ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

ÖZET

NUTUK’TAKI İFADELERİYLE ATATÜRK VE MİLLİ BİRLİK
(VAHDET-İ MİLLİYE)

Atatürk’ün Nutuk’unda milli mücadelenin safhalarının yanı sıra Atatürk’ün
şahsiyeti, tarihi aksiyonu, devlet adamı, komutan ve inkılap lideri vasıflarını da görmekteyiz.
Atatürk’ün fikir cephesindeki en önemli kavramlardan birisi de milli birliktir.

Anahtar Kelimeler: Nutuk, Milli Birlik

SUMMARY

ATATÜRK AND NATİONAL UNITY İN HİS SPEECH

We can see Atatürk’s personality, historical action, his qualifications such as
statesman, commander and as a reform leader besides the stages of National Struggle in his
Speech.

One of the most important concepts of Atatürk’s ideas is national unity

Keywords: Speech, National Unity

NUTUK’TAKİ İFADELERİYLE
ATATÜRK VE MİLLİ BİRLİK
(VAHDET-İ MİLLİYE)

Mehmet ÇEVİK1

Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zaman gördüğü ve sonradan
tasvir ettiği durum tam bir karışıklık ve dağılmışlık manzarasıdır. Onun bütün aksiyonuna
hakim olan ana fikir ve "durum şuuru” işte bu manzarasıdır kaynaklanır: Önce tek bir
hedef kurtuluş, ümit azim ve kararı etrafında birleştirmek, top yekün birlik ve beraberliği
sağlamak, bütün siyâsi ve askerî faaliyetleri bu zemine dayandırmak Bu yapılmadıkça
“Vahdet-i Milliye" temin edilmedikçe ne askeri, ne de siyâsi zaferlerin kazanılması
mümkün değildir. Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 dan 23 Ekim 1923’e kadar sahip olduğu
aksiyon felsefesinin hareket noktası ve ilk prensibi "Vahdet-i Milliye"dir. Cumhuriyetin
temelinde de bu vardır. Bunun içindir ki Atatürk yer yer düşünülen kurtuluş çarelerinin
ve bu maksatla kurulan dağınık, mahalli teşkilâtların, hatta çete savaşlarının kafi
olmadığın ve maksadı gerçekleştiremeyeceğine, inanır.

Nutuk’un sonunda da söylediği gibi “Millet fakr u zaruret içinde harap ve bîtâb"
(Nutuk, c II, s.898) düşmüştür Yorgun, bezgin, hatta ümitsizdir.

Düşman devletler sürekli tecavüz halindedir. Padişah ve hükümet âcizdir. Üstelik
açık ve gizli birtakım faaliyetlerle milli şuur felce uğratılmak, böylece yabancı
müdahalesine ve manda nev’inden himayelere zemin hazırlanmak istenmektedir.

Fakat ilk ümit belirtilerinden itibaren, Türk Milleti kurtuluşun hangi noktada.
olduğunu hissetmiştir. Bu nokta bütün millet:in etrafında temerküz edeceği "Vahdet-i
Milliyedir”Her şey buna bağlıdır. İçinde yaşanılan 'kaotik" ve "trajik" durumlardan
kurtuluş, milli mücâdelenin zafere ulaşması, onun tabiî sonucu ve kaçınılmaz tarihi akışın
neticesi olan milli devletin kuruluşu, hepsi daha başta milletçe bir ve beraber olmayı şart
koşar. Fakat bu bütün memlekette yaygın, hakim bir aktif temayül, bir ana fikir haline
gelmeden önce Türk Milletinin ruhunda ve vicdanında belirmiştir. Daha İzmir’in işgaliyle
başlayan millî nümayişler, kurulan mahallî .teşekküller, hatta çete savaşları. işte bu ruhun

tecellisidir.

Nitekim Atatürk bunu şöyle belirtmiştir :

"Yer yer efrad-ı milletimiz, yekdiğerini aramağa, bulmağa başladı. Bunun
neticesi olarak teşkilât meydana geldi. Devletimizin istiklâlini mahvetmeğe çalışan
ecânîb, milletimizden böyle bir ruhun tecelli edeceğine intizâr etmiyorlardı. Böyle bir
milletin hakk-ı bekası olamaz, kararını ittihazda bir millet mevcudiyeti, nazâr-ı dikkate
alınmadı. Milletimizin' hadisât' ve dârâbat neticesi olarak yer yer taazzuv etmesine
ehemmiyet vermemişlerdi. Bu ehemmiyet verilmeyen parçaların müdafaa etmek
istedikleri ve verdikleri karar ve bütün milletin. kabul ettiği nokta-i esasi: Kuvâ-yı
Milliye’nin amil, irâde-i millîyenin hâkim olmasıdır. Ve bu teşkilatın ruhu budur (Karal,
1981, s 12-13)

Burada geçen "taazzuv" kelimesinin derin bir mânâsı vardır.

Atatürk sıralarda uyanan ruh halini, kollektif psikolojinin en doğru tezahürü
olarak söz konusu kelime ile ifade etmiştir. Bu millete yeni bir sosyal organizma fikrinin
yeniden şekillenmesi ve bütünleşmesi demektir. Zira "Kuvâ-yı Milliye’nin âmil irâde-i.
millîye’nin hâkim olması ancak bu sayede mümkün olabilmiştir.

Atatürk Eylül 1919’daki bir konuşmasında bu vâkayı: “Şarktan ve Garpten
yükselen sadâ-yı millet, Anadolu’nun en ücra köşesinde mâkes buldu. Binaanaleyh millî
cemiyetler düşmanın esaret boyunduruğuna girmemek maksadıyla milli vicdânın azîm ve
irâdesinden doğmuş yegâne teşkilat oldu.” şeklinde ifade eder. (Karal 1981 s12-13)

Yine Atatürk, 22 Eylül 1919 günü Amerikalı General Harbord ile Sivas’ta yaptığı
bir görüşmede, O’na millî mücâdelenin maksadını şöyle anlatmıştır:

"Generale, harekât-ı milliye’nin maksat ve gayesi ve teşkilat ve Vahdet-i
Milliye’nin sebeb-i zuhuru, anâsır-ı gayri müslimeye karşı olan hissiyat ve ecnebilerin
memleketimizdeki menfı propagandası ve icraatı hakkında mufassalan ve müdellelen
beyanatta bulundum. "(Nutuk, c.I, s.172).

General Harbord, Sivas Konresi kararına uyularak A.B.D. Senatosu tarafından
teşkil edilip Türkiye’ye gönderilen bir kurulun başkanı sıfatıyla Türkiye’ye gelmişti. Bu
kurul, Türkiye'de Ermeni ve manda meselesi hakkında bir rapor hazırlayıp senatoya
sunmakla. vazifelendirilmişti. Bu kurulda Ermeni asıllı subaylar da mevcuttu.

Atatürk bu görüşmede milli mücâdelenin sebep ve gayesini anlatmış ve bunun
başta A.B. D. senatosu olmak üzere dünya kamuoyuna duyurulmasını sağlamıştır.
Nitekim Emeni meselesiyle ilgili görüşmeler kongrede Türkiye lehinde neticelenmiştir.
Fakat, Atatürk’ün bahsettiği teşkilat ve "Vahdet-i Milliye’nin ortaya çıkışı başka sebepler
yanında ecnebilerin memleketimizdeki menfi Propaganda ve faaliyetlerine bir tepkinin de
ifâdesidir. Teşkilât-ı millîyenin gayr-ı müslîm unsura bakışsı da yine onların bu menfi
gayretlerinin bir neticesidir. Bununla beraber, millî , kuvvetler karşısında ihanet içinde
olanlar sadece gayrimüslimler veya Avrupa’nın menfî faaliyetlerini yürütenler değildir.
Bunların yanında memleket içersindeki bazı muhteris işbirlikçiler veya ard niyetli
kimseler ya bu hislerinin icabı, ya. da İstanbul Hükümetinin ve Avrupa devletlerinin
kışkırtması sonucu çeşitli ayaklanmalara sebep olmuşlardır. Bu, memleket dahilindeki
"Vahdet-i Milliye" yi en fazla zedeleyen âmildir. Ancak bazen teşkilâtlı kuvvetler, bazen
de eşkıya hareketleri şeklinde kendini gösteren bu şahıs ve olaylara karşı sert tedbirler
alınmaktan geri kalınmamıştır. Atatürk kongre öncesi Sivas’a çektiği bir telgrafta şu
talimatı verir :

"Telgrafhâne tamamen kontrol. altına alınacaktır. Bir zabit komutasında bir
manga asker ikâmet edecektir. Vâki olduğu gibi telgrafhaneyi işgal ve memurini tazyik
ederek vahdet-i meşrü’a-i milliye aleyhinde tahdiş-i ezhânı mücip ve âsâyişi muhil
teşebbüsâtta bulunacak hainler kat’iyen men edilecektir. " (Nutuk, c.I, s.254).

Buda gösterir ki "Vahdet-i Milliye" nin karşısında dört mühim engel vardır:

1-    İstanbul Hükümetinin faaliyetleri.

2-    Avrupalıların faaliyetleri

3-    Azınlıkların faaliyetleri.

4-    İç ayaklanmalar. (iç ayaklanmalar üzerinde diğer üç unsurunda tesirleri vardır.)

görüldüğü üzere, bu dört engelin ki hemen hepsi teşkilâtlı kuvvetlerdir-
Atatürk’ün dilindeki ifadesi, en geniş mânâ ve şümulüyle "İhanet" tir. Atatürk Milli
mücâdele esnasında. “Vahdet-i Milliye" yi bu ihanete, bu bölücü unsur ve faaliyetlere
karşı kuvvetlendirmeye çalışmıştır. meselâ Cemal Paşâ’ya (İstanbul Hükümet-i Harbiye
nazırı) yazdığı şifre telgraflarda Milli mücâdele aleyhinde faaliyet gösterenlerin ancak
Vahdet-i Milliye sayesinde bertaraf edildiğini ve edileceğini belirtmektedir:

(31/I0/19I9 ) "Adapazarı: havalisinde, hükümet ve teşkilat-ı milli-ye aleyhinde
cereyân eden vak’a malûm-ı sâmîleridir. Bu vak’a vahdet-i
milliye’nin azmi ve
hükümet-i seniyenin tedâbîr-i musibe ve kat’iyesı sayesinde bertaraf edilmiş ise de henüz
oralarda tohum-ı fesat mevcut bulunmaktadır. Milletin vahdet-i karşısında, tamamen
mahvü nabût olacağına şüphe yoktur. “ (Nutuk, c.I s.264 .)

Görüldüğü gibi Atatürk tam bir güvenle her türlü yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin
milletin birlik ve beraberliği sayesinde yok edileceğine inanır. Fakat bir noktada bu da
yeterli değildir. Zira damat Ferit, Ali Kemal ve Sait molla tarafından tertiplenen bir
melanet olarak vasıflandırdığı hareketin padişaha iletilmesini ister. Atatürk’ün bu yola
başvurmasının, bu maksatla İstanbul Hükümetinin bazı üyeleriyle yazışmasının ve
hadiselerden padişahı haberdar etmeleri istemesinin iki mühim sebebi vardır: Birincisi,
görünüşte İstanbul erkanı ile Vahdet çarelerini aramak ve mümkün olduğu kadar iyi
münâsebetleri devam ettirmektir. İkinci sebep ise, İstanbul hükümetinin sevk ve idare
ettiği bazı menfi hareketlerden Padişahın haberdar olmağına inanması, padişahın
meselelerden haberdar olduğu takdirde İstanbul’daki bazı zevat tarafından yürütülen
provokasyonları önleyebileceği ümididir. Fakat gizli başka sebep dahâ vardır: Padişahı
hadiselerden her ne suretle olursa olsun haberdar etmek buna rağmen bizzat padişah
gerekli tedbirleri almazsa meydana gelecek ikilik ve çatışmadan tamamen l İstanbul’u
mes’ul tutmak... Bunun neticesi olarak, İstanbul karşında Anadolu’nun vahdet ve
tesânüdü daha da artacaktır. Zira Anadolu anlayacaktır ki. sadakatle bağlı olduğu padişah
bile kendisine karşıdır veya hiçbir şekilde ümit bağlanacak bir kudrete sahip değildir.
Hemen belirtelim ki milli mücâdele sadece dış düşmanlara karşı bir savaş değildi. Bizzat

Anadolu’nun yahut Onu temsil eden Ankara’nın İstanbul’a karşı da bir mücâdelesiydi.
işte yukarıdaki gizli sebep bir neticeye yaklaştıkça Anadolu daha müstakil hale gelecek
ve milli hareketin meşruiyeti kendiliğinden gerçekleşecekti. nitekim Atatürk yukarıda
bahsedilen telgrafın devamında:

“Milletin ve teşkilâtın bu gibi erâcife elbette atf-ı ehemmiyet eylemiyeceği
bedîdâdır. Erbab-ı mefsadetin yalanlarla Vahdet-i Milliye’yi " lekedar etmek istediklerini
ileri sürerek mahallinde hükümet-i seniye tarafından resmen tekzibi suretiyle her türlü
suitefehhümün izalesi ve bu eşhâs-ı muzırra hakkında tedkikat-ı lâzime bîl-ifâ tâkibât-ı
kanuniyeye tevessül kılınması hayati bir mesele addolunmaktadır, efendim: derken bunu
hissettirir (Nutuk, c.I, ş 2.264.)

Yine bir başka telgrafında:

(3/11/1919) "Heyet-i Temsiliyemizin teşki1ât ve Vahdet-i Milliyeyi ihlâl edecek
en ufak bir hale karşı müsâmahakâr davranmayacağını elbette mazur görürsünüz."
(Nutuk c.1 s.279-280. ) demek suretiyle Anadolu’daki Vahdet-i Milliyenin temsilcisi olan
Heyet-i Temsiliye’nin kararlılığını ifade etmektedir. Atatürk bu arada İstanbul ile
münasebetlerin kesilmesi ve karşı tedbirlerin alınması hususunda meşru bir zemin
arayışına girmiştir. Nitekim daha sonraki hadiseler, İstanbul hükümetinin otoritesini
millet nazarında yıkmak, böylece Anadolu kuvvetlerini müstakil bir hale getirmek
maksadını ortaya çıkarmıştır: işte bu bağımsız düşünme ve hareket etme, neticede yine
bağımsız bir idarenin kuruluşunu kuvvetlendiren önemli bir âmil olmuştur.

Nutukta Atatürk ün bu fikir ve davranışı kabu1 ettirme ve meşrulaştırma
gayretleri ve bu maksatla İstanbul hükümetinin çeşitli .temsilcileriyle yapmış olduğu
yazışmalar önemli bir yer tutar. bu yazışmamalar daha ziyade Cemal Paşa ve Tevfik Paşa
ile yapılmıştır. Bunların mühim kısmı “Vahdet-i Milliye" hususundadır Bazı örnekler
şunlardır:

(Cemal Paşâ ya l1/l2/19l9) “Memleketin mukadderatını temin edecek yegâne
kuvvet vahdet-i. milliye olduğu. ve bunu idâme eyliyecek de teşkilât-ı milliye bulunduğu
malumdur. Bu vahdet ve teşkilatın vatanı inkisamdan kurtaracak devlet ve milletin
istiklâlini teminden ibaret olan gaye-i mukaddesesini bozmaya çalışanlar da İstanbul’daki
erbâb-ı mefsadettir (Nutuk c. S 286)

(Cemal Paşâ ya:11/12/19l9 ) "Anadolu’da fikr-i intizam ve emmiyet-i kalbiyenın
muhtel olduğu doğru değildir, belki sâkıt Damat şerif Paşa Kabinesi zamanında husule
getirilmiş olan bu ihtilâl-i efkâr ve emniyetsizlik ahîren Vahdet-i Milliye sayesinde zâil
olmuştur." "Hükümet-i sakıtanın millete düşman, düşmanlara dost olarak takib etmiş
olduğu siyaset-i hâinânenin mirası olan aydın Cephesinde para dercinde, belki bazı
uygunsuzluklar olmuş olabilir. şu kadar k:i Sivas Umûmi Kongresi ile taazzuv eden
Vahdet-i Milliye ve Harbiye nezaretinin himâmet ve muavenet-i vatanperveranesi
sayesinde bu gibi hallerin de önü alınmış demektir" (Nutuk c.1 s. 306. )

Görüldüğü gibi Atatürk’ün üzerinde durduğu en mühim nokta, Vahdet-i
Milliyenin memleketin mukadderatını temin edeceği ve Sivas ûmumi kongresinin bir
neticesi olduğudur. Bu itibarla Sivas kongresi Vahdet-i Milliyenin temini bakımından en
mühim rolü oynamıştır. Çünkü bu kongre millî irâdeyi temsil niteliğine sahiptir. Bu şu.
demektir ki milli irâdenin varlık şartı ancak milli birliğin var olmasıdır. Bu bakımdan
"Heyet-i Temsiliye" hem millî birliğin, hem de milli iradenin temsil edildiği kuruluştur.
Bu telgrafta dikkate şâyân bir görüş daha vardır. "ihtilali. efkâr" ve "emniyetsizliğin"
"Vahdet-i Milliye" sayesinde ortada kalktığı hususu mühimdir. Atatürk çok doğru olarak
millî birliğin aynı zaman fikir ve inanç birliği demek olduğuna, fertler arasında tam bir
güven duygu yarattığına kanidir. Bu ise sosyal tesanüdün kendiliğinden var olması ve
böyle bir dayanışmanın her türlü anarşi ve parçalanmayı önleyen, en sağlam bir zemin
vücuda getirmesi demektir. Osmanlı Türkçe’sinde “ihtilâl" kelimesinin bir mânâsı da
altüst olma, karışıklık, hercümerç, yani "anarşi"dir.

Aslında Atatürk hiçbir İstanbul hükümetiyle hiçbir zaman mutabakat
sağlanamayacağı kanaatindedir. Çünkü bu hükümetler "millete düşman, düşmanlara dost
olarak" haince bir siyaset takip etmekte ve "Vahdet-i Milliye”yi bozmak için her tedbire
başvurmak tadırlar. Bu marifet sadece Damat Şerif Paşa'nın işi değildir ve millet buna
hiçbir şekilde müsaade etmeyecektir.

"Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, tereddütsüz ve aramsız Vahdet-i Milliye'yi
bozacak, milleti her gün tevâli ve tevessü etmekte bulunan tecavüzler karşısında sâkit ve
âtıl tutacak tedbir almaktan geri durmuyordu." (c.I, s.290.) "Devletin umûr-u dahîliye ve
siyasîyesinin katiyen iştirak kabul etmediği bir hakikat oImakla beraber emsâli nâ-
mesbuk vaziyet-i hâzırda da vatan ve milletin mukadderatını temin edecek olan teşkilât-ı
milliye'yi bilerek bilmiyerek zâafa düçar eyliyecek ve Vahdet-i Milliye'yi , ihlâl edecek
hiçbir muameleye milleti muvafakat edemeyeceği de pek meşrû ve tabiidir." (Nutuk c.I,
s.290-291.)

Görüldüğü gibi Atatürk milleti temsil etme yetkisinin ancak Vahdet-i Milliye’yi
sağlamış olan “Teşkilatı milliye”ye ait olduğu görüşündedir. Tek meşrû ve müstakil
kuvvet odur. Anadolu ile İstanbul arasındaki büyük uçurum asıl bu meselede
derinleşmektedir. 0 kadar ki, İstanbul hükümeti bir taraftan halk arasında birlik ve
beraberliği dağıtmaya çalışırken, öte yandan milli orduyu da zedelemeye uğraşmakta,
komutan nakilleri vasıtasıyla teşkilat-ı milliyeyi zaafa uğratmak istemektedir. Meselâ,
İstanbul hükümetinin İstanbul'da bulunan erkânı kolorduları başına geçirmek
düşüncesiyle Ankara'da Yirminci Kolordu Komutanlığına Ali Fuat Paşa’nın yerine
Ahmet Fevzi Paşa’yı getirmek teşebbüsü “Vahdet-i Milliye’yi parçalama maksadını
gütmekten başka bir şey değildir:

“Ali Fuat Paşa’nın kumandadan infikâkini biz esâsen hiçbir, vakit dâimi kabul
etmedik. Ahmet Fevzi Paşâ’nın asaleten kumandanlığa tayini mevzubahis olamaz. Sulhun
takarrurundan evvel, tasavvur ve tensib edilen prensibin mevki-i tatbike konması
mehâzir-i azimeyi dâirdir. Harbde bilfiil iktisab-ı makamı mevki etmiş zevâtı mâdûn
vaziyete, sokmak olamaz. Bu nabemevsim teşebbüsât, teşkilât-ı milliye için çalışmakta
olan zevâtın iş başından ayrılmalarını ve bu suretle Vahdet-i Milliye’nin müteessir
olmasını müstelzimdir." ( Nutuk c.I, s.347-348)

Yukarıda sözler Mustafa Kemal’in Harbiye Nazırına çektiği 29 Kasım İ9İ9
tarihli bir telgrafta geçer. Teşkilat-ı Milliye’ye, hizmet edecek şahısların Anadolu da
muhafaza edilmesi aynı zamanda İstanbul'un Anadolu’ya hakim olmasını da önleyecektir.
Bu noktada Ankara ile Anadolu arasında bir nüfuz otorite ve hâkimiyet mücâdelesinin var
olduğu açıkça görülmektedir. Fakat Mustafa Kemal sadece “Teşkilat-ı milliye’nin
varlık ve birliğini korumakla bu hakimiyetin sağlanacağı kanaatinde değildir. Bir
vesileyle söylediği gibi bu mücadelede ve her şeyde İstanbul Anadolu’ya hâkim değil,
tâbi olmak mecburiyetindedir. O halde Anadolu’nun İstanbul’a hâkimiyeti Meclis-i
Mebusan'a kadar uzanmalı, orada her bakımdan anlaşmış, kaynaşmış, kuvvetli., tam
dayanışma halinde "Vahdet-i Milliye" yi temsil edecek bir grup kurulmalıdır.

"Bir heyet-i içtimâiyenin beka ve saadetinin, ancak emelde ve istihsal-i âmâlde
iştirâk-i tam halinde bulunmasına mütevakkıf olduğunu izah ettik. Vatanın halâsı,
istiklâlin temini" hedefine müteveccih, Vahdet-i Milliyemizin esâslı, muntazam teşkilâtın
vücûduna ve bu teşkilâtı hüsn-i sevk u idâreye muktedir dimağların, enerjilerin bir dimağ
ve bir enerji halinde müttehid ve mümtezic bir hale gelmesine vâbeste olduğunu söyledik
ve bu münasebetle İstanbul’da açılacak Meclis-i mebüsânda kuvvetli mütesanit bir grup
teşkili zaruretini meydana koyduk. (Nutuk c.1 s.359)

İstânbul'da kurulacak meclise bu yoldan hakim olmak suretiyle milli
hakimiyetin ve milli birliğin daha sağlam ve meşru bir zemine oturtulacağına inanan
Mustafa Kemal Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi
adına bir tamim yayınlayarak şöyle der:

(17/2/1920) “İrâde-i. milliyenin tecelligâhı kanunisi olan, Meclis-i Mebusan’ı
açarak hâkimiyet-i milliye yi teyide muvaffak olan cemiyetimizin, en mühim ve en esâslı
vezâifinden biri de âmâl-i milliye ye "mutabık: esasat dahilinde, bir sulhun akdine kadar
Vahdet-i Milliye yi muhafaza etmektir. Cemiyetimizin her müşkülü iktiham ile vatanı ve
mevcudiyet-i milliye-yi kurtarmak hususundaki- mesâi-yi rehâkârânesine maksud-ı
millinin istihsal ve istirdadına kadar daha büyük bir azim ve imân ile devam-ı lazım eden
bulunmakla, hayat ve beka esasından ibaret olan teşkilât-ı millîyenin vatanın her
köşesinde âmm ve şamil bir surette tââzzuvuna kelevveI devam edilmesini bilcümle hey
ât-ı merkeziye ve idareden bir kere daha rica ve tekid eyleriz.” (Nutuk c.I, s. 379)

Teşkilat-ı millîyenin hayat ve beka esasından ibaret olması, onun hem, ruhu hem
de gayesi olan Vahdet-i Milliye" nin ebedi olması demektir. Milli mücâdele esnasında
"teşkilat-ı milliye", "Kavâ-yı Milliye” başta olmak üzere derece derece mahalli. kurtuluş
cemiyetleri teşkilatlarından Heyet-i Temsiliye ye ve ondan Türkiye Büyük Millet
Meclisine kadar bütün millî kuruluşların gayesi Türk Milleti’nin hayat ve bekasıdır.
Nihayet Türkiye Büyük Millet Meclisi hepsinin yerine geçip Cumhuriyete vücut verince
bu hayat ve beka Cumhuriyetin davası olmuştur. O halde Türkiye Cumhuriyeti’nin de
temelinde ebedî millî birlik, beraberlik ve bütünlük vardır.

Bunun içindir ki Vahdet-i Milliye geçici bir zaruret değildir ve mutlaka
korunması lâzımdır. Atatürk Anadolu ve Rumeli’deki komutanlara gönderdiği bir başka
telgrafta:

(19/2 /1920) "Vahdet-i Millîye'nin ihlali fikriyle yapılacak her teşebbüs ve
taarruzu makulat dahilinde akîm bırakmak taht-ı vücuptadır. Amal-î milliye’ye mutabık
bir sulh istihsal edilmedikçe Kuvâ-yı Milliye’nin terk-i faaliyet etmesi imkanının mevcud
olamayacağı hakkında alâka-daranın tekrar nazar-ı dikkati celb edilmekle, beraber vahdet
u tesanüd-i millinin. takviye ve idamesi hususunda her zamandan ziyade mutebassır ve
muteyakkız bulunulmasını hasseten rica ve temenni eyleriz. (Nutuk c. 1 s.384 )

Bu tamim ve telgraflarda dikkati çeken bir husus vardır: Türk milletinin İstiklâl
ve hâkimiyet haklarının kabul edildiği bir barış yapılıncaya kadar milli vahdet ve Kuvâ-yı
Milliye muhafaza edilecektir. Bunun manası, böyle bir barış için bu iki unsurun en
caydırıcı kuvvetler olmasıdır. Bu kuvvetler hem itilâf devletlerine, hem de İstanbul
hükümetlerine karşı kullanılacaktır ve nitekim öyle olmuştur.

Atatürk çok iyi biliyordu ki bir milletin istiklâl mücadelesinde

uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir politika güderek, düşmanlardan insaf ve merhamet dilenerek
memleket kurtarılamaz. Böyle bir mücadele prensibi yoktur. O ,bunun için kime ve neye
karşı olursa olsun silahlı mücâdele prensibini benimsemiştir. İkinci olarak dışa kuvvetli
olmanın ve kendini kabul ettirmenin ilk şartı içte milli birliğe ve sağlam kuvvetlere
dayanmaktır. Kendi içinde parçalanmış bir milletin barış masasına oturma ya hakkı
yoktur. Atatürk’ün "....âmal-i milliyeye mutabık esasat dahilinde bir sulhun akdine
kadar” “Vahdet-i Milliye" ve Kuva-yı Milliye’nin şart olduğunu belirtmesi bundandır.

İçte de aynı durum söz konusudur. Milli birliğini ve kuvvetlerini temin etmiş olan
Ankara’nın Saray’a ve İstanbul hükümetlerine karşı en büyük silahı bu iki kuvvettir.
Onlara karşı girişilen her teşebbüs yine onlarca bertaraf edilmiştir:

(16/3/1920) ."Kuvâ-yı Milliye ile tevhid-i harekât eden hükümetlerin icraatına
müdahale etmek suretiyle Vahdet-i Milliye’yi sarsmak ve hainane muhalefetleri teşvik ve
tezyid-i cürete sevk eylemek tariki takib olundu. Vahdet-i Milliyenin teşkil ettiği metanet
ve tesanüt. karşısında bu savletler de eridi." (Nutuk, c.1, s.419) .

Ne yazık ki bütün, bu hareketler milletin vahdeti yerine şahsi teşebbüs ve
ihtiraslarının bir tezahürü şeklinde de telaki edilmiş tir. Fakat Atatürk hareketin
kaynağını şöyle izah eder :

“Hatırlarsınız ki, hâsıl olmaya başlayan Vahdet-i Milliye’yi milletin galeyan ve
intibahı neticesinde affetmekten ziyade şahsi teşebbüs semeresi telakki, ediyorlardı.”
(Nutuk, c.II, s. 439.)

Demek ki Atatürk’e göre Vahdet-i Milliye milletin ve intihabı neticesinde ortaya
çıkan ve maddi bir kuvvete dönüşen manevi bir birlik hadisesidir, Yani ortada bir
şahsiyet kavgası yoktur. Bunun yerine her haliyle milleti hakim kılmak gayretleri vardır.
Bu birlik ve kuvvettin temsili olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni her fırsatta hakim
kılma çareleri aranmaktadır. Mesela Londra Konferansı’nın mevzu-ı bahs olduğu
günlerde, Atatürk ve Tevfik Paşa’ya “icra vekilleri heyet-i riyaseti” adına 30.1.1921
tarihinde bir telgraf çeker: “Sevres Muahede-i meşumesini imzalamış bir heyetin varis-i
hususisi olan heyetimiz murahhaslarının mülkü millete nâfi şerâit istihsal edilebilmesi
gayr-ı mümkündür. Binaenaleyh vatanın menaf-i âliyesi icabı işbu müzakerat-ı sulhiyede
sizin aradan çıkarak Büyük Millet Meclisi murahaslarını Vahdet-i Milliyeyi tamamen irâe
eder bir şekilde serbest bırakmaklığınızı lazımdır “(Nutuk c. 11 , s. 568.)

Atatürk başarı ve kurtuluşun ancak “sine-i millet”te mümkün olacağı
inancındadır. Bunun dışında İstanbul hükümeti mensuplarına asla güvenmemektedir.
Mesela Tevfik Paşa’nın bir telgrafından bahsederken “Tevfik Paşa evvela benim şahsıma
bir telgraf verdi. 17 Ekim 1922 tarihinde olan bu telgrafnamede, Tevfik Paşa ibraz olunan
muzafferiyetinin bundan böyle İstanbul ve Ankara arasında ihtilaf ve ikiliği kaldırmış ve
Vahdet-i Milliye’nizi temin etmiş olduğunu yazıyordu. Yani Tevfik Paşa demek istiyordu
ki memlekette düşman kalmadı, binaenaleyh padişah yerinde, hükümet onun yanında
millete düşen bu makamların vereceği emirlere itaat etmektir. Bu takdirde vahdete mani
elbette bir şey kalmamış olur. (Nutuk c. II, s. 687.)

Atatürk Tevfik Paşa’ya gönderdiği cevabî telgrafında kendisi ve arkadaşlarının
devlet idaresinden çekilmelerinin önemli bir mesuliyeti yerine getirmek olacağı
tavsiyesinde bulunur. Çünkü Atatürk’e göre bu şahıslar milletten, “sada-yı millet” ten ayrı
hareket etmekle gayri meşru bir hükümet namına taşımak gafletinde bulunmaktadırlar.
Yine ona göre bu şahıslar “kirli bir tahtın çürümüş ve çükmüş ayaklarına sarılan
menfaatperestler” dir. Çünkü milletten ve onun hissiyatından “bihaber” bir idare faaliyet
göstermişlerdir. Halbuki Atatürk’ün hedefi vatanın kurtuluşunu ve istiklalini temin
etmeye yönelik bir teşkilat ve idare kurmaktır. İşte Vahdet-i Milliye yani (milli birlik) bu
teşkilat ve idarenin ruhu kaynağıdır.

KAYNAKLAR

ATATÜRK, Kemal; Nutuk, C.I, (1919-1920), C. II, (1920-1927), C. III,
(Vesikalar, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul, 1973

KARAL, Enver Ziya; Atatürk’ten Düşünceler, Milli Eğitim Basımevi, Atatürk
Kitapları Dizisi:1, İstanbul, 1981

1

Yrd. Doç. Dr., Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi ELAZIĞ