşlar ve Asur'larla uğraşmışlardır. Fakat bunların
yalnız doğuda fütuhat yapmaları, memleketlerinin köylü ve çiftçi olması
yüzünden fütuhatlarının sahillerden ziyade içeriye doğru olduğu (s. 49)
hükmüne götürmez. Tersine bu, Asur'un, zamanın, en kudretli devleti
olmasından doğmuştur. Kaldı ki, Phryg'ler batı sahilleriyle de ilgilen¬
mişlerdir.

b)    Phryg'ler devletinin sukutu da, tıpkı 500 sene önceki Hitit dev¬
leti gibi, bir felâket ile olmuşa benziyor. Filhakika şarktan gelen ve
orada Urartu'ları15 dehşete salan Kimmer'lerin Anadolu'yu istilâsı ile
Phryg devleti, inkıraz derecesine varan bir sarsıntı geçirmiş ve artık
siyasî bir rol oynamamıştır. Nihayet Anadolu'yu Kimmer'ler istilâsın¬
dan kurtarmış olan Lyd'ier kiralı Alyattes (M. Ö. 610-561) memleketini
Halys'e (Kızılırmak) kadar genişlettiği zaman, Phrygia'yı da Lydia'ya
katmıştır; yani Phrygia, Lydia devletine, muharririn dediği gibi (s. 49)
bundan sonraki kıral Kroisos (M. ö. 561-546) tarafından alınmamıştır 16.

Binnetice kitapta bu münasebetle yazılmış olan (s. 49) "Krezüs tarafın¬
dan batı mıntakalarının koparılıp alınmasına M. ö. yedinci yüzyılda
Kimmer'lerin istilâsiyle bütün Karadeniz sahillerini kaybederek Sakarya
batısına atılmasına rağmen, Frikya yine, hatta Asur'lulara karşı koya¬
bilecek kadar kuvvetini muhafaza edebildi,, cümlesiyle muharrir tama-
miyle ankronizma içindedir.

Anadolu’da Lyd’ler

a)    Evvelâ "Şartlılar,, diye bir kabile veya kavim adı yoktur (s. 50).
Şayet muharrir bununla Lydia devleti başkenti olan Sardeis (ki lydce
aslının "Svard,, olması muhtemeldir) şehri halkını kastetmiş ise, bun¬
ların "Sardunya'ya,, göçettikleri malûm değildir17.

b)    Etrüsk'ler, İtalya'ya M. Ö. sekizinci ile yedinci yüzyıllar arasında
değil (s. 50), evvelâ M. ö. onuncu ve sonra da -en geç olarak- sekizinci
yüzyılda olmak üzere ve iki dalga halinde göçetmişlerdir.

c)    Lydia hükümdar sülâleleri hakkındaki malûmat vuzuhsuzdur
(s. 50): filhakika Lydia'da üç sülâle geçmiştir. Bunlarda: Attyad'lar,
Heraklid'ler ve Mermuad'lar sülâleleridir. Bunların ilk ikisi -hele birin¬
cisi tamamiyle- mitik mahiyette sülâlelerdir. Lydia'nın asıl tarihi üçüncü
sülâle ile başlamaktadır. Heraklid'ler sülâlesi 505 sene hüküm sürdü¬
ğüne ve Mermuad'lar sülâlesinin kurucusu olan Gyges te M. ö. 687 de
tahta geçtiğine göre, Heraklid'ler sülâlesinin başı takriben 1200 yıllarına
çıkar ki, bugünkü kanaatime göre bu sıralarda Hitit imparatorluğu
münkariz olmuştur. Bu hale nazaran Heraklid'lerden önceki birinci
sülâlenin "M. ö. on ikinci ve on birinci yüz yıllar arasında,, hüküm
sürmesi kabil değildir. Farzımuhal böyle bile olsa, Lydia batmış bir
Hitit devletinin tabii olamaz 18.

d)    Gyges'in "Doğuda Asur, Batıda Iyonya siteleri arasında daimî
barışıklığı (!) güden bir politikayı hedef tuttuğu,, varit değildir (s. 50);
filha
kika Gyges ancak memleketini istilâ etmiş olan Kimmer'lere karşı,
kendisine yardım etsinler diye Asur'lulara evvelâ mümaşatta bulunmuş,
fakat sonra Mısır kiralı ( Psammetikhos ) ile Asur'lulara karşı birleş¬
miştir. Hele Batı sahillerindeki Hellen şehir devletlerine karşı Gyges
tamamile tecavüzkâr bir politika takip etmiş, devletini bir deniz
kuvveti yapmıya çalışarak, bu şehirlere karşı bir çok seferler
yapmıştır 19.

Anadolu’da Pers devri

Müellif, sahife 51 de Anadolu'nun "M. ö. altıncı yüz yıldan dördüncü
yüz yıla kadar Pers istilâsı altında olduğunu,, söyledikten sonra "M. Ö.-al-
tıncı yüz yılda ise, Yunanistan ile Pers'ler arasındaki Met muharebeleri
sırasında Anadolu geçit olmuştur,, demektedir. Halbuki ne M. ö. al¬
tıncı asırda "Met„ muharebeleri olmuştur; ne de böyle bir muharebede
Anadolu geçit olmuştur. Tersine, eskilerin yanlışlıkla "Med„ muharebeleri
dedikleri "Pers harpleri,, M. ö. beşinci asırda olmuştur. Yalnız bunlar¬
dan önce (beşinci asrın başında) ve bunların endirekt sebebi addolu¬
nabilecek bir hadise olmuştur: M. ö. 500 senesinde Anadolu batısında
Pers'lere tabî Hellen şehir devletleri isyan etmiş (lon isyanı) ve bu da
Pers'lerin M. ö. 474 de Miletos şehrini tahrip etmelerile sona ermiştir.
Bundan sonra Pers'ler bu âsî şehir devletlerine yardım etmiş olan Ati¬
na ve Eretria'yı cezalandırmıya kalkmışlar ve böylece meşhur "Pers
harpleri,, başlamıştır. Fakat bunlar da Hellas'ta cereyan etmişlerdir35.

Büyük İskender’in şark fütuhatı ve ’’Hellenizma,,

a)    Muharririn dediğinin aksine olarak (s. 51), Büyük İskender'in
şark fütuhatı ve Anadolu'yu fethi büyük kültür hareketleri doğurmuştur.
Unutmamak lâzımdır ki, Helienistik kültürün meydana gelmesinde şar¬
kın ve Anadolu'nun büyük hissesi vardır (bilhassa dinî sahada).

b)    Büyük İskender "Anadolu'nun Pers Satrap'larını dağıtarak İran'a
kadar fütuhatı ilerletmiş,, (s. 52) değildir. İskender M. ö. 334 de Kuzey
Batı Anadolu'da Granikos (Biga çayı) kenarında Satrap ordusunu
bozduğu zaman, ancak Anadolu'yu alabilmiştir. İskender bundan sonra
İskenderun körfezinde İssos'da (M. ö. 333) bizzat Pers kiralı Dareios'-
un komuta ettiği imparatorluk ordusunu mağlup etmiş ve Mısır'a yürü¬
müştür. Nihayet İskender ertesi sene Şimalî Mezopotamya'da impara¬
torluk ordusile yeniden karşısına çıkan Pers kıralını Gaugamela (Arbela)
meydan muharebesinde (M. ö. 331) tekrardan yendikten sonradır ki
Babylon'a girebilmiştir.

c)    Helienistik devrin Anadolu'daki başlıca merkezi olan Pergamon
(Bergama) yalnız mimarî (yapı) üslubunu temsil eden bir yer değildir
(s. 52). Belki alelitlâk Helienistik devir sanatını temsil eden bir mer¬
kezdir (Burada Bergama'dan çıkarılan ve sonra da Berlin müzesinde
restore edilen meşhur Zeus sunağı relyeflerini düşünmek kâfidir).

Anadolu’da Roma devri

Muharrir, kitabında Ankara'daki Augustus mabedi için şu mütalaa¬
larda bulunmaktadır (s. 52): "Bu mabede genel olarak Augustus ma¬
bedi derler. Halbuki bu tabir yanlıştır. Çünkü temelleri Firik devrinde
atılan bu bina, her devirde onarılarak dinî bir âbide olarak kullanılmış
ve Augustus da bu mabet duvarlarına vasiyetnamesini yazdırmıştır,,.

35 Bak. A. M. Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Ankara, 1947 s. 423 vs.

A- Ü. D. T. C. F. Dergisi, F. 5

a)    Bir defa Ankara'daki bu mabette yapılan ve neşredilen arkeolojik
araştırmalarla üzerinde bariz Pergamon (Bergama) mimarî sanatı
tesiri tesbit edilen bu bina M. ö. ikinci yüzyılın ikinci yarısına tarih-
lenmiştir. Bu mabet o zaman herhalde, dinî tradisyonlara her yerden
çok bağlı kalan Anadolu'nun eski tanrılarından "Men„in tapınağı ola¬
rak kullanılmıştır. Fakat imparator Augustus ile doğuda da "imparator
kültü,, başlaması üzerine, Pergamon ve Nikomedia'da ona yapılan ma¬
betleri gören ve bu kültü burada da tesis etmek istiyen Galatia eyaleti,
yeniden bir mabet inşa ettiremiyerek bu eski tapınağı tadil ile impa¬
rator kültüne tahsis ettirmiştir. Mabet, bir kitabeden anlaşıldığı gibi,
Augustus'dan sonra imparator olan Tiberius zamanında "Tanrı Augus¬
tus ve tanriçe Roma'ya,, ithaf olunmuştur ; adının Augustus mabedi
kalması bundandır 36.

b)    Mabedin üzerindeki yazılar ise, ne Augustus'un "Vasiyetnamesi„dir;
ne de onun tarafından yazdırılmıştır. Şöyle ki: Augustus ölmezden bir
sene önce (M.S. 13) vasiyetnamesini, cenaze merasimi programını, devletin
askerî ve malî istatistiğini ve birde hayatında devlet için yaptığı işlerin
hülâsasını, "icraatname,, sini (resgestae), Roma'da Vesta mabedindeki ra¬
hibelere bırakmıştır. Burada bahis mevzuu olan, işte bu sonuncusu, yani
Augustus'un "İcraatnamesi,, (res gestae)dir: Bu, o zaman Roma'da Julia
ailesi mezarı önünde bronz levhalara yazdırılmıştı. Orijinali kayıptır.
Kopyelerinin en iyisi, Ankara'daki bu mabedin duvarlarına (latincesi
pronaos'un iç tarafına, hellencesi de mabedin sağ duvarının dış kısmına)
yazılı bulunmuştur. Bundan dolayı da buna "Monumentum Ancyranum,,
denmektedir (kitabeyi burada keşfeden Kanuni'ye sefir gelen Busbeck'tir).
Bunların da keza Augustus'dan sonra imparator olan Tiberius zama¬
nında, bu mabedin duvarlarına yazdırılmış olduğu çoktandır sabit

olmuştur20.

Bazı teknik mülâhazalar

Monumentum Ancyranum hakkındaki bu sözlerimizle, kitabın daha
iyi anlaşılmasına yardım için, kendi sahamızı ilgilendiren bazı noktalar
üzerine serdettiğimiz ilmî mütalaalar bitmiş oluyor. Son olarak da yine
bunlarla alâkalı bazı teknik mülâhazalarda bulunmak istiyoruz. Evvelâ
şunu ifade etmek isteriz ki, umumiyetle bu tarihî malûmatı - bilhassa
ilk çağ tarihi hakkındakiler - bizde aceleye gelmiş intibaını uyandır¬
mıştır. Burada adeta bir "yer doldurma,, gayreti seziliyor. Yani üze¬
rinde gereği gibi durulmamıştır. Zaten hadiseleri arka arkaya sıralayıp
yığmanın bir "Tarih,, olamıyacağını gayet güzel bir surette göstermiş
olan bu kısmın bir defa kontrol imkânının olmaması38 ve sonra da ya¬
zılış tarzı ve yapısı bunu teyit etmektedir. Gerçekten burada, bir çok
yerlerde paragraflar ve cümleler arasında mantıkî teselsül ve irtibat
olmadıktan başka, bazı yerlerde bizzat cümlelerin bile yapısında sakat¬
lıklar görülmektedir39. Sonra, bunların hepsini kitabın fransızca aslından
türkçeye tercümedeki değişikliklere hamletmeğe de imkân yoktur40.
Burada daha ziyade bir "dikkat ve ihtimam,, noksanlığı göze çarpmak¬
tadır ki, bu, ilim kitaplarında - ve tahsisen bir tez isbata kalkan ve
her satırı tartmak mecburiyetinde olanlarda - pek hoş bir şey değildir.

Bununla beraber bu sözlerimiz, kitabın asıl sıklet merkezini teşkil
eden i
kinci kısmı, yani "antropolojik,, mahiyeti hakkında yanlış bir
fikre götürmemelidir. Biz burası hakkında katî bir hüküm vermeği,
yukarıda söylediğimiz gibi, işin erbabına bırakıyoruz. Yalnız şu kada¬
rını tekrar ilâve edelim ki, bu kitapla antropoloji edebiyatımız, üzerinde
her halde bir hayli durulacak bir eser kazanmıştır. Ve bu bakımdan da
eseri selâmlamak lâzımdır.

38    Malûmdur ki ilim kitaplarında (ve bilhassa «tez» lerde) başlıca şartlardan biri,
yazılan şeyleri kontrol imkânını vermek, yani haşiyelerle * Bibliyografya » nın sahife
vesairesini göstermektir. Halbuki burada buna tam manasiyle riayet edilmemiştir.
Filhakika kitabın sonunda sayısı 140'a varan bir bibliyografya listesi konmuştur. Fa¬
kat bunun yarısının bile kitapta adı geçmemektedir. Geçenlerin de ekseriyetle sahifeleri
verilmemiş, yalnızca adları ile iktifa edilmiştir.

39    Yer darlığı dolayısiyle, burada misalleri aynen vermiyeceğimizden dolayı özür
dileriz. Mamafih görmek istiyenler meselâ sahife 24, 30, 31, 37, bilhassa sahife 43 ve
44 ün tamamı, sonra 45, 48, 50, 51, 52 ye bakabilirler.

40    Bu hususta şu tipik misal kâfidir : sahife 24. satır aşağıdan 17.

«Şimdiye kadar bilindiğine göre, Anadolu'da ilk devlet kuranlardan biri Eti'lerdir.
Onun inkirazı üzerinde Frik'ler, Lidya'Iılar, İran'lılar, Büyük İskender istilâsı ve onun
parçalanmasından sonra kurulan küçük devletler. Roma ve Bizans devirleri, Selçuk lar,
küçük beylikler, Osmanlı İmparatorluğu ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti. Türkiye'nin
kısa tarih tablosu bu isimler altındadır. Vakıa bunun içinde Turova hikâyeleri, Iyon'-
ların göçleri, Moğol istilâsı, haçlı seferleri, XV nci asırda Timur'un savaşları ve daha bir
çok vakalar yer almıştır. Bunlardan her biri ayrı ayrı tarih olaylarını teşkil ederler».

Fransızca nüshada buraya tekabül eden yerin (sahife 16) bizim tarafımızdan ya¬
pılan tercümesi ise şudur :

«Bugünkü bilgilerimize göre, Türkiye topraklarında kurulan devletlerin birincisi
Hitit İmparatorluğu olmuştur. Onun enkazı üzerinde Phryg'ler, Lyd'ler, Ion'lar, Pers-
ler, Makedon'lar ve İskender İmparatorluğunun parçalanmasından doğan küçük devlet¬
ler, sonra Roma, Bizans, Selçuk'tular, feodol beylikler, Osmanlı İmparatorluğu ve ni¬
hayet şimdiki Türkiye Cumhuriyeti birbirini takip etmişlerdir».

(Bundan ötesi ise fransızca nüshada yoktur. Müellif tarafından ilâve edilmiştir).

Not : Sahife 56 da aşağıdan 11 inci satırdaki mutat kelimesi muta ; sahife 64
yukarıdan 20 inci satırdaki sürdüğüme, sürdüğüne 32 ; aynı sahifede 22 inci satırdaki
kanaatime, kanaate olacaktır.

1

Dr. Afet İnan, Türkiye halkının Antropolojik karakteri ve Türkiye tarihi ;
Türk Irkının vatanı Anadolu; (64.000 kişi üzerinde anket); Türk Tarih Kurumu ya¬
yınlarından : VII seri, numara 15. Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1947.

1 Afet (Docteur en Sociologie) : L'Anatolie, Le pays de la «race» Turque : re¬
cherehes sur les caracteres anthropo!ogiques des populations de la Turquie, ( Enquete
sur 64.000 individus) ; Geneve 1939.

A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, F. 4

2

   Bak. Alfred C. Haddon, History of Anthropology, London 1945, s. 100 vs.

3

   Bak. idem, op. cit. s. VII, 2 vs.

4

   Bak : H. Demircioğlu, Anadolu'da eski-taş devri kültürleri (Yayınlar üzerinde),
D.T.C.F. Dergisi, I, 5. s. 179 vs.

5

   Bk: Schuchhardt, Alteuropa, 3erlin 1935, s. I vs.

6

   Söylemeye lüzum yoktur ki, prehistorya da bunu, tabiî (uzvi) insanın malzemesi
demek olan antropolojik belgelerle değil, fakat içtimaî insanın bıraktığı ve yine dü¬
şünce ve- iradesi mahsulü olan yazısız vesikalarla yapabilir. Binnetice prehistorya'nın
yardımcıları da, içtimaî insanın gayrı şahsi kültürlerini bize bildiren bu yazısız vesi¬
kaların, anlaşılmasını sağlıyan ilimlerdir ki, bunların da en başında «Prehistorik Arke¬
oloji» gelir.

7

   Kitabın fransızca nüshasında olmadığı için, başka bir mânaya gelip gelmediğini
tahkik edemediğimiz bu «adlandırmak» kelimesi ile aceba antropolojinin insanların ırkını
tayin etmesi keyfiyeti mi (bak. not. 4) kastedilmiştir? Filhakika, kültürlerini tetkik ettiği
içtimaî insanın kimliğini vesikalarının mahiyeti dolayısile tayin edemiyen ve bu yüzden
«Gayrı şahsi» kültürlerle uğraşan prehistorya, hiç şüphe yok ki, tabiî insanın kimliği
demek olan «Irk» meselesine tarihten daha fazla alâka duyacak, yani hiç değilse han¬
gi ırktan olduğunu bilmek istiyecektir. Fakat bu alâka, onun tetkik ettiği kültürleri
«Irk» ile adlandırmasına götüremez. Nietekim prehistoryanın gösterdiği gayrı şahsî
kültürlerden her hangi birine ırkın genel mahiyeti yüzünden henüz - hatta iskelet dahi
mevcut olmasına rağmen- Doliko Kefal veya Brakhi Kefal kültürü denmemiştir. Halâ
eski taş kültürü, boyalı çanak çömlek kültürü veyahut buluntu yerlerine göre meselâ
Tell-Halaf kültürü denmektedir.

8

   Muharririn cümlesi: «onun içindir ki, Eti devletinden önce Anadolu’nun siyasî
tarihine Proto-Etiler denilmektedir» (S. 43).

9

   Bu lisana nasıl ve niçin «Hititçe» dendiğini anlatmağa kalkmak, uzun sürecek¬
tir. Yalnız şunu söylemek kâfidir ki, «Hititçe» kelimesi o zaman «Ahdi Atik» den alın¬
mıştır (Tekvin, Bâb 10); devletlerine Hatti diyen Hitit'lerin lisanlarına ne dedikleri
kat'î olarak bilinmemekle beraber, bazı metinlere bakılırsa, lisanın adı Hitit monar¬
şisinin beşiği olan Nesas şehrine izafetle «Nesa dili» olması muhtemel görünüyor. Fakat
bu keyfiyet ilim dünyasının bu lisana önceden verdiği «Hititce» tabirini henüz değiş¬
tirememiştir. Bu hususta bak. son olarak Bossert, Ein hettitisches Königssiel, (İstan¬
buler Forschungen 17) Berlin 1944, s. 15 vs.

10

   Bak. Dr. Emin Bilgiç, Kappadokia tabletlerine göre Anadolu kavimleri üzerinde-
araştırmalar, D. T. C. F. Dergisi, II, i (1943) s. 39 vs.

11

   Bak. Emin Bilgiç op. cit. s. 42.

12

   Bak. Demircioglu, Anadolu'da ilk siyasî mekân vahdetinin kuruluşunda Hatay'a
verilen önem (Ankara Üniversitesi haftası: Hatay) Ankara, 1945 s. 52.

13

   Bak. Günther Roeder, Aegypter und Hethiter (Der alte Orient 27) s. 12 vs.

14

   Burada bilmünasebe söyliyelim ki müellifin mehaz göstermeğe lüzum görmeden
«Türk okurlarına sunmak» istediği bu tarihi malûmatın bundan sonraki, Phryg'ler ve
Lyd lere ait kısmı, (s. 48-51) artık okunmıyan eski lise tarih kitaplarının, birinci sınıfa
ait birinci cildinden (Tarih, tarihten evvelki zamanlar ve tarih zamanları, İstanbul 1931,
sahife 138 - 144 ) cümle ve paragraflariyle aynen olmak üzere alınmış görünmektedir.

15

   «Türkiye Tarihi» hakkındaki bu bilgiler içinde eskiden bu topraklar üzerinde
yaşamış olan bu Urartu'Iılardan hiç bahis yoktur.

16

   İhtimal ki, muharrir Herodotos'un (I, 28) verdiği malûmatın hatalı olduğunu
bilmemektedir: Bu hususta bak. J. Friedrich, Phrygien, Pauly-Wissowa (RE) cilt
XXXIX s. 890 vs.

17

   Bak : Bossert op. cit. s. 130 vs.

18

   Bak. J. Keil, «Lydia ; Pauly-Wissowa (RE) cilt XIII s. 2167 vs.

19

   Bak. Hogarth, Cambridge Ancient History III, 506 vs.

20

   Bak. Ernst Kornemann, Monumentum Ancyranum, Pauly-Wissowa (RE) cilt
XXXI s. 211 vs.