19. YÜZYILIN SONLARINDA KARÇINZADE SÜLEYMAN ŞÜKRÜ'NÜN GÖZÜYLE ÇUKUROVA Arş.Gör. Hasan MERT* Adana ve genel olarak Çukurova bölgesi, Doğu ve Batı kültürlerinin kaynaştığı bir noktada bulunmasıyla tarih boyunca birçok seyyahın uğrak yeri olmuştur. Çukurova, doğal zenginliklerin yanı sıra hem Müslümanların hem de Hıristiyanların hac yolu üzerinde yer almaktadır. Bölgenin, Anadolu'nun güneyinde eski dünyanın en çekici yerlerinden biri sayılan Ortadoğu ve Mezopotamya'ya açılan bir kapı durumunda olması, her zaman büyük kumandanların ve gezginlerin ilgi odağı olmasını sağlamıştır. Bölgeyi daha 13. Yüzyılda ziyaret ederek gördüklerini yazanların başında Marco Polo gelir. Ondan başka 15. Yüzyılda Bertrandon de la Broquier, 18. Yüzyılda Paul Lucas, 19. Yüzyılda Kinner, daha sonraları ise Charles Texier, L. de Laborde Russegger ve Dr. Schaffer yabancı seyyahlardan bölgeyi gezenlerdir. Müslüman ve Türk seyyahlardan ise meşhur gezginimiz Evliya Çelebi ilk akla gelen isimdir. Yine çeşitli devirlerde Adana'yi gezen ve izlenimlerini yazanlardan; İbn-i Batuta, Bedreddîn el-Gazzi, Kutbeddîn-ül Mekki, Katip Çelebi, Üsküdarlı Mustafa Dede, Mehmet Edib Bin Derviş, Dr. Şerafettin Mağmuni, Kırımî Rahmi Efendi, Cevdet Paşa ve Menemencioğlu Ahmet Bey bilinenlerdir1. Tebliğimizde, yazdıklarından yararlandığımız Seyahat-ı Kübra isimli eserin müellifi Karçmzade Süleyman Şükrü ise, memuriyeti dolayısıyla geldiği Adana ve Çukurova'nın 19. yüzyıl sonlarındaki durumu hakkında kendi değerlendirme ve yorumlarını da katarak oldukça ilgi çekici ve geniş bilgiler veren bu seyyahlardan birisidir.Biz bu tebliğimizde Karçınzade Süleyman Şükrü'nün eserinde verdiği bilgilere dayanarak Çukurova bölgesinin 19. yüzyılın sonlarındaki coğrafi, sosyal ve iktisadi özelliklerini sunmaya çalışacağız. Böylece Çukurova'daki yerleşimlerin bugünkü geldiği noktaya ulaşırken hangi aşamalardan geçtiği konusunda tarihin bir kesitinin aydınlatılmasına katkı sağlanacağına inanıyoruz. Bununla beraber tebliği hazırlarken büyük oranda yazarın aktardıklarına sadık kaldığımızı da belirtmeliyiz. Konuya girmeden önce Süleyman Şükrü Bey'in hayatını ve eserini tanıtmak yerinde olacaktır. Eserinin içine koyduğu kendisine ait bir resmin altına "Seyyah" unvanını da ekleyen Süleyman Şükrü Bey'in eseri Seyahat-ı Kübra 1907 yılında Petersburg'da basılmıştır. Müellif, telgraf memuru olarak çalışmaktayken üstleriyle anlaşamadığı için zorunlu gezisine başlamıştır. Eserde Anadolu ve Rumeli'nin birçok şehri anlatıldığı gibi; seyyahımız İran, Aşkabat, Buhara, Baku ve Batı Türkistan'ı dolaşarak Avusturya'ya, oradan Paris'e geçmiştir. Paris'ten Marsilya'ya inerek Tunus, Fas, Cezayir, Mısır ülkelerini gezmiş, Süveyş kanalı ve Kızıldeniz yoluyla Hint denizine geçerek Bombay'a ulaşmıştır. Hindistan ve Seylan'dan sonra Singapur'a uğrayarak Çin'e geçen gezginimiz buralarda çeşitli şehirlerde kaldıktan sonra en sonunda Urumçi'den kalkıp Petersburg'a gelmiştir2. Gördüğü yerleri her yönüyle anlatmaya çalışan yazarın dili, dönemine göre oldukça akıcıdır. Eserinde halk deyimlerine sık sık yer verdiği gibi zaman zaman iğneleyici bir üslup kullanmaktan da kaçınmamıştır. Ayrıca Arapça ve Farsça'ya olan hakimiyeti de fark edilmektedir. Süleyman Şükrü Bey eserinde verdiği hâl tercümesine göre, 1865'te İsparta'nın Eğirdir (Eğridir) kazasında doğmuştur. Ailesi, I. Mahmud döneminde (1730-1754) bir tımarlı sipahi olan büyük dedesi Süleyman Ağa'ya verilen tımar üzerine Eskişehir'den Eğirdir'e göç etmiştir. Yazarın eğitiminde de emeği geçen babası, hayatını Kur'an-ı Kerim istinsah ederek kazanan Hafız Hüseyin Efendi'dir. Süleyman Şükrü Bey, rüştiyeyi Eğirdir'de bitirdikten sonra bir müddet medrese tahsili de görür. Eğitimini tamamladıktan sonra bir memuriyet almak üzere İstanbul'a gelen Süleyman Şükrü Bey, burada Telgraf Nezareti tarafından Pozantı merkez memurluğuna tayin edilir3. 1886 yılında Süleyman Şükrü Bey İstanbul'dan görev yerine giderken İsparta ve Ağlasun üzerinden Antalya'ya inerek Yunan bandıralı bir gemi ile Mersin'e gelir. Buradan trenle Tarsus'a geçen seyyah daha sonra kiraladığı hayvana binerek Mezaroluk, Sarışeyh, Gülek Boğazı, Tekir Yaylası yoluyla Pozantı'ya ulaşır. İki yıl Pozantı'da görev yaptıktan sonra da Adana'ya geçer. Karçınzade'nin aktardığına göre; Çukurova'da ilk uğrağı olan Mersin4, 1850'lerde buraya gelen Mersin isminde Kayserili bir Rum tüccarın ufak bir mağaza yaptırmasından sonra çiftçilerin buraya akın etmesiyle birlikte önem kazanmıştır. İki sene zarfında büyük bir köy görünümüne kavuşan Mersin nahiye merkezi yapıldığı sırada fener ve liman idarelerinin teşkil edilmesi üzerine işlek bir liman haline gelmiş, ticareti artarak önemli bir alış veriş merkezi olmuştur. Abidin Paşa'nın Adana valiliği sırasında (1881-1885) demiryolu hattının kurulmasından sonra, önce kaza birkaç sene sonra da liva olmuştur.Verimli Adana ovasının işlek bir limanı olmakla, ticareti hareketlidir. Mevkisi gayet lâtif, sokakları muntazam ve binaları gayet düzenli ise de havası ağır, limanı açık ve tehlikelidir. Ticaretin bahşettiği nimetler sayesinde yarım asırda gelişerek kendisine dahil ettiği birkaç bin senelik Tarsus kazasıyla beraber üç nahiye ve iki yüz altmış dokuz köye şamil, gelişmeye devam eden dokuz bin nüfuslu geniş ve sevimli bir kasabadır. Limon, turunç, nar, üzüm, armut, elma ve çeşitli meyveler, iyi cins kavun ve karpuzun yanı sıra her türlü sebze yetiştirilmektedir. Karçınzade, burada gördüğü, zerdali cinsinden olan ve şekerpare adı verilen meyvenin eşini dünyanın hiçbir yerinde görmediğini de ilave eder. Şehrin büyük binaları Ziya Paşa'nın Adana valiliği sırasında yeni usulde yaptırdığı otel ve gazinolardır. Süleyman Şükrü Bey Mersin'de kısa bir süre kaldıktan sonra trenle Tarsus'a geçmiştir. Tarsus'un5 tarihinden oldukça geniş bir şekilde bahseden yazar, Havarilerden Pavlus'un doğum yeri olmakla ünlenen şehrin Fenikelilerden Asurlulara, Keyhüsrev devrinde de İranlılara geçtiğini belirtir. Büyük İskender'in istilasından sonra kurulan felsefe okulu sayesinde de parlayarak ticaret ve eğitim kurumları bakımından Atina ve İskenderiye şehirlerini geçtiğini ifade eder. Makedonyalılardan Romalıların eline geçen şehir Harun Reşid devrinde de Müslümanların hakimiyetine girmiş, Türk Memlûk Devlçti ve Ramazanoğulları Beyliğinin ardından Osmanlı Devleti'ne katılmıştır.Tarsus'un havası Çukurova'da bulunan diğer şehirlere nazaran daha güzel ise de suyu gayet ağırdır. Yazar, şehrin kenarından geçen Tarsus çayının adını yanlış olarak Ceyhan olarak vermektedir. Bu nehrin üzerine kurulan ahşap dolaplar sayesinde, şehrin dört tarafına yayılmış limon, portakal, turunç bahçeleri sulanmaktadır. Kavaklar şehrin etrafını bir sur gibi çevirmiştir. Sokakları dar ve büküntülü ise de her köşede akar su, geniş meydanlar ve çiçek bahçeleri bulunmaktadır. Dış kalenin yalnız temelleri ile tarlalar içinde münferiden dikili ufak bir duvarı kalmıştır. Tarsus Çayının kasabanın güney köşesinde meydana getirdiği bir şelale bulunmaktadır. Ferahlık veren kahveler ve gazinolar bulunmasına rağmen buraya sarhoş takımından başka kimse gitmemesi, şehir halkının tercih edeceği güzel mekanların çokluğundandır. Ayrıca bu çay üzerinde kasabanın zenginleri tarafından mükemmel bir iplik fabrikası da kurulmuştur. Şehrin ortasına düşen Ulu Cami'de Danyal a.s.'ın makamından başka Şit a.s.'ın, Abbasi halifelerinden Me'mun bin Harun'un ve iç kalenin eski cami yakınlarındaki kapısında Hasan Fellah'ın türbeleri vardır. Hikayeleriyle meşhur Şahmaran'm kanının akıtıldığı yer olarak da Danyal a.s.'ın makamları civarındaki Eski Hamam gösterilmiştir. Yedi Uyurlar mağarası ise şehrin kuzeybatısında ve on kilometre uzaklıkta, bin üçyüz adım yüksekliğindeki dağın eteğindedir. Feyz ve bereketine diyecek olmayan Tarsus, Adana ile Mersin arasında ve mümbit Çukurova'nın ortasında, Anadolu'nun önemli kapılarından sayılan Gülek boğazının güzergahında bulunmakla doğu ve batı yolcularının yegane uğrağıdır. Bitek vadilerinde, geniş ormanlarında, bereketli yaylarında yaşayan dağ köylülerinin getirdikleri kereste, yağ, büyük baş hayvan gibi ürünlerle pazarı fevkalade işlektir. İskeleye yakın olması ve tren hattı ile bağlı bulunmasından dolayı mahsulü sürümlü olduğu için ürün bolluğunun fiyatların düşmesine etkisi yoktur. Nüfusunun otuz bin olduğu tahmin edilmektedir. Her neresi kazılsa sütun ve heykel türünden tarihi eserler çıktığı için halk, kasabanın depremden ters döndüğü düşüncesiyle Tarsus ismini aldığına inanmaktadır. Süleyman Şükrü'nün kara yolunu takip ederek Tarsus'tan sonra geldiği Mezaroluk6, Toros dağlarının üzerinde oluşan vadinin ovaya bakan ağzında ve kendi deyimiyle korkunç bir orman içinde bulunmaktadır. Tarsus ile arasındaki mesafe kervan yürüyüşü beş saattir. Etrafında tarihi enkazlar bulunmasına rağmen, o sırada sağlam bir han ve suyu gür bir çeşmeden başka yapısı yoktur. Dolayısıyla orada bulunanlar da hancıdan ve bir gece konakladıktan sonra ayrılan yolculardan ibarettir. Ovanın kuzeyine düşen vadiye girmeye bir mil kaldığı sırada ve yolun sağında görülen yüz metre yüksekliğindeki tepe üzerinde sonradan tamir gördüğü anlaşılan bir kale mevcuttur. Bahsedilen vadinin ortasından geçen şosenin iki tarafını çamlar, ardıçlar ile çalı türünden kızılcık ve benzeri ağaçlardan oluşan heybetli bir orman kaplamaktadır. Kuzeyde bulunan Niğde kasabası yakınlarındaki Gavursındı'ya kadar iki menzil süren bu uzun vadinin güney kısmı Mezaroluk'tan Sanşeyh'e kadar üç saat devam eder. Şosenin sağ tarafına düşen Sanşeyh7, Gülek boğazının doğuda Adana yönüne ayrılan yerin başlangıcında ve üçyol arasındadır. Eski devirlerde hac yolu üzerinde bulunmasından dolayı vakfedilen büyük ahşap bir han ile Sarışeyh adındaki velinin türbesinden başka binası yoktur.S üleyman Şükrü Bey'in bir sonraki durağı ise meşhur Gülek Boğazıdır8; Akdağ ile Sis (Kozan) dağlarının kuzeyinde ve Toros dağlarının üzerinde bulunan Gülek boğazı dar bir geçit olup uzunlukça bir saat sürer. Bu boğazın ortasında bir çay akmaktadır, îki tarafında yükselen kayaların arasından kendiliğinden yetişen ağaçlar boğazı yemyeşil göstermektedir. Kalenin hizasından ve seyyahımızın deyimiyle "cehennemin veyl deresini andıran o dar ve derin mahalden" biraz ileri gidilince zaptiye karakolu ve posta menzili görünmeye başlar. Anadolu ile Suriye'yi birbirine bağlayan bu dar geçit doğu ve batı kavimlerinin başlıca geçiş yoludur. Buradan I.Dara, II. Dara, Büyük İskender gibi eski çağ hükümdarları, Heraklius, Me'mun gibi ortaçağın ünlüleri ve sonraki zamanlarda da IV. Murad gibi Osmanlı padişahları geçmiş ve her geçen boğazın ortasındaki çay içine dikilmiş yuvarlak kayaya birçok resimler ve yazılar kazımıştır.Bu dar geçitten geçtikten sonra Tekir Yaylası'na9 ulaşan Karçınzade derin bir nefes alır. Ancak Tekir yaylasında gözüne ilk çarpan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın yaptırdığı istihkam ve siperlerdir. Mehmed Ali Paşa'yı Müslüman kanı dökmekle ağır bir dille suçlayan seyyah, eski tarz topların barut konulan falyaları çivilenmek suretiyle bırakıldığını ve içindeki barutları çocuklar tarafından boşaltılan mermilerin dereler içinde hâlâ görülebildiğini aktarıyor. Ayrıca Tekir yaylasının bir zamanlar ceviz ağaçlarıyla kaplı olduğunu ancak Mehmed Ali Paşa'nın toplarına kundak yaptırmak bahanesiyle köylerde yaşayanların malı olan bu ağaçları kestirdiğini ifade ediyor.Karçınzade sonunda görev yeri olan Pozantı'ya ulaşır . Ancak Tarsus ile Niğde arasındaki telgraf işlerinin yürütülmesi için kurulan merkez Ayvabeği denilen mevkiye taşınmıştır. Seyyah Ayvabeği isminin izahını Hayfbeli'nden geldiği yoluyla yapar. Onun aktardığına göre şosenin inşasından önce buradan geçen kervan ve yolcu kafileleri ikide bir dereye yuvarlanıp hayvanlarının parçalanmasıyla "hayf' diye eseflenmeleri artınca bu olaydan kinaye "hayf beli" adı zamanla "Hayfabeli"ne ve sonra da hayfa "Ayva"ya, bel de "beğ"e çevrilerek "ayva beği" denilmeye başlanmıştır. Bu mevkide sıradan bir han ile bir değirmen ve bir demirci dükkanından başka bina yoktur. Seyyah, İstanbul'daki Beyoğlu, Konya'daki Beyşehir'in adlarındaki "bey" sıfatını hakettiğini, ancak Ayvabeği'nin bu şehirler arasında adının olsa olsa Külhanbeyi olabileceğini alaylı bir dille ifade etmektedir. Yazar, Mezaroluk'tan başlayıp Niğde sınırına kadar uzanan vadinin üzüm bağları, çam, ardıç ve katran ağaçlarıyla dolu olduğunu, göz alabildiğine uzayan ormanın av meraklıları için bulunmaz bir mekan teşkil ettiğini de vurgulamadan geçemiyor. Sıcaktan bunalan Adana'lıların rağbet ettiği Bürücek yaylası da bu yerin beş on dakika ilersindedir. Havası serin ve sağlam olan bu yaylaya Adanalıların Haziran başında gelip Ekim ayının ortasına kadar kalmaları Karçınzade'nin bu dört buçuk ayı iyi geçirmesini sağlamıştır zira, bu sayede Adana eşrafından bazı saygı değer kişilerle tanışma ve arkadaşlık etme fırsatı bulur. Üzüm bağlan ve kiraz bahçeleri bulunan bu yaylada birçok evle beraber mükemmel bina ve köşkler de mevcuttur. Ayrıca yaylada büyük bir de cami vardır. Havası, suyu, mevkii ve manzarası bakımından doyum olmayan Bürücek'in her köşesinde bulunan gür suyundan başka buraya birkaç dakika uzaklıkta Çağşak ve Müftüyurdu adlı mahallerde ardıç ve çam ağaçları altında kalan kayalar ve çakılların arasından soğuk ve berrak pınarlar fışkırmaktadır. Karçınzade geriye kalan yedi ayını da hayli işlek olan yolu kullanan kervanları izlemekle geçirir. Karçınzade'nin bölgede bahsettiği diğer bir yer ise telgraf merkezine bir saat uzaklıktaki Şeyhli köyüdür. Seyyah burada örnek bir köy yaşantısını bizlere aktarır. İşledikleri arazilerinin verimli olmasından ve Bürücek yaylasına çıkan Adanalıların alışveriş yeri bulunmalarından dolayı geçimlerini kolayca temin eden Şeyhli sakinleri oldukça neşeli insanlardır. Bu köyde biri ihtiyarlara diğeri gençlere mahsus iki oda vardır. Gençliğinde evlenmiş olanlar dahi ihtiyarların toplandıkları odaya gidip bekar delikanlıların meclisine karışamazlar. Bekar delikanlılar kendilerine mahsus odayı ısıtmak için etraflarını kaplayan ormandan sıra ile gidip ağaç keserler. Kapıdan sığdıramadıkları kütükleri bellerindeki uzun kuşaklara bağlayarak bacadan sarkıtırlar. Nemrut ateşi gibi ısınan odada seyyahın ifadesiyle "gülünçlü oyunlar çıkarmaya, kaval üflemeye, oldukça dinlenir şarkılar söylemeye, gelişi güzel saz ve bağlama çalmaya başlarlar." Kar kalkıncaya değin bu eğlenceli akşamlar devam eder. Karçınzade bu gördükleriyle şehirlerdeki gençlerin yaptıklarını karşılaştırır ve Şeyhli köyünde gördüğü samimiyeti, dayanışmayı şehirde vaktini bilardo masalarında tüketen gençlere üstün tutar. Bu sırada telgraf dairesinde başmüdür olan ve sonradan aralarında gergin bir ilişkinin doğacağı Bedri ismindeki amirinin emri üzerine Karçınzade Süleyman Bey, 1889 Temmuzunda tayininin çıkarılması üzerinde yazın en sıcak günlerinde Adana'ya gelir11. Toprağının verimi hususunda Aydın vilayetiyle eşit olan Çukurova'nın en büyük yerinde bulunan Adana şehri Seyhan nehrinin batı sahilinde ve Akdeniz'e doğudan 25 kilometre uzaklıktadır. Karçınzade, Adana isminin önceleri Batana şeklinde olmakla beraber İslâmiyet'ten sonra Adana'ya çevrildiğini zikreder ve bunu Rum suresinin ilk üç ayetine dayandırır12. Seyyah, telgraf merkezinin kurulmasından sonra telgraf harfleriyle yazıldığında Edirne ve Adana'nın karışmasından dolayı Adana'nın imlasının değiştirildiğini ifade eder. Yazar Adana'yr "^' şeklinde yazmaktadır. Aynı meseleye Kamus-ül Âlâm isimli eserinde değinen Şemseddin Sami, şeklinde yazılan imlanın yerine ile yazılanın kullanılmaya başladığını ifade etmektedir13. Yine Ahmet Rıfat Efendi'nin hazırladığı Lügat-ı Tarihiye ve Coğrafiye isimli eserde de Adana'nın imlası Kamus-ül Âlam'da olduğu gibi yazılmıştır14.Karçınzade şehrin nüfusunu otuzbeşbin tahmin etmekte ve bu eski şehirde binbeşyüz dükkan ikiyüzkırk mahzen ve han on cami yetmişaltı mescit, dört kilise, dört hamam, bir hastahane ile çeşitli çırçır ve un fabrikaları bulunduğunu haber vermektedir. Eski tarz medrese ve mekteplerin sayısının da kırka yakın olduğunu, bunlardan başka Seyhan sahilinde gayet mükemmel bir mekteb-i idadi ile civarında bir kız mektebi ile hükümet dairesinin batısında eğitimi düzgün bir rüşdiye ve sanayi mektebi olduğunu aktarmaktadır. Ramazanoğulları tarafından yaptırılan Cami-i Kebir (Ulucami) ve bu cami yakınlarındaki şimdi Ulucami Medresesi olarak bilinen Taş medresede şehrin önemli yapılarındandır.Hükümet dairesinin bulunduğu meydan geniş olmakla birlikte şer'iye, adliye, belediye, posta ve telgraf, polis daireleri ve hapishaneye varıncaya değin bütün idari binalar topluca bir yerde ve iki kapısından başka girilecek yeri olmayan bu meydanın etrafındadır. Yine yazarın verdiği bilgiye göre Ziya Paşa'nın valiliği sırasında (1878-1880) inşası üç gün zarfında tamamlanan ahşap tiyatro binası yine bu meydanda ve belediye dairesinin arkasındadır. Tarihi eserleri puthanelikten kiliseye daha sonra da camiye çevrilen Yağ camisi, Justinyanus tarafından Seyhan üzerinde yaptırılan büyük köprü ve eski Batana kalesinin temelleridir. Bununla beraber 1868 yılında meydana gelen büyük yangın şehre çok büyük zararlar vermiştir. Yeni yapıların en güzelleri ise mekteb-i idadi binası ile saat kulesi, nehir sahilinden geçen yol üzerindeki yeni tarz evler ve Paşa hamamıdır. Karçınzade'nin zikrettiği ilginç diğer bir meselede yöredeki köylerin isimlerinin değiştirilmesiyle ilgilidir. "Halil Paşa Adana'da valiliği sırasında idare heyetini toplayıp Eşekçi, Gavur Köyü, Boklu Koyak ve benzeri köy isimlerini değiştirmeye başlar. Gavur köyüne 'Yolgeçen' diğerlerine de başka adlar konulduktan sonra sıra Eşekçi köyüne gelir. Kervandan geri kalanın adıyla anıldığı için olmalı ki sıraca da bütün köylerin sonuna düşen bu köy ele alındığı sırada Halil Paşa merhum 'bu köye eski ismi zımnen andırır bir nam verilsin' yollu latifede bulunur. Birçok ismi değerlendirirken dalgınlaşan heyettekilerden birisi 'efendim Haliliye adı uygundur' der demez ortalığı buz keser ve bu köyün ismi eski haliyle kalıp heyet dağılır." Adana'nın başlıca mahsulatı çeşitli hububat, pamuk ve susamdır. Bahçelerinde her türlü meyve yetişir. Limon, portakal, turunç, nar, şeker kamışı ile kavun karpuz büyük oranda yetişir. Bağların senede iki defa üzüm vermesini zikretmekle birlikte Karçınzade, kırk veren tabir edilen üzümü posasının çok, kabuğunun kalın ve çekirdeğinin iri olmasından dolayı beğenmez. Arazisinin verimli olmasından dolayı Harput ve Diyarbakır taraflarından her ay yirmi otuz bin işçi gelmektedir. Ağba denilen geniş arazi pirinç ve şeker kamışı yetiştirmeye oldukça elverişli olduğu halde Adanalıların toprağa ihtiyacı olmadığından olsa gerek burası vahşi camuslara gezinti yeri kesilmiştir. Atına silahına güvenenler bu bataklığa giderek sahipsiz ve sayısız çalmışların damgasız olanlarını halat atmak suretiyle kendilerine mal etmektedirler. Bu boş arazide aslan, kurt, çakal, hınzır ve benzeri yırtıcı hayvanlarla turna, angut, ördek, yaban kazı ve bunlara benzer uçucu hayvanlar bol miktarda mevcuttur.Yerli halk ziraatten başka pabuççuluk, demircilik, debbağlık (dericilik) ve bennağlık (inşaat işçiliği) ile uğraşmaktadır. Öte yandan Kunduracılık, terzilik, kuyumculuk ve benzeri sanatlar ve en önemlisi ticaret Ermeniler ve Yahudiler elindedir. Hali vakti yerinde olan Adanalılar, Mayıs ortasından başlayarak Gülek, Namrun, Bürücek, Kızıldağ yaylalarına her sene giderek Ekim ayında dönerler. Bu nedenle şehrin en kalabalık zamanları kış mevsimidir. Arazisi otuzaltıbin dokuzyüz kırkyedi kilometrekare, nüfusu dörtyüz üçbin olan bu vilayetin senelik gelirleri otuz milyon, giderleri altı milyon kuruşa yakındır. Karçınzade Süleyman Şükrü Bey daha sonra Dahiliye Nezaretinin emri üzerine İstanbul'a gitmek üzere bölgeden ayrılmıştır. Netice olarak, Çukurova bölgesinde üç yılı aşkın bir süre kalan Karçınzade Süleyman Şükrü Bey'in yazdıkları bölgenin sosyal hayatına dair oldukça önemli bilgiler vermektedir. Yazarın eserini hazırlarken kendi gözlemleri yanında çeşitli kaynaklardan da yararlandığı anlaşılmaktadır. Ancak kullandığı kaynaklan belirtmemektedir. Yine de Süleyman Şükrü Bey'in bir seyyah olarak dönemine kıyasla oldukça başarılı bir eser hazırladığı kuşkusuzdur. Bunda aldığı eğitimin payı büyüktür. Eserinin bazı yerlerinde belirttiği üzere Türk dilini kullanmaya azami çaba göstermiştir. Ayrıca özellikle gezdiği Müslüman yerlerdeki geri kalmışlığın ve fakirliğin yok edilmesi için eserinde önerilerde de bulunmuştur. Zaman zaman gördüğü yerler arasında karşılaştırmalar yapar. Çukurova bölgesinde gezdiği yerleşimler hakkında sadece tarihi ve coğrafi bilgiler vermekle yetinmemiş insanların o günkü sosyal hayatları ve gelenekleri hakkında da gözlemlerini aktarmıştır. Bu itibarla Seyahat-ı Kübra, Çukurova kültürü üzerine çalışan araştırmacılar için değerli bir eserdir. Sonuç olarak, Karçınzade Süleyman Şükrü Bey kısa sayılabilecek bir insan ömrüne sığdırdığı büyük seyahati ile bugün yaşadığımız dünyanın geçmişi hakkında bizlere çok değerli bilgiler sunmuştur. * Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi, İzmir 1 Yurt Ansiklopedisi, "Adana Maddesi", İstanbul 1981, Cilt: l, s. 56-58. 1 Yurt Ansiklopedisi, "Adana Maddesi", İstanbul 1981, Cilt: l, s. 56-58. 2 Orhan Saik Gökyay, "Karçınzade Süleyman Şükrü", Türk Dili- Gezi Özel Sayısı, Sayı: 258, Ankara 1973, s. 556.3 Karçınzade Süleyman Şükrü, Seyahat-ı Kübra, s. 51-54, Petersburg 1907. 4Ag.e., s.75. 5 a.g.e. s. 76-78. 5 a.g.e. s. 76-78. 6 A.g.e, s.79. 7 a.g.e., s. 79-80 8 a.g.e., s. 80. 9a.g.e.,s. 81. 9a.g.e.,s. 81. 10 a.g.e., s, 81-86. 11 a.g.e., s. 86-91 12 bkz. Kur'an-ı Kerim, Rûm Suresi, 1. ve 2. Ayetler, s.403: "elif lam mim. Rumlar (Arapların 13 Şemseddin Sami, Kamus ül-Âlam, İstanbul 1306, cilt I, s. 21914 Ahmet Rıfat Efendi, Lügat-ı Tarihiye ve Coğrafiye, İstanbul 1299, s. 188.
|
|
|